Dile kolay 34 senelik öğretmenim Ali Darmar. Bir öğretmenden çok daha fazlası kıymetli Ustam… Çok değerli besteci ve benim gibi birçok piyanistin, müzisyenin yaşamına değmiş aynı zamanda Piyano öğretmeni.

Ben, Ali Darmar’a ilk gittiğimde, kendi hikâyemin kendime göre çok kuvvetli bir dönüm noktasında, 11 yaşındaydım. Ali Ağabey, daha ilk günden, derin bilgisi, piyanist adayını önce insan olarak gören muazzam algısı ve öğrencisinden, öğrencisi için çok daha ileride onu daha fazla tanıyan ve düşünen, içtenliği ve uğraşısıyla yaşamıma çok etkileyici bir mentor olarak girdi.

2015 yazında Holokost albümümün yoğun hazırlıkları sırasında, yazı geçirdiği Cunda Adası’na sık sık gidişim vesilesi ile keyfine doyamadığım sabah çok erken yürüyüşlerimizde, ailesinin sözlü tarih şahidi olma fırsatını buldum. 1645 yılında Venedik’ten göçen, eşsiz incelikli bir Girit mübadil ailesinin çocuğu olarak dünyaya gelen Ali Darmar’ın evine her derse gittiğimdeki annesinin ve teyzesinin Rumca sohbetleri, Türkçeyi son derece müzikal bir şekilde konuşmaları hala kulağımda çınlar.

Müthiş kişiliği ve dünya görüşü, zarafetle iç içe geçmiş Paris’te aldığı müzik eğitimi ile bugün artık dünyada çok az sayıda bulunan incelikli ve derinlikli müzikal anlayışı ve yaklaşımıyla sadece benim için değil dünya çapında eşsiz olan ustam Ali Darmar’ın, daha geniş kitlelere zamansız olarak ulaşmasını can-ı gönülden diliyorum. Genç nesillerin bu inceliği öğrenmesi ve sadece müzikal anlamda değil yaşamlarında her anlarında aynı inceliği tatmaları ne büyük bir hediye.

 

Siz Türkiye’de iken buradaki müzikal ortam nasıldı?

Türkiye’deki müzikal ortam çok hareketliydi, çok önemli kişiler geliyordu dışardan o zaman; mesela Samson François. Saray sinemasında oluyordu konserler. Ben onlara yetişmedim. Çünkü 4 yaşımdayken babamı kaybetmiştik, evin ortamında konsere gidecek bir hava yoktu.

Ben tekrardan o müzikal ortama ancak Şan sinemasında konserler olduğu zamanlar yetişebildim. O zamanlarda konser ortamına girdiğinde, izleyici ile konser bütünleşiyordu. 1960-68 senelerinde konsere kravatsız gidilmezdi. Birdenbire 68 kuşağıyla birlikte Avrupa dâhil işler her yerde değişti. Artık, uzun tuvaletli de vardı, blue jean ile gelen de. Türkiye’de merkez İstanbul ve Ankara idi. Herkes çok dikkatliydi. Bugün öyle bir şey kalmadı.

Peki, müzik nasıldı?

Ömer Umar’ın Arkon adlı bir menajerlik şirketi vardı, çok önemli sanatçıları getiriyordu. Aynı zamanda bizden de yurtdışına gidiyorlardı. İdil Biret, Verda Erman Ayşegül Sarıca, Suna Kan, Suna Korat, Leyla Gencer, Ayla Erduran, bizdeki olan o dönemdeki sanatçılardı, hala da devam ediyorlar. Yani o zamanlar olumlu bir hareket vardı.

Nedir iyi bir sanatçının müziğe yaklaşımı?

