2019’un Eylül ayında hayata bakış açımı değiştiren bir kitap okudum. Bu, Viktor E. Frankl tarafından 1946 yılında yazılmış “İnsanın Anlam Arayışı” kitabıydı. Frankl, 1905-1997 seneleri arasında yaşamış Avusturyalı Yahudi bir psikiyatr. 1942 yılında ailesi ve eşi ile beraber Terezin kampına atılmış ve sonraki üç sene boyunca bir kamptan diğerine yollanmış. Holokost sırasında Auschwitz de dâhil olmak üzere dört ayrı kamptan kurtulmuş. 1945 yılında kurtulduğunda eşi ve ailesinin kamplarda öldüğünü öğrenmiş. Dünya çapında 12 milyondan fazla satılan “İnsanın Anlam Arayışı” kitabının ilk bölümünde kamplardaki deneyimlerini, ikinci bölümünde ise deneyimlerinden yola çıkarak yarattığı “Logoterapi” ismini verdiği psikoterapi ekolünü anlatıyor.

İnsanın Anlam Arayışı

Kitabın ilk bölümünü okumak gerçekten de zor. Frankl, kamplardaki deneyimlerini oldukça masum, sade ve objektif bir dille anlatıyor. Kamp psikolojisinin üç evreye ayrıldığını söylüyor: kampa ilk giriş süreci, kamp hayatına alışma süreci ve kamptan kurtulduktan sonra yaşanan süreç.

“İlk evreyi betimleyen semptom şok” diyor. Yaşadıklarının gerçek olduğunu kabul edemediğini, hatta Auschwitz’in kapılarına gelmesine rağmen hala son anda bir şekilde kurtulacağına inandığını söylüyor. İnsan zihninin ve vücudunun her şeye alışabildiğinden bahsediyor. Kendisinin her gece soğukta sadece birkaç saat uyumaya, dişlerini fırçalamamaya, cam ile tıraş olmaya, hatta ölümün her an gelebileceği düşüncesine bile alıştığını anlatıyor. Ölümle karşı karşıya kalmanın kamp hayatının olağan bir parçası haline geldiğinden bahsediyor. Kamptakilerin kendi duygularını köreltmeye ihtiyaç duyduklarını ve bu sebeple de hissiz ve umursamaz bir hale geldiklerini anlatıyor. “Çorbamı içerken pencereden dışarı baktım ve bir cesedin bana donuk gözlerle baktığını gördüm. İki saat önce o adamla sohbet ediyordum. Şimdi ise çorbamı içmeye devam ediyorum.” Böyle bir durumda insan nasıl umut bulabilir?

“Kamplarda iç dünya güçleniyor”

Frankl, fiziksel ve ruhsal zorluklara rağmen kamplarda insanın iç dünyasının derinleştiğini anlatıyor. Güçlenen iç dünyanın, kampta yaşanan boşluk ve çaresizlikten bir kaçış sağladığını söylüyor. Örneğin, kamp sırasında, kendi zihninde karısıyla sohbet ettiğinden, bazen gün batımını ve etraftaki ormanı hayranlıkla izlediğinden, ya da kamptaki arkadaşlarıyla şakalaştığından bahsediyor.

Frankl’ın kendi deneyimlerinden vardığı sonuç şu: Auschwitz kadar acımasız bir yerde bile insan içsel özgürlüğünü, zihninin bağımsızlığını koruyabilir. “Toplama kamplarında yaşayan bizler, başkalarını rahatlatan ve son ekmek parçalarını paylaşan insanları hatırlıyoruz. Bu insanların sayıları az olsa da insanlardan tek bir şeyin asla alınamayacağının yeterli kanıtı: insanlığın kalan son özgürlüğü, her durumda kendi tavrını, kendi yolunu seçebilmesi.”

Frankl, kampların zorlu şartlarına rağmen mahkûmların seçim haklarının asla elinden alınamayacağını düşünüyor. “Her insan, böyle şartlarda bile, kendi zihnine ve ruhuna neler olacağını seçebilir. Toplama kampında bile asaletini koruyabilir.” Toplama kamplarının eziyetlerini asaletle karşılayabilmenin, kaybedilmeyen içsel bir özgürlüğün kanıtı olduğuna ve kendi seçimlerimizle toplama kampında bile anlam yaratabileceğimize inanıyor. Her şartta anlam yaratabilme özgürlüğünün hayata umut kattığını düşünüyor. Yani Frankl, anlamda umut buluyor. Frankl’a göre şartlarımıza rağmen hayatı asil ve onurlu bir şekilde yaşamak bizim seçimimiz. Kaderimizi, dertlerimizi, acılarımızı nasıl yaşayacağımızı seçmeye özgürüz. Ve hayata anlam katan, bu özgürlük. Seçme özgürlüğümüz her zaman bizim elimizde, toplama kampında olsak bile hala özgürüz. Bu temel özgürlük, “varoluşçu” felsefenin ve psikolojinin esasını oluşturuyor.

Kendi anlamını yaratma özgürlüğü

Frankl’ın inandığı kendi anlamını yaratma özgürlüğü, varoluşçuluğun en büyük isimlerinden Fransız filozof Jean Paul Sartre tarafından da dile getiriliyor. Sartre’a göre “varoluş özden önce gelir.” Bu dört kelimelik cümlenin anlamı aslında oldukça karmaşık ve zengin.

