Değerli okurumuz, size 3 soruluk bir mini yarışma düzenledik. Sorular biraz özel belki. Ama cevapları da zaten kimselere söylemenize gerek yok, onlar sizde kalacak.

- Doğduğunuz andan itibaren bu hayatta en çok sevdiğiniz 3 kişi kim?

- Doğduğunuz andan itibaren bu hayatta en çok değer verdiğiniz 3 kişi kim?

- Tamamını kendinize ayırmaya karar verdiğiniz bir zaman diliminde iken o anda telefon çaldı. Bir arkadaşınız birlikte kahve içmeye çağırdı. Ne yaparsınız?

 

 

Kutlamaları severiz. İsteriz ki, her anımız kutlamalarla, sevgiyle geçsin. Ama unuturuz gündelik yaşamın keşmekeşinde... Unuttuğumuzu bildiğimiz için de takvime özel günler yerleştirmişiz. Sevgililer Günü de, Şubat ayının kutlama ve sevgiyi hatırlama bahanesi. Biz de bu yüzden, holistik beslenme uzmanı arkadaşım Ece Benligiray ile holistik yani bütünsel beslenme üzerine konuştuk…

Yukarıda okurlarımıza en sevdiklerini ve en değer verdiklerini sorduk... Ne amaçlıyorduk bundan?

Bir farkındalık. Şunu merak ediyorum: Acaba kaç kişi cevaplarına kendi adını yazıyor? Kaç kişinin en çok sevdiği, en çok değer verdiği insanlar arasında kendileri yer alıyor? Kaç kişi arayan arkadaşlarına yalan söylemeden o anı kendisiyle baş başa kalmak için ayırdığını söyleyecek denli kendine değer veriyor? “Başkalarını seviyoruz” diyoruz ama büyük çoğunluğumuz kendimize bu değeri vermiyor. Biraz sorunca, cevaplarına kendi adını yazanların çoğunun, çok yakın bir zamanda yaşadığı bir farkındalık olduğunu öğreniyoruz. Diyorlar ki, “Öyle bir kazık yedim ki, hayatımın en önemli kişisinin kendim olduğumu anladım.”

“En sevdiğim kişi ben kendimim” demek, bencilce, egoistçe değil mi? Narsistik olmaz mıyız “en değerli benim” deyince?

Biz kendimizi sevmekten korkuyoruz. Oysa sana cebinden bana bir çikolata versene desem. Cebinde çikolata yoksa, yok diyeceksin rahatlıkla. Kendini beslemediğin zaman başkasına nasıl verebilirsin ki? Kendini sevmekten korkan insan başkasını sevebilir mi, mümkün değil.

Beslenmeyi konuşacaktık

Haklısın. Ama bu nokta önemli. Beslenme konusu da önemli. Zaten sonraki sorum da bu: Beslenme deyince aklınıza ne geliyor?

Bütünsel beslenme?

Beslenmeyle ilgili ilk verilen cevap yemek. Ama nelerden beslendiğini sorsam, spor denecek belki; tiyatro, müzik, arkadaşlar, ilişkiler, hobiler... Bütünsel beslenme dediğimiz olgu… Sadece gıda değil; her çeşit beslenme. Ancak, böyle bir beslenme için kendi öz varlığımızın farkında olmamız lazım. Ona bir sevgi duymamız, verdiğimiz değeri gösterecek zamanı ayırmamız ve yeri geldiğinde onu ortaya koymak için belli şeylerle karşı karşıya gelmemiz lazım. ‘Hayır’ demeyi bilmeli ve hayır dediğimiz insanın vereceği tepkiye hazırlıklı olmalıyız. Kırmadan o ilişkiyi yönetecek bir duruş sergilememiz gerekiyor. ‘Hayır’ cevabı karşı tarafa çok kolay geçmiyor ama söylemek lazım.

İlişkileri inşa etmek için emek harcamalı, kendimize ayırdığımız zaman için pişmanlık duymamalıyız. Farkına varmadığımızda, kendimize öz değerimizi vermediğimizde dengeler şaşıyor. Bedenlerimiz de bu şaşan dengelerin ilk göstergesi oluyor, kilo alıyoruz ya da çok zayıflıyoruz.

Bir mesaj olarak fazla kilolar: Beni gör!

