Duvarlar görünürdür değil mi! Taştan, sert genellikle de kalın. Hep merak edilir, arkasında olan bitenle ilgili fikirler yürütülür. Hayal gücün, kendi iç dünyanla sınırlı kalır. Kimi o duvarı aşmanın hayalini kurarken kimi ‘oraya bir duvar konmuşsa, geçilmemesi gereken bir yerdir,’ deyip merakını bastırıp kendini sineye çeker. Hatta merak edenlere şöyle bir ayıplayan edayla bakar. Bazen bir duvarın arkasında engin denizler bulabilecekken kimi zaman iki düşman arasına çekilmiş sınır işlevindedir. Birinde duvarı aşmayı merak ettiğine mutlu olurken diğeri pişmanlığınla son bulabilir.

Duvar insan yapımıdır, doğal afet sonucu oluşmamışsa kesin insan yapımıdır. Oradan biliriz belki de etrafımıza duvar örmeyi, kendimizle diğeri arasına duvar çekmeyi. Görünmez sandığımız duvarlarımız var ya bazen bir bakışla görünür kılınır, yaklaştırmaz kimseyi yanına. Hâlbuki nedendir ki, o duvar? Kat be kat üst üste örülmüş; alttaki zayıf sandığın yumuşak doku kendini ele vermesin diye, katman katman üzerine giydiğin duvarın. Bir ışık alsan içeri ama daha en başından, o zaman daha kolay; çünkü zordur ışığın çok kalından içeri girip seni iyileştirmesi. Zordur dedim imkânsız demedim… Bir izin vermeye bakar. Çünkü o izinle ışık girer içeri ve başlar iyileşmeye ruh, kırar kabuğu böylece.

‘Bu güne kadar duvarımı kırabilecek bir babayiğit çıkmadı’, ‘Herkes arkamdan vurdu’, ‘Beni seven yok’, ‘Sevilmeye değer değilim’, ‘Annem de sevmez beni zaten’, ‘İnsanlara güven olmaz’, ‘Bu erkeklerin hepsi aynı’, ‘Amaaan hep aynı şeyler’, ‘Ne öğreneceğim ki?’, ‘Yaramaz biri o’, ‘Öküzün teki’, ‘Girmeyelim o işe, gene batak yiyeceğiz’, ‘Ona güven olmaz’... Kat be kat, ince ince sinsi sinsi koca koca duvarları oluşturuyoruz içimizde. Suçlayarak, genelleme yaparak karşımıza çıkan fırsatları, şansları elimizin tersiyle itiyoruz. Sevilmediğimizi düşünüyoruz örüyoruz duvarı. Peki, duvarından sen nasıl seveceksin bir başkasını? Kavuşamaz ki tenin ruhun bir diğerine. Gösteremezsen özünü, ya korkup kaçacak karşındaki önyargılarını takarak koluna ya da çok çaba sarf edecek gerçek seni görebilmek için. O zaman umarım geç olmadan izin verirsin. Seni seven birini buldun mu? Biliyorsun değil mi seni sevdiğini, sen de seviyorsun pek tabi ki. Kılına zarar gelsin istemezsin. O zaman alınma üzerine hemen, giyme kabuk montunu, çıkar ve bak ona. ‘Nasılsın?’ diye sor ve anla bir derdi var. Gir içeri.

Bir bebeğin var mıdır duvarı? O kadar savunmasızdır ki, en küçük bir rahatsızlığında dile getirir isyanını. Kendini ortaya koyar. Ağlar. Ancak o zaman ihtiyacı karşılanır. Karşılanmadığında ne olur? Söner, susar, içe kapanır. Nasılsa beni duyan yok, anlayan yok, ağlamam yersiz der. Bazen var olamaz bebek, bazen kabuk tutar. Sonra kabuk kabuk üst üste duvarlara dönüşür. Ta en başından güveneceği birini bilmemiştir, çevre nasıl güvenli olabilecektir ki? Başka bir iletişim tarzını bilmez. Suçlayamaz bile başkasını, çünkü böyle bir hakkı, ihtiyacı olduğunu bile bilmemiştir. Kendine bile dokunamamıştır, yarasını bilmez ki bir suçlu arasın. Suçlu buluyor ve ona çemkirebiliyorsanız bilin ki, zamanında sizi duymuş dinlemiş birileri vardır. Tutunun buraya, buradan yürüyün. Etrafınızda gözlerinizin içine bakan, sizi anlamaya çalışan birileri var mı? İzin verin. Duvarlarınız siz değilsiniz, siz duvarın içindekisiniz.

Bu duvarları siz oluşturuyorsunuz, bazen şartlar buna yol açmış da olsa. ‘Çocukluğumda böyleydi, benim zamanımda…’ diye başlayan bahanelerinizi fark edin. Duvarlar kalın, ağır. Yük size. Onu aşmak elinizde; ister 18 ister 68 olsun yaşınız. Peki, hiç mi duvarımız olmasın? Olsun tabi, sınır iyidir. Duvara dönüşmeyen sınır iyidir. Ama duvarım olmazsa bana zarar verirler. Hep mi zarar görelim, ‘saf’ olalım, kanayalım? Kanadığın yerde kabuk tutar, iyileşse de izi kalır. Sev yaralarını, kabuklarını, seni sen yapan o yaşanmışlıkların. Ve dönüşümünü izle. Duvarlarından açıklıklar oluşturmayı başarırsan filizlerini görmek an meselesi.