War against the weak”… Hayretler içinde okuduğum en ilginç araştırmalardan biri. Kitap, Hitler’in, “ari ırk” kavramını kimlerden esenlenerek geliştirdiğini çarpıcı bir dille açıklıyor; yazarı Edwin Black…


AYIN KONUSU - Beko Levi

Edwin Black’in önsözünden; “Araştırmalarımı, hiç doğmamış, dünyaya gelememiş, soru sorma şansına sahip olamamış, kısacası hiçbir zaman var olamamışlar adına yaptım.”

Edwin Black kitabını, dünyayı gezen 50 araştırmacı, düzinelerce arşiv, 4 ülkede derinlemesine yapılan tetkikler sonucunda kaleme almış.

Kitap, Uluslararası İnsan Hakları Komitesi tarafından 2003 yılının en iyi kitabı seçilmiş. “Amerikan Gazeteciler ve Yazarlar Birliği” kitabı, iki farklı basın ödülüne layık görmüşler. Yayıncılar Edwin Black’i Pulitzer ödülüne, çeşitli araştırma kitaplarıyla sekiz kez aday göstermiş.

Yazdığı tüyler ürpertici gerçekler, arkamızda bıraktığımız asrın yüz karası olayları arasında.

***

1900 - 1960 yılları arasında, Amerika’da sayılarını ve adlarını bilmediğimiz on binlerce çiftin elinden çocuk yapma hakkı alınmış; dikkatinizi çekmek isterim, 1960’lara kadar.

Bu insanlar, atalarının kimlikleri, ırkları, ana vatanları veya dinleri yüzünden anne baba olamamışlar. Ya evlenmelerine izin verilmemiş, ya özel bakımevlerine veya kuruluşlara kapatılmışlar, oralarda ölmüşler, ya da bazen kendi istemleri dışında, çoğu zaman, haberleri bile olmadan kısırlaştırılmışlar.

Tüm bu işler, silah zoruyla yapılmamış. Seçkin üniversiteler, saygın profesörler, varlıklı sanayiciler ve bunları onaylayan, destekleyen resmi kuruluşlar ve devlet adamları tarafından gerçekleştirilmiş.

Buralara nasıl mı gelinmiş? Bunu daha iyi anlamak için 1850’li yılların İngiltere’sine gideceğiz.

İngiliz filozof Herbert Spencer, “Sosyal Statik’’ adlı bir kitap yayınlar. Kitap, “güçlü olan hayatta kalır” cümlesiyle tanınır. Spencer’e göre, doğal gelişimde; hayvanlar, bitkiler ve insanlar, aralarındaki ‘misfit’i - ‘uygunsuz’u atar. Uygunsuz, daima inişe mahkûmdur. İyi ve güçlü ise gelişir ve güçlenir.

***

1859’da Doğa Bilimci Charles DarwinDoğal Seçimi” doğanın kendi içinde uyguladığı ayıklama teorisini ortaya atar. Darwin, zayıf ve zor durumda kalan canlıyı korumanın doğaya karşı gelmek, dolayısıyla dengeyi bozmak olduğunu söylemektedir.

 

Darwin’den birkaç yıl sonra, Çek rahip George Mendel, çeşitli cinsten bezelyelerle deneyler yapar. Cinsleri kendi aralarında aşılar, karıştırır yeni türler elde eder. Bunları inceler, sonuçlarını yayınlar. Kesinlikle kalıtım diye bir kavramın var olduğunu, hücrelerin bir önceki ekimden miras aldıkları özellikleri, yeni elde edilen ürüne taşıdıkları gerçeğini açıklar.

Dönemin bilim adamlarına, mantık ve matematikle, insanoğlunun evrimini etkilemek veya değiştirmek, mümkün gözükmektedir.

İngiliz Francis Galton filozof değildir. Fizikçi de değildir. Her şeyi birbiriyle karşılaştıran, çok iyi bir gözlemcidir. Suçluların teşhisinde çığır açan parmak izinin herkese özel ve tek olduğunu o bulmuştur. Araştırmaları Galton’u, aile ağaçlarını incelemeye yöneltir. Askerlerin, asker çocukları; artistlerin, artist; şairlerin şair çocukları olduğunu saptar. Akademisyenlerin de kendisi gibi akademisyen ailelerden geldiğinin farkına varır. Nitekim Galton ve Darwin kuzendirler.