Değerimizi göz ardı ettiğimiz yerde, duygusal bir açlık oluşuyor ve bu açlığı daha çok yemeye başlayarak doyurma çabasına giriyoruz. İşin aslı, bilinçaltımız bize sesleniyor: Beni gör! Beni onayla! Varlığıma onay ver! Onu ortaya koyabilmek için kilo alıyoruz…

Ya da anoreksiyaya varacak derecede zayıflıyorlar

Çok zayıfların derdi şu: Kendimi yok edeyim tamamen. Görünmüyorum bari yok olayım. İdeal beden üzerinden hep gidiyoruz ya…

Hepimizin bir şekilde görünür olma ihtiyacı yok mu?

Yetişkin olmak, birey olmak, ruhsal tarafında tekâmül, bunların hepsinin gerçekleşebilmesi için bir yerlerden geçmemiz gerekiyor. Bazen değersizlik duygusuyla karşılaşıyorsun. Sistem böyle çalışıyor. Ağırlığı 0-2 yaş arasında atılan kayıtlar bunlar. Sonra sen kendini yeterlilik ve değerlilik duygusuyla tekrar inşa ettiğin zaman birey oluyorsun zaten. Artık dışarıdan onay ve sevgi ihtiyacı duymuyorsun. Tabi ki, sevilmek her zaman güzel de, kendi iç onayını muhafaza edip kendini içten sevebildiğin zaman bireysin. Üstatların, guruların dışarıdan sevilmek diye bir derdi yok! Öz varlığıyla o kadar bütün ve huzur içinde ki… Bu hayatı neşeli kılan da o yolculuk. Yani hepimiz ben zaten çok yeterliyim ve çok değerliyim, hiçbir şey yapmasam da bütün dünya beni çok sevecek kafasıyla gitsek, ne insanlık bu kadar gelişir, ne biz bu kadar eğleniriz. Yediğimiz dayaklar bir taraftan, o dayaklardan kurtulma ve kendimizi iyileştirme süreci hayatı neşeli hale getiriyor.

Sorun o düştüğümüz yerde takılıp kalmamız. Yeniden ayağa kalkmanın yollarını bilmememiz...

Oysa sağlıklı bir birey olmak için o yolları bilmek gerekiyor.

Kısaca sıralasak?

1)      Düştüğünü Kabul etmek gerekiyor.

2)      Acıdığını Kabul etmek gerekiyor

3)      Düşmenin normal olduğunu Kabul etmek gerekiyor.

Hep şöyle bir duruş var: acımadı ki. Nasıl acımadı. Düştün ve acıdı. O acıyı iyileştirmek için kendine zaman vermen gerekiyor.

Bu acıyla devam etme çabası neden?

Ötekiler ne der? Düştüğünü ve acıdığını dışarıya belli edememe durumu. Çünkü o kadar kendini sevmeme durumunda ki, dışarıdan onay alabilmek için kendine verdiği sevgiden vazgeçip dışarının tepkisine bakıyor. Bu arada da kendine kızıyor, ben nasıl düşerim diye… Acıyla yoluna devam edebilmek için de güce ihtiyacın var. O güç bir gün tükeniyor. Alzheimer’la patlıyor. Başka hastalıklarla patlıyor. Oysa, “Tamam, ben düştüm. Düşmeme rağmen ben değerliyim. Hata yapmaya hakkım var. Kendimi biraz toparlayıp kendime biraz anlayış göstermeye de hakkım var, acıdığını hissetmeye de hakkım var ve sonra bunu iyileştirmek için neler yapabilirim” diye düşünmek de var.

Değer duygusu ve göbek bağı

Hareket konusu da öyle. Sen bedenine ne kadar iyi bakarsan o da sana o kadar iyi hizmet edecek. Ama sınırsız hizmet etmek mecburiyeti varmış gibi bir yaklaşım içerisindeyiz. Aynanın karşısına geçip ben bu bedeni beğenmiyorum demek kolay. Kim yaptı peki onu öyle? İhtiyaçlarını karşılamadın, hor kullandın. Sonra göbeğin çıktı…
Göbek bağımız dünyaya bağlandığımız yer; kendimizi değerli olduğumuzla ilgili duygu birikimini de göbek bağı üzerinden alıyoruz. O göbekte biriken yağlar o değer duygusunun düşüklüğünün getirileri. Kendine verdiği önemle, özenle bağlantılı.

