Kendini bilmek çok eski bir derttir. M.Ö. 800’lere tarihlenen, Yunanistan’daki Delfi tapınağının girişinde nosce te ipsum yazar, yani “kendini bil”. Bu değerli bir yük ve sonsuz, belki de hüzünlü bir çabadır. Bu çabaya girenler neden hüzünlendiğini bilerek, girmeyenlerse içini kemiren şeyi bir türlü isimlendiremeyerek yaşar. Bence bilme çabası iyi bir şeydir.

Dünya hali bizi yorduğunda, ‘çabamız nafile midir’ endişesine kapılırız ve insanlığa dair umutlarımızı kaybetmemek için bir desteğe ihtiyaç duyarız. İşte o zamanlarda imdadımıza bu işlere kafa yormuş insanların yazdığı kitaplar yetişir. Mesela “İnsanların eylemlerine gülmemeye, onlara gözyaşı dökmemeye, onlardan nefret etmemeye, ama onları anlamaya” çalışan hümanist bir filozoftan faydalanabiliriz. Kendini her gün yeniden inşa eden insana inanan Spinoza, hayatı saat başı değişebilen günümüz insanına elbette ki, işe yarar fikirler verebilir.

Yaşadığı dönemde değeri bilinmeyen, 19. yüzyılda Goethe ve Coleridge sayesinde gün ışığına çıkan Spinoza’dan, Bertrand Russell “büyük filozofların en soylusu ve müşfiki” diye söz edermiş. Goethe’den Einstein’a, tarihe adını yazmış pek çok insana ufuk açan münzevi filozofun bize söyleyecek çok sözü olmalı… Ama bu filozoflar ağır laflar ederler, onları bize anlatabilecek kişilere başvurmak işimizi kolaylaştırır. Anlama ve bilme çabamıza bir çentik daha atmak üzere Spinoza ile tanışmamıza vesile olacak Profesör Metin Sarfati’ye kulak veriyoruz…

 

Yazılarınızda pek çok filozofu anıyorsunuz ama Spinoza’yı özel bir yere koyuyor gibisiniz. Sizce Spinoza güncelliğini kaybetmemesini neye borçlu?

Felsefe eksiklikten doğar. Filozof eksikliğin olduğu yerde yaşam bulur. Eksiklik, önce insana ait en temel eksikliktir; kendine ait, dış dünyaya ait bilginin tam olmamasıdır. Öyle ise filozof eksikliğin tamamlanmasını isteyecektir. Ama bu isteğin algılanması, özgürlüğü gerektirecektir. Bu da ancak modern zamanlarda mümkün olmuştur.

Eksikliğin tamamlanma isteği, modern zamanların büyük radikal mimarı Spinoza tarafından ele alınacaktır öncelikle. Onun için kendisine “isteğin filozofu” denecektir. Spinoza isteği öncelikle bir var olma isteği “caute” olarak ele alır. Bu isteği de meşru görür. Ama daha sonra bunun -kapitalizm kavramı ortaya çıkmadan önce- “sonsuz istek”e veya “arzu”ya dönüşmesini eleştirecektir. Spinoza’nın uyarıları gerçekleşecek, “sonsuz arzu” bugünün uygarlığının temelini oluşturacaktır. Spinoza, modern zamanların rasyonel düşüncesinin büyük mimarlarından biridir; bunun yanı sıra, bugünün büyülü kavramları istek ve arzu üzerine analizleri, onu çağımızın filozofu yapacaktır.

Spinoza aforoz edilmeyi göze almış. Bir gruptan dışlanmak birey açısından trajiktir, peki dışlayanlar ne ile baş başa kalır? Grupta da bir çeşit travma olabilir mi?

Muhafazakâr bir toplumda yaşıyorsanız, henüz birey olmamış tutucu insanlarla karşı karşıyasınızdır. Burada tek seslilik hâkimdir. Egemen olan düşünce çoğul değildir. Farklı titreşimler içermez, homojen bir görüntüsü vardır. Yönetici sınıf da iktidarını bu sayede sürdüreceği için bu hali hiç durmadan teşvik ve tahrik edecektir. Dini, siyasi ve kültürel düzeyde toplumda oluşmuş ortak dogmaların dışında, herhangi bir sese artık izin verilmeyecektir. Biliyorsunuz, Kuzey Kore’de erkekler saçlarını bile başkanlarınınki gibi kestirmek zorundalar.

