“10 parmağında 10 marifet” derler ya… Onda çok daha fazlası var! Öğretmenlikten emekli olduktan sonra İstinye’nin bir ara sokağında 4 yıl kadar önce başladığı ve gelenekselden geleceğe, yerelden evrensele yemeklerin yürek birliği ile yapıldığı açık mutfaktaki gönül zengini bir sofra etrafında felsefeden sanata, sinemadan güncel olana sohbetlerin yapıldığı belki de eşi görülmemiş bir ortam yarattı. Kadın girişimlerini destekleyen, hayatına değdiği herkese bir şekilde katkısı olan, onları sarıp sarmalayan, ihtiyaçlarına göre destek olan… Sınırları genişlettikçe genişleten... İstanbul’dan Anadolu’ya; Anadolu’dan İstanbul’a toprağa, tarıma, ama beraberinde felsefeye, muhabbete ve çocuklara yönelik dev bir aile kurdu kısacık bir kaç yıl içinde… Yetmedi, mahallenin kadınlarına uzandı, nasıl gelişmelerine destek olabiliriz diye çabaladı, çabalıyor. Yetmedi, mahallenin çocuklarına uzandı. Mahalledeki 1.600 kişilik okulla işbirlikleri geliştirdi, geliştiriyor. Son açtığı mekânda çocuklar istedikleri gibi gelip ders çalışıyor, resim yapıyor, kitap okuyorlar. İyi, temiz ve adil gıdalar hakkında bilgi sahibi oluyorlar. Çocuklar üzerinden geleceğe ulaşan, bugünden geleceği yaratan bir “wonder woman” o…

 

Bugün öncelikle kadın meselesi üzerine konuşmak isterim. Nedir Türkiye’de kadın meselesi, ne yapıyoruz, ne yapabiliriz, ama aslında sen ne yapıyorsun?

Benim hayatımda kadınla ilgili olgu bir kız meslek lisesinden emekli öğretmen oluşumla çok alakalı. Orada bambaşka düşünceler, olgular, ruh halleriyle karşılaşıyorsun. Bir genç kızı dünyaya kadın olarak hazırlamak bilinci, öyle bir okulda çok daha farklı gelişiyor. Yine de ben, kadınlarla ilgili çalışma isteğinin bana geldiğini, hayat yolunda karşıma çıktığını düşünüyorum. Bir de ben bir anneyim ve iki kız çocuğum var.

Büyük kızım, Birleşmiş Milletler Kadın’da çalışıyor. Açıkçası, son iki yıldır, dünyadaki tüm kadın hareketleriyle ilgili beni bilinçlendiren en önemli etken kızımın yüreğiyle çalıştığı, gönlünü kaptırdığı BM Kadın organizasyonu. Ben bazan “Aslında kadın değil, aslında erkek ya da çocuk da değil, aslında insan” diyorum ama o “Hayır anne, Kadın!” diyor.

Geçtiğimiz yıl, mart ayında New York’ta ve BM’nin o büyük salonunda kadınlar gününün kutlandığı yerdeydim. İnanılmaz bir gün yaşadım. Söylemlerimizi, astronot kadın, bilim kadını, kimyacı kadın, fizikçi kadın diye düzeltmemiz gerektiğini fark ettim. Kadın bu işleri sanki yapamayacak, ya da bu işlerle ilgili olamayacak gibi yansıtılıyor, o kadar dışlanmış ki! Mart ayı bence emekçi kadınlarla ilgili farkındalığın yükseldiği çok önemli bir ay. Bu mutfak da kadınların çok yükseldiği bir yer. ‘SG İmalathane’de, tabi ki bizi destekleyen eşlerimiz, çoluğumuz, çocuğumuz, dostlarımız var. Alpaslan Baloğlu var, Kürşat Başar var... Bir cinsiyet ayrımcılığı olmasa da burası kadınların müthiş ürettiği, paylaştığı ve türettiği bir yer oldu. Bana bazan diyorlar ki, herhalde bir kadınlar birliği oluşturacaksınız zaman içerisinde. O da olursa ne güzel olur.