Değer duygusu mu yeterlilik mi?

Yeterlilik dünyaya dair bir şeyleri ortaya koyabilme becerisi... Değerlilik ise hiç bir şey yapmadan ve hatta hatalarına rağmen kendini iyi hissedebilme hali… Değer duygusu daha düşük olanların yeterlilikleri çok yüksek oluyor genelde.

‘Her değer duygusu düşük olan, yeterlilik için çalışıyor’ anlamı çıkmaz ama dönüp baktığın zaman yeterliliğini yükselterek kendini değerli hissetme çabası illa ki görülür. Anne babanın yan bakışından seni o kadar sevmediklerini anladığın anda gözlerine girmek için bir şey yapman gerektiğini öğreniyorsun.

Çocuklar neden obez?

Çocuğun annesiyle sadece o sevgiyi alarak geçirdiği kaliteli zaman dilimleri azaldıkça çocuğun korunma duyguları arttıkça obezite de artıyor. Çocuklar sınırsız yetiştikleri için korunma ihtiyaçları var. Fazla kilo problemlerinin altında yatan nedenlerden biri de koruma/korunma dürtüleri çünkü...

Sınırsız yetişmek derken?
Her şeyi yapabilme özgürlüğüne sahip bir şekilde yetiştiriyoruz çocuklarımızı. Çocuk biraz sınır istiyor. Anne babasının onu korumasına ihtiyacı var. Yeni nesil çocuklar, o kadar sınırsız yetişiyor ki, ‘Beni benden korur mu?’ sorusunun olumlu bir karşılığı yok. O zaman kendini korumak için daha çok yemek devreye giriyor.

Çocuklardaki obezitenin bu kadar artışı ile ilgili bir tarafında da, o çocuğun biraz kontrolsüzlüğü var. Ve, tabi ki gıdaların etkisi... Bunu minimize etmek için çocuklarla çalışıyorum. Beslenme Dedektifleri adında tescilli bir markam var. Programa katılan çocuklar sağlıklı yaşam bilincini ve sağlıksız gıdaları öğreniyorlar. Ama salt çocukla çalışmak yeterli değil tabii. O yüzden anne babalara da eğitim veriyorum.

Bütün marketler cezbedici sağlıksıza gıdalar ile doluyken... Nasıl olacak bu?

Belli bir bilince ulaşmış olanlar iradeyi kullanarak çok daha rahat hareket ediyorlar. Ancak, sağlıksız gıdadan kaçamazsınız. Sağlıksız gıdayı sıfırlayamazsınız. Bugünün meselesi, sağlıksız gıdayı minimize etmek ve o sağlıksız gıdaya gitmediğin zaman da kendini eksik hissetmemek gerek.

Sanki burada başa dönüyoruz. Beslenme meselesi aslında bir duygusal yönetim meselesi mi?

Dört ayaklı bir masa gibi düşünmek lazım. Bir bebek dünyaya geldiği zaman acıktığında kıyameti koparır. Doyduğu zaman bir lokma daha veremeyiz. Onu zorlayan hep biziz. Büyüdükçe, ihtiyacından fazlasını yemeye onu zorladıkça sonunda bir öğrenilmiş çaresizlik yaratıyoruz. Bu gıda tarafı, masanın bir bacağı…

İkinci bacak, hareket tarafı. Çocuk yorgunsa ona bir şey yaptırabilir misin? Hareketli ise durdurabilir misin? Mümkün değil. Biliyor mu bebek ihtiyacını?

Üçüncü bacak, uyku. O da aynı şekilde. Bebek, bedeninin ihtiyacını o kadar güzel bilip karşılama yetisine sahip ki…

Dördüncü bacak ise, güven. Kendini güvende hissetmediği zaman da bunu ortaya koyabilecek becerisine sahip. Altını kirletmiş temizlememişsin. Yaygarayı koparmıyor mu? Ya da sevgi almıyorsa, orada da bir ciyak viyak durum söz konusu. Güven ihtiyacı.

Sorun ne zaman başlıyor?