Galton, araştırmalarına unutulmayacak özel bir isim aramaktadır: İngilizce wellborn’dan Yunanca eugenics’i, Türkçe ‘iyi doğmuş’u seçer.

EUGENICS

Bu kelime tüm dünyayı etkileyecektir.

Bu arada Galton, iyi aile ağacına sahip kişiler ile geçmişlerinde suç veya sapkınlıklar yaşamış insanların birleştiklerinde, ortaya çıkan yeni kişide neredeyse her zaman ‘kötü kan’ın baskın çıktığını açıklar. Bu birleşmeler çoğaldıkça sorunlar ve kusurlar artmaktadır.

Doğanın kör gözle yavaş ve acımasızca gerçekleştirdiği elemeyi, insanlar daha çabuk ve yumuşakça yapabilir ve çok iyi sonuçlar alınabilir diye düşünmektedir.

Galton yaşadığı çevreyi etkilemekte ve onları insan ayırımına itmektedir. Çevresinde oldukça önemli bir topluluk oluşturmuştur. Bu kişiler; gelecekte gücü ellerinde tutacak olanların, genetik olarak uygunsuz, sağlık kriterlerine göre sakat, istenmeyen ırklara mensup, ekonomik gücü düşük kişilerden ayıklanmış olması gerektiğini düşünmektedir. Onlara göre geleceğin liderlerinin, kendileri gibi varlıklı, sağlıklı ve Kuzey Avrupalı olması gerekmektedir.

***

İngiltere’de durum böyleyken, 20. yüzyılın başlarında gelişen ve genişleyen iş ve ticari olanaklarla Eugenics projesi okyanusu aşarak Amerika’ya uzanır. Amerika’da henüz Eugenics sadece kâğıt üzerindedir.

Galton, araştırmalarının soyut felsefe sınırlarının dışına taşıp siyasi yönlendirilmede kullanılabileceğini, insanlara “uygunsuz” damgası vurularak eyleme geçilebilineceğini herhalde hiç düşünmemiştir.

Eugenics henüz Amerika’ya hazır değilken, Amerika Eugenics’e kucak açmaya hazırdı. 20. yüzyılın başlarında, Amerika için kullanılan, “erime potası veya herkes aynıdır veya eşit dağılım kavramı” ne yazık ki, gerçeklerle hiç bağdaşmamaktaydı. O döneme değin bu kıtaya göç etmiş olan kuzey Avrupa kökenliler, kendilerine göre bir düzen kurmuşlardı.

***

1890-1920 yılları arasında Amerika kıtasına 18 milyon sığınmacı, maceraperest, göçmen ayakbastı. Protestan Almanlar, Katolik İrlandalılar, Rus Yahudiler, Ortodoks Slavlar, bu gruplardan bazı çeşitlemelerdi. Amerika kıyıları birbirine karışmayan azınlıklar, değişik etnik gruplara ait insanlarla kaynayan kocaman bir kazana dönüşmüştü.

Amerika’nın yerlileri - Kızılderililer, artık rezervlerde (koruma alanlarında) yaşamaya mecbur ediliyorlardı.

Meksika - Amerika Savaşı sonucunda, Amerikan toprakları haline gelen yerlerde elbette ki, Meksikalı nüfusu çok daha yüksekti.

Kuzey - Güney Savaşından sonra, aydınlanmaya başlayan siyahî Amerikalılar, yeni bir hayat peşinde her gün sayıları artan Çinliler, bu kaynayan kazandaki işleri kolaylaştırmıyordu.

 

Burada yaşayan Anglo-Saxonlar ve yukarıda saydığımız, her gün Ellis Island’a gelen yüzlerce, binlerce göçmen arasındaki sayısal denge, Anglo-Saxonlar aleyhine değişmekteydi.

Bozulan bu dengeyi, tekrar yerine oturtabilmek için, Kuzey Avrupa’dan ithal edilen ‘temiz kanlı’ insanların çoğaltılması projesi, bir an önce uygulanmalıydı.