Öncelikle, kalitelerini sonuna kadar çalışarak, onları geliştirmek. Hepsinin, tabii ki belirli bir Allah vergisi kaliteleri var. Zaten, dünya çapında olabilmek için birkaç şeyin bir arada toplanmış olması gerekiyor. Bazısının teknik kolaylığı vardır, bazısı çok müzikaldir, bazısının tınısı çok iyidir. Bazen bu saydığım üç şey birden, bir sanatçı üzerinde toplanıyor. İlk önce Allah vergisi olan kolaylık, bunun üstüne çalışmak, bunun da üstüne insan ilişkileri. Çünkü bu bir sektör; çok piyanist var ve ayrıca şans, insana bir veya iki defa geliyor. Onu görünce iyi yakalayabilmek lazım ve insan ilişkileri çok önemli. Yalnız istidat, yalnız çalışma ile olay bitmiyor, bütün bunlar da ekleniyor.

Bu arada sanatçının müzikle ilişkisi nasıl gidiyor? Eski hocalar müziğin inceliklerinin üzerinde önemle duruyorlardı değil mi?

Bir ara atletik piyanist modası vardı, sadece hıza bakılıyordu. Çok müzikal bir dönemdi. Şimdi artık değişti daha çok müzikaliteye bakılıyor, tekrardan müziğe dönüş var.

Benim çalıştığım hocalar, her şeyi dozajında ayarlıyorlardı. Müziği anlaşılabilir hale getirip onu aktarmaktı amaç, defigüre etmek değil. Bugün, tabii ki teknik aranıyor ama onun üzerine de kim müziği doğru hissederek çalıyor, ona bakılıyor. Avrupa’da, sanatçılarla çalışan menajerler gerçekten müziği çok çok iyi biliyorlar. Ona göre de seçimleri başka türlü oluyor. Bütün detayları anlıyorlar. Menajerlerin de, müzik eleştirmenlerinin de böyle olması lazım.

Siz muhteşem bir hocasınız, bir dolu teknik bilginiz var.

Benim çalıştığım hocalar Nadia Boulanger, Cecile de Brounoff, Mme. Germaine Mounier, Monique Deschausées .Ve onların asistanlığını yapan önemli kişiler de vardı. Bu hocalar Marguerite Long zamanından gelen isimlerdi. Yani bu bir bayrak yarışı. Mesela Lucette Descaves; ben onunla çalışmadım ama Ayşegül Sarıca çalıştı ve onun zamanında Marius Clavius onun çok önemli bir asistanıydı. Lucette Descaves, Rus besteci Sergei Prokoffief’in çok samimi arkadaşıydı. Marguerite Long, Fransız besteci Maurice Ravel’in ve Claude Debussy’nin arkadaşıydı. Onun bilgisi, Lucette Descaves’a ve Cecile de Brounoff’a geçmiş, bir bayrak teslimi gibi. Bu saydığım kişiler Marguerite Long Akademisinde çalışıyorlardı; burada Marguerite Long’un disiplini altındaydılar. Ben Paris’e 1974’de gittiğim zaman dönemin sonlarını yakaladım.

Onların bu teknik bilgileri nereden geliyor?

Mesela Yves Nat’tan, onların hocasıydı. Bu tamamen bir bayrak teslimi. Oradan gelen şey Türkiye’de Verda Erman’a, Ayşegül Sarıca’ya, İdil Biret’e geçmiştir tabii ki. Müzikal, müziği anlayarak çalmak, müziğin felsefesini yapmak tabii ki tertemiz çalmak, bütün bunların üzerinde çok duruyorlardı. Bütün bu müzikaliteyi yapabilmek için tekniğin çok sağlam olması gerekiyor.

Yani, müziğin inceliklerini çıkarabilmek için kas incelikleri lazım.

Şart tabii ki şart. Bir kere, teknik çalışmalar, eserin teknik yapısına göre, teknik zorluklarına göre bulunmuş olan çalışmalar. Bütün gaye teknik olarak yani temiz, yanlış notasız, akıcı ve bestecinin karakterinde çalmak. Mesela Mendelsohnn’daki akıcılık ve hafiflik için, başka bir teknik çalışma yapmak gerekiyor. Buna benzer bir sürü şey var teknikte. Besteciyi ve ne demek istediğini anlamak lazım.