Yetişkin hale geldikçe masanın bacaklarının dengesi bozuluyor. Önce güven, yeterlilik ve değerlilik tarafı bozulmaya başlıyor. Bunu diğer bacaklarla kapatmaya çalışıyoruz. En kolay olan ne? Elimizin altında ne var? Gıdalar var. Gıdaları bozduğun zaman uyku da bozuluyor. Yiyip yatıyorsun ve uyuyamıyorsun. Mide kendi işini halletmemiş çünkü. Ya fazla hareket ediyorsun ya da az hareket ediyorsun. Oysa ihtiyaç güven ayağındaydı. Hala orada. Diğer ayakları besleyerek dengeyi daha çok bozuyorsun. Kilo almaya başlıyorsun.

Sen zaten ‘kaşıkçı elması’ iken ‘tektaş’ın bilmem nesi olmaya uğraşıyorsun ki?

Onun için kendimizi sevmek ve kendi yeterliliğimizden emin olmak, kendi değerimizin farkında olmak, “Evet ben kendimi seviyorum ve bu değeri hak edecek kadar da güvendeyim” demeyi öğrenmek ve sistemin içinde güvende olmayı yeniden keşfetmek gerek. Bu olduğu zaman hem vücudumuzda ideale ulaşıyoruz hem de hayatımızda. Çünkü denge kuruldu mu her yerde kuruluyor. İhtiyacın kadar ve yeteri kadar hareket ediyorsun, besleniyorsun ve uyuyorsun.

Değerli olduğunu ve sevgide olduğunu fark ettikçe dışarıdan onay alma ihtiyacın da yok oluyor. Işıldıyorsun…

Beden muazzam bir organizma. Bireysel olarak biz muazzamız. Ama o kadar farkında değiliz ve o kadar o mükemmelliğimizi normalleştirme çabasındayız ki... O muazzamlıktan ve mükemmellikten korkup ait olmaya çalışıyoruz bir şeylere, birilerine.

Kaşıkçı Elmasının sahibi kim? Dünyanın en nadide eserlerinin sahibi yok. O kadar biricik ve nadideyiz ki aslında. Yine de birilerine ait olma çabamızı hiç bırakamıyoruz. Sürekli güzel olduğumuzu duymaya ihtiyacımız var. Biricikliğimizin farkında değiliz. ‘Dünyada benden bir tane var’ı fark ettiğimiz anda, bunu bize kimsenin söylemesine ihtiyacımız yok.

Peki, ben niye Kaşıkçı Elmasıyken kendimi Tektaşın bilmem nesi haline getirmeye uğraşıyorum ki? Hiç ihtiyacım yok. Başkaları söylese de söylemese de. Bunu bilmek işi değerli kılıyor.

Ece Benligiray kimdir?

Doktor ya da öğretmen... Hatta ikisi birden. İkisi birden olmak istemiş çocukken hep Ece. Kendisi de genç yaşında geçirdiği önemli ameliyatlar sonrasında kilo sorunları ile karşılaşmış. Oysa küçüklükten itibaren uzun boyu ve zarafeti ile bedeninin farkındalığında yetişmiş.

Ece, gıda mühendisliği okudu. 15 yıl kadar gıda sektöründe çalıştıktan sonra kendisini gerçek manada ifade edebileceği mesleğin aslında beslenme danışmanlığı olduğunu ve bunun sadece gıdayla değil psikolojiyle de bir arada harmanlanabileceğini fark etti. Amerika’da, bütünsel beslenme koçluğunun yanı sıra birçok dalda tamamlayıcı eğitimler aldı. Ece bugün bu konuda eğitimler ve seminerler verdiği gibi psikoloji doktorasını da tamamlamak üzere. Ayrıca fazla kiloları neden vermediğimiz konusunda bir kitap yazmakta.

Kilo sorunun altında çözmemiz gereken bir şey var. Onu çöz, zaten kilolar gidecek” diyor ve ekliyor “Yıllardır yaptığım danışmanlıklardan vardığım sonuç, kökenine inmeden sorunları çözemediğimiz. Spor yapıyorsun, diyet yapıyorsun ‘dikeni üstten kesiyorsun.’ Oysa içine girip kökü ortadan kaldırdığında bir daha bir şey yapmana gerek kalmıyor. Zaten çiçek açıyorsun orada.”