Mendel’in bezelye deneyleri, 1900’lerde Amerika’da duyulunca, kuzey ırkı temsil edenler, bir araştırma grubu kurma zorunluluğunu hissettiler.

Çelik endüstrisinde yaptığı servetiyle ünlü, iş adamı Carnegie, bir fikir arkadaşıyla birlikte Carnegie Washington Enstitüsü’nü kurdu.

Kurumun amacı insanlığın bilimsel olarak geliştirilmesi için bağımsız araştırmalar yapmaktı. Zoolog Charles Davenport Amerika’da henüz şekillenmeyen Eugenics’in lideri oldu.

Hayvan sevgisi onu Harvard’a yöneltti. Burada Doktora yaptı, ardından da öğretim üyesi oldu. Rockefeller Vakfı’nın Cold Spring Harbor Araştırma Merkezi’nden gelen iş teklifini kabul etti. Laboratuvarda yaptığı biyolojik araştırmalarda başarılar kazandı.

Gelişimin yöntemlerini araştırmak için yapılan deneyler, kıyasıya ırkçılık kokuyordu. Değişik cinsten hayvan ve bitkiler aşılanıyor, elde edilen yeni “cins” inceleniyordu. Davenport’un gizli ideali bu deneyleri insanlara uygulayabilmekti. Davenport bu işin yalnız yapılamayacağının farkındaydı. Kendisine bir yardımcı gerekliydi.

Kansas eyaletinin ilk göçmen ailelerinden olan Harry Laughlin, soyağacını 200 yıl geriye sürebiliyordu. Davenport’un açtığı kurslardan birine başvurmak, hayatının dönüm noktası oldu.

Davenport, Laughlin’in içindeki bilim hırsının farkına varınca, aradığı yardımcıyı bulduğunu anladı. Artık ekip oluşmuş, gerçek araştırmalara başlama zamanı gelmişti. Atılan ilk adım 1910’da “Eugenics Kayıt Ofisi”ni kurmak oldu.

Yönetim kurulu, dönemin en etkin, en ünlü bilim adamlarından oluşuyordu.

Alexander Graham Bell ki, bir tek o, zaman-zaman bazı araştırmalara itiraz edecek, sonunda da kurumdan istifa edecekti. Bu ünlü isimlerden sadece bir tanesiydi.

Şimdi sıra sistemi belirlemeye, işin adını koymaya gelmişti…

“Misfit”in - “uygunsuz olan”ın arayışı...

Uygunsuza bir tanım gerekiyordu. Kimler uygunsuzdu?

Kabaca, New York’tan California’ya uzanan alanda zavallı ve fakir beyazlar, Avrupa’dan gelen göçmenler, siyahî Amerikalılar, Yahudiler, Meksikalılar, Kızılderililer, epileptikler, alkolikler, albinolar, küçük ve büyük suç işleyenler, zihinsel engelliler; yani kısaca Eugenics hareketinin ideali, sarışın mavi gözlü ve kuzeyli olmayan herkes.

Uygunsuz avı başlamıştı.

“Soyağacı araştırmaları” adı altında bir soru dosyası hazırlandı. Bu soru dosyaları, yönetim kurulundaki saygıdeğer isimlerin de sayesinde birçok lisede ve üniversitede dağıtıldı ve cevaplandırıldı.

1911’de DavenportEUGENİCS” adlı bir kitap yayınladı. Kitabında, kalıtımsal özellikleri benzer aileleri bir araya getirerek yaptığı araştırmaların, kendine göre yorumladığı sonuçlarını açıkladı. Epilepsi, Sara hastalığı ile zihinsel gerilik arasında bir ilişki vardı.

Eğer güney ve doğu Avrupa’dan göç devam ederse, Amerikalıların pigmentleri koyulaşacak, boyu kısalan, müziğe sanata düşkün… hırsızlığa, adam kaçırmaya yatkın bir toplum oluşacak; bir grup olarak ele alınırsa - ne pahasına olursa olsun para kazanma hırsı ile gelen Yahudilerle, buraya alın teriyle para kazanmaya gelen İngiliz ve İskandinavlar arasında çelişki yaşanacaktı.