Şimdi sorduğunuz dönemdeki Yahudi toplumuna da bu analiz penceresinden yaklaşmak yanlış olmayacaktır düşüncesindeyim. İspanya, Portekiz sürgünlerinden sonra, Hollanda’daki Yahudi toplumu belli bir özerklik içinde yaşıyordu. Yöneticileri din adamlarıydı. Hollanda bunu onlara sağlamıştı. Din adamları da her zamanki Yahudi toplumunun var olma, varlığını sürdürebilme bahanesi ile toplumu radikal bir muhafazakârlaşma sürecine sokmuş, alternatif seslere tahammülsüz bir düzeye indirmişti.

Spinoza’ya saldırının da onu dışlama isteminin de bu oluşumun sonucunda olduğunu görüyoruz. Kin ve öç, mesela Herem üyesi Rav Morteira’yı yönlendiren temel güdü olacaktı. Kin ve öç, bütün muhafazakâr toplumlarda tutkal vazifesi görür. Dışlama, toplumda ve yönetimde bir arınma, bulaşıcı olabilecek bir virüsten kurtulma olarak algılanabilir. Bu durumda tahmin edeceğiniz gibi, toplumun kendi içinden birini dışlaması hiçbir travma yapamayacaktır. Herkes tersine mikroptan kurtulmanın, arınmanın sevinci ve mutluluğunu yaşayacaktır. Travma olması için toplumda birçok Spinoza olması gerekir. Dinsel kastın amacı işte bu çoğalmayı önlemektir.

Amsterdam’ı Yahudi bir fanatik tarafından uğradığı hançerli saldırının ardından terk eden Spinoza, “hoşgörüsüzlüğün ne mene bir şey olduğunu” hatırda tutabilmek için yırtılmış mantosunu yanında taşırmış. Hoşgörüsüzlüğün ve hoşgörünün bireysel, dilerseniz toplumsal anlamda getirdikleri (öfkede birleştirme gibi) ve götürdüklerinden bahsedebilir miyiz?

Biliyorsunuz ünlü bir söz vardır. Haçlı seferlerinde komutan şöyle bir emir verir askerlerine: “Herkesi öldürün. Tanrı kendisinden yana olanları ayıracaktır.” Hangisi olursa olsun, inancına dört elle sarılmış olanın ruh durumunu ve düşünce biçimini çok güzel yansıtır bu emir. Bu emre çok da az tanık olunmamıştır insanlığın tarihinde. Ve insanlar da bu büyülü sözlerle neler yapmışlar ve yapmaktadırlar, biliyoruz hepimiz.

Hoşgörü veya daha doğru bir deyişle tolerans, aydınlanmanın Voltaire’i tarafından çok etkileyici bir şekilde anlatacaktır. “Herkesi yok edin” emri, aslında hiçbir şey bilmediğimiz için, bu dünya üzerine bildiğimizi sandıklarımızın tartışmasız doğruluğuna dair inancımızı dile getirir. Bir gururun ifadesidir.

Bakın, ölü Mısırlıların kitabı neredeyse 3000 yıl önce ne yazıyor: Bir ölü Osiris’e şöyle der: “Ey hakikatin efendisi! Sana hakikati getiriyorum. Senin için kötülüğü yok ettim. Kimseyi öldürmedim. Ağlatmadım, aç bırakmadım. Kimsenin kölesine kötülük yapmasına neden olmadım. Kimseyi korkutmadım. Yüksek sesle konuşmadım. Hakikati ve doğruyu ifade eden sözlerle kulaklarımı kapatmadım. İsmimi şan ve şöhret sahibi olmak isteği ile kullanmadım.” Şimdi bireysel ve toplumsal düzeyde, temel düzenleyicinin bu olduğunu düşünün. Yetmez mi bu, başka bir şeye ihtiyaç olur mu? Kutsal kitapları bir tek bu cümleye indirgeyemez miyiz?

Burada söylenenin gerçekleşmesi için ilk koşul Spinoza’nın “caute”sidir (Caute: “Sakın kendini!” Spinoza’nın mührünün üzerinde yazar). Böylece bireysel ve toplumsal toleranssızlığın ve kışkırttığı saldırganlığın sonunun gelmesinin ilk şartı yerine getirilmiş olacaktır.

Maalesef toplumların tarihinde de İsa hariç tek tanrılı dinlerin tarihinde de Mısırlıların bu çok eski cümleleri, piramidin ölüleri gibi turistik ziyaret konusu olmaya bırakılmıştır.

“Spinoza ‘isteğin’ ve ‘neşenin’ filozofudur. ‘İstek’ önce ‘var olma’, sonra da ‘anlama, bilme’ isteğidir” diyorsunuz. Sizce “var olma” isteği taşıyan insanlar ve “sonsuz zenginlik” arzusuyla yanıp tutuşanların dünyayı algılamaları arasındaki fark nedir? Onları bize onların gözünden anlatabilir misiniz?