Siz notanın arkasındakini hemen görebilen, tanıdığım nadir insanlardan birisisiniz. 

Debussy’den itibaren besteciler, bütün istediklerini titiz bir şekilde notanın üzerine yazmışlardır, nüanslardan tempolara kadar. Ama yazılı olduğu için kimsenin hocaya ihtiyacı yok demek değil bu, mutlaka bir hocanın yönlendirmesi gerekiyor. Çünkü notada her şey yazılı ama müzik notaların arkasında saklıdır. Onu görmek, görebilmek, ne dediğini anlamak ne şekilde oluyor diye soruyorsan, bunu benim izah etmem biraz zor, çünkü ben kendimi bildim bileli böyleydim, hemen görebiliyordum. Bu mutlaka ve mutlaka yaratıcılıkla ilgili olan bir şey. Ben besteciyim ilk başta, dolayısıyla bunu herhalde daha kolay anlayabiliyorum. Ama bunu, besteci olmadığı halde çok iyi anlayan piyanistler de var, ben onlara yaratıcı piyanist diyorum. Beyinde, neler oluyor neler bitiyor anlamak zor, zaten bilim de bunu yeni anlıyor. Bilinen bir tek şey var ki, yaratıcılık meselesi gerçekten var. Buna şimdilik yetenek deniliyor. Ama dediğim gibi müziğin arkasındaki şeyi keşfetmek, keşfettikten sonra bunu anlatmak, anlatabilmek lazım. O yüzden hocalık kolay bir iş değil. Sabır işi, çok sevmek lazım. Her şeyin ötesinde, hoca bilgisini paylaşmalı.

Her şeyin arkasındakini görebilmek herhalde beyinle alakalı bir şey. Müzikteki, nüanslar birer rehber. Onların seni bir yere götürebilmesi için bestecinin yazmış olduğu birtakım şeyler, işaretlemeler var. Mesela oraya piyano yazmış, hafif çalınacak orası. Ama piyanodan piyanoya fark var. O kadar çeşitli hafif çalmak var ki, mesela daha bir gölgeli hafif, eserin demek istediğine göre.

İste burada tekst işin içine giriyor; eserin ne demek istediği.

Tekst zaten lazım, bestecinin ne demek istediğine göre. Bazı şeyler bestecinin vermek istediğinin üzerine de çıkıyor, işte bu da anlatılacak gibi değil; bu, hissetmekle ya da hissettirtmekle ilgili bir şey. Hocanın karşısındaki kişi zaten hissediyorsa problem yok. Ama eğer öyle değilse, o zaman onu o havaya sokmak, hissettirtmek lazım.

O zaman beyinde öyle bir şeyler harekete geçiyor ki, kol da rahatlıyor, kas ta; sinir uçları da ona göre piyanoya dokunuyor.

Aynen, ona göre harekete geçiyor, ona göre dokunuyor, birdenbire bir bütün haline gelebiliyor. Yani o gibi nüanslar, o bütünü yakalayabilmek için birer vasıta sadece. Burası kuvvetli olacak diyor nota, sonra bir basıyor piyanoya ama öyle kuvvetli değil. Bu sefer sert çaldın diyoruz. Mesela bir Chopin çalındığı zaman mutlaka kolunu ve bileğini kullanman lazım. O zaman ona göre başka bir ses ve renk çıkartabiliyorsun, renk bulabiliyorsun. Müzik somut bir olay değil çok soyut, resim gibi değil. Resimde etrafta renk görüyorsun. Ama müziğin bu şekilde tutulacak bir tarafı yok. Somut değil, nispeten daha soyut. İşte o zaman imajinasyon giriyor devreye.

En önemli şey aslında...