Eugenics ekibi, Amerika kıtasına gelen göçmenlerin sayılarını sınırlayabilmek, kendilerine göre düşük seviyeli kişileri kısırlaştırmak veya bir kuruma kapatabilmek için insan zekâsını ölçen bir test arayışı içindeydiler.

 

Davenport ve birlikte çalıştığı psikologlardan Goddard, hedef aldıkları insanlara uygulamak üzere Fransız psikolog Binet ve meslektaşı Teodor Simon’un zihinsel engelli çocuklar için hazırladıkları zekâ testini seçtiler. Goddard testi İngilizceye çevirdi.

Testteki en düşük zekâ seviyesini Binet, “debil diye adlandırmıştı. “Debile” Fransızcada zayıf, güçsüz, çelimsiz demekti. Goddard bu kelimeyi İngilizceye, Yunancada ‘moros’ kelimesinden türemiş “moron” olarak tercüme etti. Anlamı, aptal ve deliye yakın ve debil sözcüğünden çok daha güçlü idi.

Bu testi, Ellis Island’dan Amerika’ya giriş yapmak isteyen göçmenlere uyguladılar.

Goddard yorumlu Binet testinin uygulandığı göçmenlerin %40’ı “feeble minded” yani zekâ engelli çıktı. O dönemlerde testin uygulandığı Yahudilerin %60’ı “moron” olarak sınıflandırıldı.

***

Eugenics hareketi, “uygunsuzlar”ın belirlenip bertaraf edilme projesinin yanı sıra “dahi insanı” bulup çoğaltmakla da ilgileniyordu. Bu temiz ve üstün ırkın insanları çoğalacaklar, Amerikan halkı içerisinde üst sosyal basamaklarda yerlerini alacaklar ve geleceğin yöneticileri olacaklardı.

Davenport ve Laughlin tarafından sunulan bu “Eugenic Vizyon”, varlıklı sponsorların çok hoşuna gitmişti.

Carnegie Enstitüsü, (1911 yılında) bağışlarla malvarlığını ikiye katlamış ve üzerine 10 milyon dolar eklenmişti.

En büyük bağışçı Rockefeller’dı. Procter & Gamble’ın Gamble’ı, Kellog’s Cornflakes’lerinin Kellog’u, onu yakından izliyordu.

Yanlış atalardan ve anne babalardan doğanların bir listesi yapılmış, kabaca 10 milyon rakamına ulaşılmıştı. Bu rakam, ülke nüfusu 100 milyon olan Amerika’nın %10’uydu.

Eugenics’çilere göre çözümlerden biri; çocuk sahibi olmaması gereken kişileri en üretken dönemlerinde toplum dışına çıkararak izole etmekti. Böylece, bu “kötü kanlı” kişilerin sayılarında 25-30 yıl içerisinde belirgin bir azalma olacaktı.

Kısırlaştırma ise diğer bir seçenekti.

Galton’un Eugenics kuralları, okyanus üzerinden Amerika’ya ulaştığında, Kansaslı Doktor Pilcher, zihinsel engellilerin çoğalmasını önlemek için, o zamanların ilk kısırlaştırma ameliyatlarını yapmıştı bile. 58 ameliyatın 58’ini de çocuklara uygulamıştı.

Sağlık ve temizlik düzeyiyle gurur duyan bir hapishanede aşırı mastürbasyon uygulayan tutuklulara yasal olmayan kısırlaştırmalar yapılıyordu.

Konu, Hukuk’a taşınmış, katiller, sapıklar, işsizlerde bu kısırlaştırma listesinde sıraya girmişlerdi. Bu ameliyatlar yıllarca sürdü. Her biri, üçer dakika sürüyor ve anestezi kullanılmıyordu.

Stanford Üniversitesi’nde dekan olan Dr. Jordan, kan konusunu inceliyor, kötü kanın, sakatlıkların doğada yeri olmadığını savunuyor, hukuki savaşta arkadaşlarına destek oluyordu. Yasal olmadığı halde Jordan en az 200 vasektomi uygulamıştı.