Kolayca anlamamız için şöyle örneklendirebiliriz: bir kaşık düşünelim. Bir kaşık neden vardır? Çorba içmek için veya yemekte servis yapmak için. Yani, “yaratılmadan” önce kaşığın amacı, özü, “hayatının anlamı” belirlenmiştir.

İnsan olmanın trajedisi, özünün varoluşundan sonra gelmesidir. Hayata amaçsız ve özsüz başlıyoruz, fakat yaşadıkça istediğimiz gibi anlam bulmaya, seçim yapmaya özgürüz. Sartre için bu özgürlük, aynı zamanda hayatın en büyük sorumluluğu. “İnsan, özgür olmaya hükümlüdür. Hükümlüdür çünkü kendi kendini yaratmamıştır, fakat yine de özgürdür ve bu dünyaya atıldığı ilk andan itibaren yaptığı her seçimden sorumludur.” Doğduğumuzda hayatımızın anlamı yoktur, ama yaşadıkça seçimlerimizle hayatımızda anlam yaratmaya özgürüz. Daha da önemlisi, anlam yaratmak zorundayız.

Hayata anlam katma sorumluluğu

Hayata anlam katma sorumluluğu gerçekten de çok ağır bir sorumluluk. Anlamı olmayan hayat ölümdür - bedenen olmasa bile ruhen ölümdür. “İnsanın Anlam Arayışı” kitabında Frankl, kamplarda anlam kaybından boşluğa düşen mahkûmlardan bahsediyor.

Frankl’a göre, kamplarda hayatının anlamını kaybeden mahkûm, geleceğe karşı umudunu da kaybediyordu. Boşluğa düşen ve umutsuzluğa kapılanlar, fiziken ve zihnen hızla mahvoluyorlardı ve kısa bir zaman içinde ölüyorlardı. Hayat şartlarımız toplama kampıyla kıyaslanamasa da anlam kaybının modern çağımızın en büyük problemlerinden biri olduğu açık. Her ne kadar toplumdan, dinden, aileden ve medyadan bize dayatılanlarla anlam yaratmaya çalışsak da bu dayatılanlar, bireysel deneyimlerimiz ve düşüncelerimizle uyuşmadığında anlam kaybıyla karşılaşıyoruz. Karmakarışık bir boşlukta, mutsuz ve kaygılı hissediyoruz. Bu boşluğu doldurmak için de elimize ne gelirse kullanıyoruz. İçki, uyuşturucu, sosyal medya, seks, yemek, iş, alışveriş ve bunun gibi bağımlılıklar anlam kaybıyla gelen boşluğu doldurmak için kendimizi adadığımız nafile eylemler…

Peki, hayat nasıl anlamlandırılır?

Bu noktada Frankl, genellemelerden kaçmamız gerektiğini söylüyor. Hayatın anlamı insandan insana, hatta andan ana değişebilen bir şey. Örneğin Frankl’a göre, toplama kampındayken hayatın anlamı, eziyetini asaletle yaşamaktı. Frankl’ın da dediği gibi “önemli olan bizim hayattan ne beklediğimiz değil, hayatın bizden ne beklediği.”

Hayatı, sadece başkalarının normlarına ya da beklentilerine uyma zorunluluğu hissetmeden, kendi hayatımızda kendi seçimlerimiz, eylemlerimiz, tavrımızla anlamlandırmamız mümkün. Bu bağlamda psikoterapinin çok faydalı olduğunu düşünüyorum.

Logoterapi

Frankl, kendi yarattığı “logoterapi” ekolünü şöyle anlatıyor: “Logoterapist’in görevi göz doktorununki gibidir. Göz doktoru, dünyayı olduğu gibi görmemize yardımcı olur. Logoterapistin görevi, insanın görüşünü genişletmektir ki tüm anlam potansiyelleri onun önünde ve farkındalığında olsun.”

Hayatta kendi anlamımızı yaratmaya özgürüz, aynı zamanda da bir anlam yaratmak zorundayız. Kendimizi ve dünyamızı tanımak sorumluluğundayız çünkü ancak böyle hayatta anlam bulabiliriz. Nietzsche’nin dediği gibi, “Yaşamak için ‘neden’i olan, neredeyse her ‘nasıl’ın üstesinden gelebilir.” Hayatımızı kendimizin belirlediği anlam ve amaçlarla yaşamak, ne olursa olsun hayata umutla bakmamızı sağlar.

  

*Psikolojik danışman ve araştırmacı Can Sabaner, ABD’de Brandeis Üniversitesi’nde Psikoloji ve Felsefe üzerine lisans yaptı. Ardından Boston College’da “Mental Health Counseling” üzerine yüksek lisansını tamamladı. Can Sabaner, terapi uygulamalarında Hümanist psikoloji, varoluşçuluk ve feminist teorilerini kullanıyor ve kaygı ve duygudurum bozuklukları ile çalışıyor. Bunun dışında Budizm ve Hinduizm gibi Doğu dinlerine de ilgi duyuyor.