Herşey zincirleme olmaya başlıyor hayal gücü ile. Çaldığı zaman herkesin bir hikâye yaşaması lazım. O zaman ona göre nüanslar oturmaya başlıyor. Yalnız çalışma tekniği çözmüyor, kolu tutmak ta teknik bir olay, oturuş ta, kolun, bileğin gevşekliğine kadar. Eğitimini aldığın zaman eğer dikkat edilmediyse, eğer kolun veya bileğin sertse, omuzların havadaysa müzik yapmak çok zor. Çünkü, enstrüman olarak perküsyondur piyano, ne şekilde basarsan o şekilde ses çıkar. Bütün bunlar da girdiği zaman işin içerisine, paletteki olan renkleri farklılaştırmış oluyorsun. Hani derler ya, bu sanatçının paleti çok zengin çünkü basışıyla, el yapısıyla bir sürü güzel şeyler buluyor, renkler buluyor nüanslar buluyor, tınılar buluyor. Sonorite denilen şey.

Bir besteci olarak muhakkak ki bestelemeden evvel de sesleri çok farklı duyuyordunuz, çok farklı geçiyordu süzgecinizden sesler. Bunun farkında mıydınız müziğe başlamadan evvel?

Farkında olduğum şey şu iki şey var; olmayan bir şarkıyı devamlı söylüyordum, bilinen bir şarkı değildi. Bir de hayal dünyam genişti çok. Bulutlara bakarak figürler uydurmayı küçükken çok yapardım.

Hiç hayal dünyanızın kesildiği bir dönem oldu mu? 

Evet, âşık olduğum zaman. Zor bir aşktı, tahrip oldu her şey bir dönem. Sonra yavaş yavaş yavaş tekrar açıldı. O dönemi de yine müzikle atlattım esasında, Paris’teydim bol bol çalarak. 

Aslında çok ilginç bir şeyden bahsetmiştiniz bana; Size müzik geliyor, siz müziği duyuyorsunuz öncelikle. Ama öncesinde bir karar vermek durumundan bahsetmiştiniz. Karar vermek ve bu kararda kararlı olmak ve istemek. Bu da aslında hayal etmek gibi bir şey, o süreci nasıl yaşıyorsunuz?

Bir şey yapmak istemek nasıl bir şey biliyor musun? Mesela su içmek gibi, yemek yemek gibi; insan susar, su içmek ister böyle bir şey. Sistem söylüyor, beni itiyor, o tarafa doğru ve bunu yapmak istiyorum. İsteğin içinde buluveriyorum kendimi.

Bir enstrüman için mi karar veriyorsunuz, yoksa nasıl oluyor?

İç içe o neyse.

O ne ise o, o zaman.

Evet, aynen. Hiçbir zaman birşey yaparken, başka birşey yapayım diye fikir değiştirmedim. Mesela, bir piyano eseri yazarken bir başka şeye dönüşmüş bir şey hatırlamıyorum. Forma veyahut enstrümana karar vermek değil, yapmaya karar vermek. O bir his, tuhaf bir his, yapmak istemek. Yapmak istedikten sonra, “Peki ne?” sorusu geliyor. Seçtiğim şeye daima sadık kaldım şimdiye kadar. Mesela, bale yazarken, başka birşey söz konusu olmadı şimdiye kadar. Yalnız, bir şeyi yazabilmem için, arkasında mutlaka bir hikâyesi olması lazım kendimce. Soyut halden somut hale gelmesi gerekiyor benim için. Yaptığım her şeyin kendimce bir açıklaması olması lazım. O zaman da doğal olarak arkasında her seferinde bir tekst oluşmuş oluyor.

Bu süreçteki duyguları anlatabilir misiniz biraz?