Kısırlaştırma uygulamalarını yasallaştırmayı, Michigan ve Pennsylvania Eyaletleri reddetti. California, Indiana, Washington, Connecticut, New-Jersey, New-York, Nevada, Iowa eyaletleri, sıradan suçlulara, zekâ engellilere, sarhoşlara, madde bağımlılarına, epileptiklere, seksüel ve zihinsel sapıklara ve fahişelere kısırlaştırma izni verdi. Devlet eliyle gerçekleşen toplam 35.878 kişi kısırlaştırıldı. 25.000 kişi ise yasa dışı olarak aynı kaderi paylaştı.

Ve tabii, daha bilmediklerimiz…

Elbette, bu süreçte, tüm bu girişimlere karşı olan birçok bilim adamı ve siyasetçi vardı. Bu kişiler anti propagandalarını yüksek sesle sürdürmekte, Eugenics Kayıt Ofisi’ne zaman-zaman protesto mektupları yağdırmaktaydı.

Amerikalı Eugenistler bir taraftan kendi ülkelerinde gelişirken, bir taraftan da Eski Dünyada neler olduğunu araştırmaya karar verirler.

İngiltere’den Amerika’ya ithal edilen Eugenics, bu kez ters yönde bir haçlı seferine dönüşür. Yani Amerika’dan İngiltere’ye…

***

İlk Uluslararası Eugenics Kongresi 1912’de, Londra’da

Winston Churchill, Kral’ı temsilen kongreye resmen katılır, İngiltere’de sayıları hızla artan zihinsel engelliler konusunda büyük sıkıntı duyduğunu, Eugenic çözüme sıcak baktığını söyler. Eugenics’in beşiği İngiltere’de artık, İngiliz problemlerine Amerikan çözüm aranmaktadır. Almanya ve İskandinav devletlerinde, “kuzeylilerin üstünlüğü” konusu çok iyi karşılanmıştır.

I. Dünya Savaşı çıkar. Birleşik Devletler, savaş sürecinde Eugenic araştırmalarına kendi iç bünyelerinde devam eder.

Kongre, dört yıl sonra, New York’ta gerçekleşir. Bu toplantıya; Çekoslovakya, Hollanda, Norveç, İsveç, Arjantin, Belçika, Brezilya, Kanada, Kolombiya, Küba, Meksika, Venezüella, Avustralya, Yeni Zelanda katılan ülkelerden bazılarıdır.

Aslında Almanya içten içe gelişmeleri takip etmektedir. Fransa ve Belçika ile aynı masaya oturmamak için bu kongreye katılmayı reddeder.

O dönem, dünyadaki bilinen Eugenics hareketlerine bakacak olursak:

Kanada ve İsviçre’de ilk kısırlaştırmalar 1928’de, sayılarını kontrol altına alabilmek için bazı etnik gruplara, zihinsel engellilere ve cinsel sapkınlıklar gösteren genç kadın ve kızlara uygulanmış.

Buna karşılık, Rockefeller Vakfı’ndan büyük bağış alan Danimarka, ilk modern Eugenics kısırlaştırma sistemini geliştirerek tarihe geçmiş.

Norveç’te 1934-1977 yılları arasında %60’ı kadın 41.000 kişi kısırlaştırılmış.

İsveç’te Eugenics Kanunu 1932’de çıkmış, zihinsel engelliler ve sosyal hayata ayak uyduramayan %90’nı kadın 63.000 kişi kısırlaştırılmış. Günümüzde halen İsveç, bu kişilere Özür Parası ödemekte… Fransa ile İtalya’da kayıtlı hiçbir Eugenics hareketi olmamış.

Almanya kendi Eugenics yapısını, yayın ve kütüphanelerini oluşturmuş. Amerika’yı örnek almışsa da kendi sistemlerini geliştirmiş ve ülkelerinde bu kavramı ırk ve kan olarak adlandırılmış. Beyinleri bu ideolojiyle meşgul Alman biyologlarının sayısı artarken, kan üzerine yapılan araştırmalar da derinleştirilmiş.

Üstün ırkın” savunuculuğu

Alman ordusunda genç bir milliyetçi, kendisini bir ırk biyoloğu olarak görmekte, “üstün ırkın” savunuculuğunu yapmaktadır. Yakın çevresinde, Almanya’nın en ünlü Eugenistleri vardır. Toplumda huzursuzluk yarattığı için atıldığı hapishanede, gerek Almanya’da yazılmış gerek Amerikan dergilerinden tercüme edilmiş Eugenics üzerine ne varsa hepsini okumuştur.

