Görkemli Milano Garı’nın altında 21 numaralı perondan kalkan ölüm yolculuğuna çıkan trenleri herkes unutmuştu.

Ama 1944 yılında, oradan trene binip Auschwitz cehennemine gidip dönebilenler için unutmak hiç kolay olmamıştı. Bugün 89 yaşında olan, geçtiğimiz ay mecliste başlattığı ırkçılık ve antisemitizm soruşturması yüzünden tehditlere maruz kalıp kendisine koruma tahsis edilen, İtalyan Hükümetinin tabii senatörü Liliana Segre, babasıyla birlikte bu trenlere binenlerden ve dönebilenlerden biri.

İtalya’daki Holokost hakkındaki kitabım için yaptığım araştırmalar sırasında, çok kişinin bilmediği, 2013 yılında kurulan bu müzenin kaydına rastlamıştım. Geçtiğimiz yaz ağustos ayında, Milano şehrinde bir sempozyuma katılan kızımla buluşmak için İsviçre’den Milano trenine bindim. Ve gara iner inmez de valizimi müzenin gişesine bırakıp, sırf Yahudi oldukları için katledilenlerin anısına inşa edilen bu görkemli anıtı gezdim.

Yedi bin metrekarelik bir alana yayılan “Memoriale della Shoah di Milano” Holokost Müzesi, 1994 yılında Milano Gar’ının altında, Yahudileri toplama kamplarına götüren eski bir posta vagonunun bulunmasıyla gündeme gelmiş. Bu, sözü geçen vagon 21 numaralı perondaymış. Başta Yahudi Cemaati’nin ve birçok kurumun girişimiyle burası müthiş bir müzeye dönüştürülmüş. 2002’de tasarlanan proje, ancak 2010’da ilk temel taşı ile başlayıp, halka 27 Ocak 2013’teki Holokost’u anma gününde açılmış. Ve açılış konuşmasını, 30 Ocak 1944 yılında, o zaman on iki yaşında olan Liliane Segre yapmış. Babasıyla o soğuk Ocak sabahında trene binen 605 kişilik konvoydan sadece 22 kişi geri dönebilmiş.

Müzenin tanıtım kitabında Liliana Segre, San Vittore hapishanesinde geçirdikleri son günlerini, SS subayları tarafından nasıl yaka paça trene bindirildiklerini ve Auschwitz’e korkunç şartlardaki yolculuklarını anlatıyor: “Herkes ağlıyordu. Avusturya’ya doğru yol aldığımızı bilmek korkunçtu. Hıçkırık korosu, trenin gürültüsünü bastırıyordu. Vagon soğuktu, karanlıktı, sidik kokusu her tarafı sarmıştı, kımıldayacak yer yoktu, bacaklarımız uyuşmuştu…. Ben ne açtım ne de susamıştım. Belki babam ben olmasaydım, San Vittore hapishanenin duvarından atlayarak kurtulabilirdi. Onun solgun yüzüne, günlerce uyumamaktan kızarmış gözlerine bakıp ona sımsıkı sarılıyordum. Bana sakladığı bir parça çikolatayı yedirmeye çalışıyordu. Onu memnun etmek için ağzıma koyduğumu yutamıyordum… Saatler geçiyordu. Geceler ve gündüzler iradelerimizin dışında. Zamanı hesaplamak zordu. Azının saatleri vardı, olanlar da artık bakmıyordu… Son günlerde vagonda sessizlik hüküm sürüyordu. Kimse artık ağlamıyordu ve şikâyet etmiyordu. Herkes son anların geldiğinin farkındaydı ve söylenecek bir şey yoktu. Yakınlarımıza sarılarak sevgimizi sunuyorduk son bir mesaj olarak.”

Müzeye girdiğinizde bu atmosferi iliklerinize kadar hissediyorsunuz. Girer girmez karşınıza iki devasa duvar çıkıyor. Birincisinde Indifferenza / kayıtsızlık yazıyor, ikincisinde de bütün buradan trenlere binenlerin isimleri yer alıyor. Karanlık, loş ışıklarla aydınlatılmış eski hayvan vagonları, panolar, hayatta kalanların seslendirdikleri videolar yaşanan dehşet anlarını öyle etkileyici bir şekilde aktarıyordu ki, uzun zaman tesirinden kurtulamadım. Kapanma saati de yaklaştığı için yegâne ziyaretçisi bendim müzenin. Doğrusu biraz ürkerek dolaştım labirent gibi dar ve karanlık koridorlarında. Havasız, susuz, yiyeceksiz, temel gereksinmeler karşılanamayan, erkek, kadın, yaşlı demeden üst üste tek beden halinde bu ölüm yolculuğuna çıkarılan suçsuz insanları penceresiz vagonlarda hayal etmek insanın tüylerini ürpertmeye yetiyordu.

Dünyada bu soykırımın bütün izleri silinmek istenirken, böyle trajik olaylara sahne olmuş bir yerin, olduğu gibi muhafaza edilmesi ve gelecek nesillere gösterilebilmesi çok etkileyici. Üç katta yayılan bir kütüphanesi, Joseph ve Jeanne Nessim adını taşıyan bir oditoryumu mevcut. Bu müzeyi panellerle, konferanslarla, kültürler ve dinler arası bir diyalog platformu olarak planlamışlar.

Yolunuz Milano’ya düşerse, bu muhteşem anıtı görmenizi öneririm.