Mutluyum. Kurgu beni zaman zaman etkiliyor tabii ki. O eserine, bölümüne göre gelişimini tamamlıyor bir yerde. Kısım kısım, burada böyle oldu, burada böyle konuştular, burada böyle oldu derken ne kullanmalıyım diye böyle akıveriyor. Böyle bu arka arkaya olurken bazen duruveriyor. O zaman, ısrar etmemem lazım, o bir gün müdür? Daha fazla mı durur? Ondan sonra bakıyorsun ki, devam ediyor. Nasıl olduğunu bilmiyorum ama çoğunlukla, hareket halindeyken fikirler net olarak geliyor. Yürümenin bu işle bir bağlantısı var kesin. Mutlaka izole olmam lazım bu dönemde. Ve başka bir dünyaya yani şu andaki dünyaya adapte olmam zor oluyor. O dünyanın içindeysem, gerçek olan, buradaki olan dünyaya kolay geçemiyorum. Beni tanıyanlar bilirler, birgün içerisinde bazen olmayabiliyorum; kendimi bildim bileli bu böyle. Bu birdenbire olmadı, mutlaka ki hep vardı benimle. Sonra farkındalık olmaya başladı yavaş yavaş. Hocam Ferdi Statzer beni yönlendirdi, farkına vardı; “Sizin yolunuz budur, sizin beste yapmanız lazım çünkü bestecisiniz” dedi. 17 yaşımda idim o zaman. Zaten o zamana kadar olan dönemde büyük bir boşluk var. Rahatsızlığım sebebiyle Konservatuvarı bırakmak mecburiyetinde kalıp başka şeylerle uğraşmak zorunda kaldım. Ailemin yaklaşımı da farklıydı, fark etmek istemediler. Şimdi şimdi düşünüyorum, bir insan bu kadar dalgın olabilir miydi? Şimdi anlıyorum neden olduğunu.

Son olarak, ailelere ne demek istersiniz?

Mutluluk çok önemli. Çocuk meslek açısından ne yapmak istiyorsa onu yapsın. Buna saygı duymak lazım ve bu saygı, sadece küçüğün büyüğüne değil, büyüğün de küçüğüne olan bir saygıdır.

Eğer aile çocuğu yönlendirebilecek durumda değilse bir sürü uzman var danışabilecek. Çocuk yetiştirmek mesuliyetli bir iş ve onun mutluluğunu sağlamak ta ailenin elinde. Ben bütün talebelerime bu şansı veriyorum, ne şekilde mutlu olacaklarsa o şekilde olsunlar. Ben mutluluğu elde etmek için çok çok bedel ödedim. Çünkü böyle bir aileye sahip değildim, ben inat ederek aldım. Belki de bu mücadeleyi yaparak bir yere geldim. Tavsiyem, insan ne yapmak istiyorsa onu yapsın hayatta. Mutlu olmak dünyada herkesin hakkı. 

ALİ DARMAR

Ali Darmar İstanbul’da doğdu. İstanbul Konservatuvarında Verda Ün ile piyano çalıştı; Prof. Ferdi Ştatzer ve Popi Mihailides’in özel öğrencileri oldu. Ayrıca, Eczacılık Yüksek Okulu’nu (Bugünkü adıyla Marmara Üniversitesi Eczacılık Fakültesi) bitirdi. Daha sonra Paris’e giderek Nadia Boulanger ve Annette Dieudonné ile özel olarak çalıştı; aynı zamanda Ecole Normale de Musique de Paris’de Cecile de Brunhoff ve Germaine Mounier’nin piyano öğrencisi oldu. 1976’da Unesco bursu ve 1981’de Fransız hükümeti bursu kazanan Ali Darmar, Ulusal Rueil Malmaison Konservatuvarının kompozisyon bölümünü Bayan Francine Tony Aubin ile çalışarak bitirdi, ardından Ecole Normale de Musique’de Jacques Casterede ile çalışarak ‘Diplome Composition’ diplomalarını aldı.

Ulusal Rueil Malmaison Konservatuvarında ‘Gümüş Madalya’ kazanan Ali Darmar, 1985 Sevda Cenap And Vakfı Gençlik Şarkısı Beste Yarışması’nda ‘Başarı Ödülü’ne layık görüldü. Çağdaş Türk bestecileri içinde üçüncü kuşaktan dördüncü kuşağa bir köprü konumundadır…

Bestelerinde açık, akılda kalıcı melodi çizgisine önem veren Darmar, yeni bir Romantizm anlayışının peşindedir.