Bilebileceğimiz kadarıyla bu dünya üzerindeki var olma süremiz çok kısa. Tutunmak istiyoruz boşlukta. Ama biliyoruz ki, varlığımız bu sonsuzlukta bir toz zerresi kadar bile yankılanmayacak. Sorduklarınız bu tutunma çabasına denk düşüyor. Modern zamanların başında tutunma, “sahip olma isteği” olarak somutlaştı. Sahip olundukça boşluğa fırlattığımız çığlığımızın yankı bulup geri döneceği düşünüldü. Sahip oldukça artan rahatımızla ve insanları yönetebilme gücümüzle sonsuzlukta iz bırakacağımız sanıldı.

Bugün “sahip olarak var olma”, yerini “görünerek var olma”ya bıraktı. Sosyal medya araçlarını düşünün, durmadan görünmek istiyoruz. Böyle var olacağımızı düşünüyoruz. Zenginliğin görüntüsünü düşünün. Ama Adam Smith’in dediği gibi, pekâlâ içten içe biliniyor ki bunlar boşuna çabalar. Onun için her görüntü verdiğimizde, tekrar ve daha çok görüntü vermek istiyoruz. Kalabalığın içinde sessiz bir çığlığız, sanki zengin oldukça daha çok zengin olmak istiyoruz, daha çok görünmek için.

Spinoza’nın “conatus”una göre varlık, var olmak isteyendir. Anlattıklarım bence var olmayı dahi beceremeyen modern zaman insanıdır. Zihni ile bedeni ile “hakikat”in peşine düşenler, ancak bu kaygan zeminde belki var olurlar. Ruhu ile bedeni ile varlığı kavrama isteğinde belki tatmin olabilir insan. Kim bilir bir yazımda Spinoza’nın ağzından belirttiğim gibi belki de o zaman “ölüm, yaşamak demek” olabilir. Gerçek neşe, gerçek sevinç, var olunan hakikati kavramaktan başka bir şey olmayacaktır.

“Arzu bireycidir, sahip olmak istediğini depolayıp saklarken, gözünü kendinden fazlasına sahip olana diker. Neşe ise kolektiftir, depolanmaz, özgürlüğü sever, yayıldıkça artar” diyorsunuz. Bu kadar sade bir gerçeği neden sıradan insanlardan değil de bir filozoftan duyuyoruz?

Tabii ki ben filozof değilim. Kolay bir şey değil filozof olmak. Düşünmeye çalışıyorum sadece. Modern zamanlar bize birçok şey kazandırırken, bizi yanılsamalar içinde sanki Maimonides’in dediği gibi “kaybolmuşlar”ın yollarının başına getirdi bıraktı veya Heidegger’in dediği gibi bir yere çıkmayan yolların labirentine sürükleyip attı. Bu labirent bugün Google’ıyla, Apple’ıyla, Facebook’uyla teknolojinin ve iktisadın dünyasının çıldırtıcılığında dolanıyor. Gerçek artık onların istediği gerçektir. Mutluluk onların betimlediği mutluluktur. Bize kalan kaybolmuşluğun içinde mutlu olmaktır. Görünerek, durmadan gerçekte olmayan görüntüleri vererek, bir hayal olarak mutlu olmaktır. Görüntü bireyin kendisine aittir, egosuna aittir. Narsisizmin besleyicisidir. Narsisizmin hikâyesini biliyorsunuz, bir hayaldir. Yokluğun hikâyesidir. Eski kültürler ölümle beraber yaşarlardı. Bugün ölümden kaçmak gerekiyor. Gelin görün ki, görüntünün göründüğü anda yok olması, her an bizi boşluğun çıldırtıcı resmi ile karşı karşıya getiriyor. Göründükçe yok olmayı hatırlıyoruz. Hatırladıkça bireysel çıkışlarda yol arıyoruz. Racine “en büyük yalnızlıklar kalabalık kentlerde hissedilendir” der.

Kolektif olanın, 20. yüzyıl deneyimlerinden sonra bize kötü bir şey olduğu anlatıldı ve şimdi modern zamanlar sonrasında görüntümüzün hayalinin çıldırtıcı görüntüsü ile karşı karşıyayız.

21. yüzyıl insanları olarak Spinoza’dan ne öğrenebiliriz?

Bu kadar karamsarlık içinde Spinoza hâlâ ışık tutabiliyor. Tutabiliyor ki, kitaplarının satışı sevindirici bir hızla artıyor. “Umut, korkunun arka yüzüdür” önermesi ile umut beslemenin, hayaller üzerine kurulu olmaması konusunda uyarır filozof.

Eğer yavaşlayacaksak, sadeleşeceksek, hızın ve görüntünün hayalinden kendimizi alabileceksek, ola ki 21. yüzyılın ilk çeyreğinin ufkunda beliren tehlikeli dönemeci alabiliriz.