Bu mutfak bir nüve, bir kadın girişimcilik örneği. Yemek üzerinde ama yemeğin sanatla felsefeyle birçok alanda birlikte öne çıktığı bir yer. Bu arada birçok kadına da kendi hayallerini gerçekleştirip kendi girişimlerini yaratmasında örnek ve destek oldun. Mahallemizdeki kadınların üretmelerine, ürettiklerini satışa sokabilmelerine uygun ortamlar yarattın, eğitimler verdin…

Mahalleden sonra hedef dünya aslında. Çünkü ne zaman hangi kıvılcımın nereden nereye ulaşacağı hiç belli olmuyor.

Biraz sofra başı sohbetlerinden bahsetsen? Sofranın nedir önemi, kadın için, toplum için?

Kadının özüne dönmesi hikâyesi beni çok etkiliyor. Bu seneki çalışmalarımda bunu en baş konu haline getirmek istiyorum. Kadın özüne dönerse, kadın kendisini fark ederse, bu dünyaya bambaşka çocuklar yetişir ve dünya başka bir yer olur.

Kadının özüne dönüşünde ve bunu fark etmesinde mutfak da çok etkili...

En önemlisi… Avcı toplayıcı gruplardan itibaren mutfak, kadına yüklenmiş bir görev gibi görünüyor. Hâlbuki en iyi aşçılar erkeklerden. Hobi olarak yeme-içmenin, bir sürü malzemenin -zeytinin, zeytinyağının, üzümün, şarabın vs peşine giden ne kadar çok tanıdığımız erkek var. Yine de galiba mutfak kadının en çok parladığı yer, gizli bir silah gibi. Ben kendi mutfağımda, burada -SG İmalathane’de- bile şu masanın başında pek çok proje, dünya ile ilgili kıvılcımlar saçılabileceğine inanıyorum, bazılarını yaşıyorum. Artık masasının, sofrasının başında toplanabilen aileler çok az. Hâlbuki masanın gündemi, halkın gündemi. Halkın gündemi, ülkenin gündemi. Ülkenin gündemi de dünyanın gündemi. Onun için masanın başındaki gündem çok önemli. Burada da öyle gündemler oluşturuyoruz. Eğer o gündemler çeşitli yerlerde konuşuluyor olmasaydı, biz bugün seninle de tanışıyor olmazdık. Ya da o kadar bambaşka profesyonel hayatları olan ama Slow Food için ya da kadınlar için, çocuklar için bir araya gelişler olmazdı. Hepsi bu sofranın başından çıktı.

Biraz da Slow food’dan bahsedelim...

Benim daha burayı insanlarla buluşturmadan önce, “Ne yapmak istiyorum?” sorusuna cevap ararken yazdığım bir manifestom vardı. Derken bir gün bir de baktık ki, benim manifestom, yazarken tanımadığım Slow food’un manifestosu ile o kadar çok uyuşuyor ki...

Başvurduk, kabul edildik, İstanbul’daki Konvivyumlardan bir tanesi olduk. Ve de ben de o Konvivyumun liderliğini yapıyorum.

Slow Food aslında iyi temiz adil gıda olarak özetlenebilir. Sağlıklı beslenmekle ilgili değil. İyi tarımla herkesin ulaşabileceği gıdayı işaret etmek, yok olmaya yüz tutmuş lezzetleri, tohumları, pişirme tekniklerini, canlandırmak, farkındalık kazandırmak ve gelecek nesillere taşıyabilmek adına bir şey yapmak. Ben de meşalenin gençlerin elinde olduğunu bildiğimden gençlere ve çocuklara yönelik bir anlayışla konvivyumumuzu yürütmeye çalışıyoruz. Çocuklara, kurabiyelerini yerken içinde neler olduğunu düşündürerek ya da “Annenizin yaptığı yemeği evinizin sofrasında yerken ne süreçlerden sonra önünüze geldiğini düşünerek yemeğe başlıyor muyuz?” gibi sorularla bir farkındalık yaratmaya bakıyoruz. Bu aslında Slow Food sisteminin böyle yapın dediği bir şey değil belki, ama genel amaçlarından biri diye düşünüyorum. Kaç çocuğun gözünde gördük: “Buğday başaklarını hissediyor musunuz? Rüzgâr var mı? Eveett! Hadi buğday başkaları gibi sallanalım dediğimizde” o yüzlerindeki ifadeleri… Ve o masaya oturduktan sonra tabağındaki, örneğin annesinin yaptığı mantının, fasulyenin kalanının ne kadar kıymetli olduğunu böyle böyle bilecek, anlayacak. Bunlar benim yaşama sevincim, benim beslendiğim noktalar.

Manifestonu yazdığın ilk günden bugüne gelişini düşünerek. Geleceğe tek bir motto bugün söylemek istersen, bu ne olurdu?

Dünya bizim... Onun için söyleyeceğim şey, gerçekten ancak dünya le ilgili bir şey olabilir.

Söyledin zaten aslında: Dünya bizim.

Kadın-erkek, çoluk-çocuk falan bütün bunların ötesinde. Ülkeler, bölgeler tabi ki dünyanın genel toplumsal yaşantısı içerisinde sosyolojik olarak bazı şeyleri ayırmak mühim ama ben kendimi öyle değişik dinlerden milliyetlerden uzak bir yerlerde tutuyorum, ki bana göre sınır bile yok. O kadar aynıyız. Yaradan’ın yansımalarıyız ve bizi birbirimizden farklılaştıran ayrımcılıklardan kurtulabilse insan yüreği her şey biraz daha kolay olacak.

Şu sofrada Boşnak yemekleri yedik, Yahudi yemekleri yiyeceğiz, Japon yemekleri yedik, Anadolu yemekleri yiyoruz… Din yok, dil yok, ırk yok…

Zaten Anadolu öyle bir ebruli ki, birbirimize öyle renkler gibi bulanmışız ki ve aslında öyle güzeliz ki! Anadolu topraklarının üzerinde yaşanmış medeniyetler dünyanın hiç bir yerinde yok. Biz Mezopotamya’ya sahibiz ya. Daha neye sahip olalım? Böyle bir coğrafyanın çocukları olarak daha farklı düşünemiyor aslında insan. Neyi seçeceksin? Seçme! Hepsini kabullen! Hepsiyle birlikte ol! Coğrafyanın bu özelliğinin kıymetini bil ve dünyadaki esas farklılığın bütün bunları barındırıyor olmak olduğunu fark et! Ben bunları barındırdığım için yaşadığım topraklara hayranım.

Zaten seyr-ü seferlerde de...
Anadolu’yu geziyoruz. Hasatlara gidiyoruz ama esas amacımız orada yaşayan halkın hayatının içinden geçmek. Onların yediği yemekleri yemek, hikâyelerini dinlemek… Aynı ortamlarda bulunmak. Pişirme yöntemlerini öğreniyoruz, tarlalarına, evlerine giriyoruz. Her sabah ayrı bir ev bizi kahvaltıya çağırıyor... Bunları yaşamak bambaşka bir ayrıcalık. Anadolu’da hiç görmediğimiz gezmediğimiz yerlere gittik. Hayatın içinden geçmeye gitmek bambaşka bir şey. Bunun bir amacı var: farkındalık yaratmak. Mesela Kürşat Bey’le onun aklına gelen bu seyr-ü seferleri konuşurken gidilmemiş yerlere gitmek istedim. En çok yapılan parkurların dışında bir yerlere... Giresun ile başladık ve orada tanıdığımız fıkraların insanları, orada tanıdığımız aileler anılarımızdan hiç geçip gitmiyor. Orada tanıdığımız yerel çalgılar. Onları hem çalıp hem söyleyen yerel sanatçılar, hayranlıkla dinlediğimiz tulumlar… Çok güzeldi. Tanımlayacak kelime çok az.