Spinoza

Baruch Spinoza 1632’de Amsterdam’da doğdu. Portekizli Yahudi bir aileden geliyordu. İspanyolca ve Portekizce bilirdi. Latince, matematik ve Kartezyen felsefe üzerine çalıştı. Biraz Yunanca öğrenmişti; Fransızca, İtalyanca, İbranice ve Hollandaca bildiği dillerdi. 1656’da görüşleri nedeniyle aforoz edildi. Geçinmek için mercek ustalığı yaptı. 1660’da Leyden’e, 1663’te Lahey’e taşındı. 1673’te Heidelberg’de felsefe profesörlüğü önerildiyse de kabul etmedi. 1677’de veremden öldü.

Spinoza hayattayken yayımlanan çalışmaları, Descartes’in Principia Philosophiae (Felsefenin İlkeleri) eserini yorumladığı çalışması ve Teolojik-Politik İncelemeler adlı kitabıdır. Etika ölümünden uzun bir süre sonra yayımlanır. Diğer kitapları, notları ve tamamlanmamış yazılarından yararlanılarak hazırlanmıştır.

Metin Sarfati

İstanbul’da doğdu. Toplumsal sorunlarla Galatasaray Lisesindeyken ilgilenmeye başladı.
İstanbul Üniversitesi İktisat Fakültesinden mezun olduktan sonra Doktorasını tamamladı.
Marmara Üniversitesi Siyasal Bilimler Fakültesi Fransızca Kamu Yönetimi bölümünde “İktisadi Düşünce Tarihi” alanında Doçentlik aldı ve aynı bölüme Profesör olarak atandı. Fransa’nın çeşitli üniversitelerinde ders verdi.

Kitapları: Uygarlığın Bunalımı: Psikanalizin ve İktisadın Kavşağında Bir Analiz Denemesi (2014), Ekonomi Politiğin İnsanı Kim’dir? (2010).

Ortak Kitaplar: Tarabya Çalışmaları (2009), Görünmez Adam Smith (2010), İktisatta Yeni Yaklaşımlar (2011), Darwin ve Evrimsel İktisat Sempozyumu (2011), İktisatta Bir Hayalet: Karl Marx (2012), Edebiyattaki İktisat (2014), İktisat Sadece İktisat Değildir (2015), Liberalizmi Yeniden Düşünmek (2016), İktisat ve Diğer Bilimler (2017), Türkiye’de İktisadi Düşünce (2017), Zarif Mezar Taşları (2018), The Science and Education at the Beginning of the 21st Century in Turkey, Volume 3 (2013).

Mücevhercilik ve optik

Spinoza’nın mercek ustalığına yönelmesini, o dönem Yahudilerin, keza Spinoza’nın ailesinin, mücevher sektöründe faal olmalarıyla açıklayan bir görüş var. Mercek üretiminde muhtemelen mücevherciliğin yöntem ve aletlerinden ilham alındığı, mercek aşındırmada mücevher tozunun kullanıldığı gibi örnekler sunan kaynakta, 17. yüzyıl başında taş parlatma işi yapan Amsterdam’a göç etmiş Portekiz kökenli Yahudilerden bahsediliyor. Taş yontan çarkı kullanan aileden kadınlar, sektördeki kayda geçmiş ilk kadın işçiler. Geçinmek için çoluk-çocuk bütün aile günde 12-15 saat çalışıyor. Mücevhercilik Yahudiler arasında geleceği garantileyen, statü sağlayan, kazançlı bir iş olarak görülüyor.

Spinoza’nın optik bilimine özel ilgi duyduğu, işçiliğinin mükemmelliği sayesinde merceklerinin tercih gördüğü söyleniyor. Ne yazık ki, soluduğu cam tozları onun erken ölümünü hazırlıyor. Hiçbir dine ait olmasa da ondan hep “Yahudi” diye söz ediliyor. Spinoza’nın merceklerini öven, Satürn’ün halkasını ve 4 ayını keşfeden ünlü Hollandalı Astronom Christiaan Huygens bile onu “Voorburg’lu Yahudi” diye anıyor.

 

Kaynak:

https://www.bilgipesinde.com/tarih/detay/baruch-spinoza https://www.felsefe.gen.tr/baruch-spinozanin-hayati-ve-eserleri/ https://eksisozluk.com/baruch-spinoza--1097948?p=22 https://metinsarfati.com.tr/ https://www.kabalci.com.tr/etik/ethica/benedictus-de-spinoza/kabalci-yayinevihttps://kvond.wordpress.com/2008/07/30/spinoza-and-diamond-polishing/ https://www.nytimes.com/2006/06/18/books/chapters/0618-1st-golds.html