Bir birliktelik, birbirine dokunma yaratıyorsun ve bu karşılıklı bir ‘kazan kazan’ durumu oluşturuyor. Sonuçta bu tanışıklıklar da Slow food’un bir amacı olan, üreticiden sofraya sisteminin de temelini oluşturuyor.

‘Kazan kazan’ değil aslında Bu, karşılık beklemeden ‘ver ver ver’. Ve sen hiç anlamadan ‘gelsin gelsin gelsin’. Gerçekten ben bunu yaşıyorum. Bu projelendirip yapabileceğin bir şey değil. Vermenin sana katbekat geri döndüğünü ve aslında gerçek modelin iyi niyetle vermek olduğunu gördüm. Boğaziçi Üniversitesi Boğaziçi İş İnsanları Derneğinde bunu bir sohbetimiz içerisinde geçirmiştik. Artık ‘kazan kazan’ modeli yok. Artık, ‘ver ve sen verdikçe geri alacaksın’ modeli var. “Bunu nasıl anlatırsın bize, sen küçük bir örneğisin” dediler. Hemen onlara şöyle bir cevap verdim: “Bu evden, aileden, küçücüklükten, okuldan gelen bir öğreti. Bir, karşılık beklemeden verebilme öğretisi. Sen verdikçe zaten evren, döngünün devam etmesi için sana çalışacak, sana da gelecek. Ama bunu bir iş programı olarak yazamazsınız. İyi kalpli insanlar olarak, doğaya, insana, hayvana ve yaşama saygılı insanlar yetiştirebiliyorsak bu sistem zaten kendi kendine işleyecektir...”

Seyr-ü seferleri sadece Anadolu’ya değil, Batıya da açıyorsunuz

İtalya’da, Anadolu Türk Mutfağı atölyesi yaptık. Şimdi hedefte Los Angeles ve New York var. ‘Dünya bizim’ demiştim mottomu sorduğunda. Bundan sonraki adım dünya…

Bu enerji nerden geliyor Selda?

Bu enerji, öyle benim yarattığım bir enerji değil. Ödül bu. Ödül!

 


Seyr-ü seferler, Adana ve Atatürk

Küçük notlar tutuyorum seyr-ü seferlerden sonra. Hem önden araştırma yapmış oluyorum hem de sonradan duygularımı ekliyorum. Yaptığımız sofralardan ya da yediğimiz içtiğimiz birlikte olduğumuz, bir masa etrafında toplandığımız insanlardan çok etkilenip, döndüğüm bir Adana seyahatinde bu fotoğraf karesini yakalamış, sosyal medyada paylaşmıştım. Altına da şöyle yazmıştım: “Belki de yediğim en lezzetli, en gerçek sofradaydım. Çünkü bu sofrada birlikte yemek yediğimiz çiftçilerin emekleri var, terleri var; gerçek yemek işte bu yemektir. Tarladan sofraya gelen…” Sonra hangi yıllarda acaba o fotoğraf çekilmiş diye araştırırken o kadar güzel bir şeye rastladım ki. Atatürk, Adana’da çiftçilerle yediği o yemekten sonra şöyle demiş: “En yüce, en sade, en mutlu ve samimi gece bu gecedir. Çünkü gece çok derin saygılarla sevgilerle bağlı bulunduğumuz milletimizin büyük çoğunluğunu oluşturan çiftçilerimizle bir sofrada bulunuyorum. Bu sofrada onların emekleriyle meydana gelmiş ekmeği onlarla beraber yiyoruz. 1923

Atatürk öyle adammış ki; Atatürk her şeymiş. Nasıl bir öngörü, nasıl öngörü ötesinde bir şey… O, çiftçilerle oradaki ekilmiş buğdayın ekmeğini yerken aynı böyle hissetmiştim. Atatürk’le aynı şeyi hissediyor olmak kadar güzel bir şey olabilir mi?