O dönemlerde, Amerika Eugenics grubu başkanı Leon Withney ile yardımcısı Madison Grant kuzey ırkını metheden yazılar yazmakta, Yahudilerin, Siyahların, Slavların sarı saçlı mavi gözlü ırkı bozduklarından bahsetmektedir. Bu yazılar, hapisteki genç adamın fikirleriyle bire bir örtüşmektedir.

Genç Alman, onlara bir hayranlık mektubu yazar.

Amerikalı Eugenistlere hayranlık mektubu yazan bu adam, tarihin en karanlık köşesine adını is ve gazla yazacak, hiç kimsenin boyutlarını düşünemeyeceği suçlar işleyecektir.

Evet, o mektubun yazarı Adolf Hitler’dir! I. Dünya Savaşı’ndan sonra Almanya, bilindiği üzere, şiddetli ekonomik ve sosyal bir krizin içerisine düşer. Bu dönemde burada, Eugenics konusunda özel bir hareketlilik görülmez.

1922-23 yıllarında Alman parası her gün biraz daha değer kaybetmektedir. Ortamdan istifade etmek isteyen bazı gruplar, Versailles Anlaşması’nın (örneğin, “Alman ordusu yüz bin askeri aşamaz” gibi) bazı şartlarını ihlal etmek isterler. Bu isyancıların arasında, artık politik arenada gözükmeye başlayan, Münih’teki ünlü “Birahane Ayaklanmasını” düzenleyen Adolf Hitler de vardır. Ayaklanma bastırılır. Hitler hapse atılır.

‘Üniversitem’ diye adlandırdığı hücresinde Mein Kampf’ın (Kavgam) büyük bir kısmını yazar. Hitler, üstün bir ırk terimini düşündüğü zaman, biyolojik bir üstün ırk düşünmektedir.

Onun için üstün ırkın alt karşıtı Yahudilerdir.

Ona göre Yahudiler, sosyal, politik ve ırksal bir zehirdir. Yahudi cemaati etkisizleştirilecek, parçalanacak ve Avrupa dışına atılacaktır. Kavgam’da; engellilerin engelli çocuk doğurmamaları için müdahale etmek gerektiğini, bunun sistemli bir şekilde yapıldığı takdirde son derece insancıl olduğunu, birçok hak edilmemiş acının önlenebileceğini yazacak, sonuç olarak da, sağlık çıtası yukarı çekilmiş olacaktır.

***

Avrupa’da herkes için zor zamanlar yaşanmaktadır... Alman Eugenistlerin Yahudilerle ilgili, Alman yorumlu araştırmalarının, Amerikan yayınlarında görünmesi sıradan olmaya başlar. Yahudilerin Almanlar tarafından istenmediği zaten tartışılmazdır. Amerikalılar da bu durumu kabullenmiş gibidirler.

Rockefeller Vakfı ile Alman biyomedikal dünya arasındaki ilişki, 1914’te fahişelerle ilgili araştırmalar için yapılan bağışlarla başlar.

 Bu paralarla Kaiser Wilhelm Enstitüsü kurulur.

1932’de dönemin Soyağacı ve Demografik Yapı Bölümü Başkanı, Psikiyatr Ernst Rudin, aynı yıl Zürih’teki Uluslararası Eugenic Kongresi ile Kaiser Wilhelm Enstitüsü’ne başkan seçilir.

Rudin, Amerikan Eugenics dünyasında tanınmakta, yazıları dergilerde yayınlanmaktadır.

Rudin, Hitler’in fikirlerini öven yazılar yazar. Alıntılar yaparak, hangi Amerikalı Eugenistlerden nasıl etkilendiğini anlatır.

Yazıları, Eugenical News dergisinin Eylül-Ekim sayısında basılır. “Hitler hareketi er geç güçlenecek, üstün kuzeyli ırkı kavramı, tüm devletlerin tanıyıp kabul ettiği bir kavram haline gelecektir,” cümlesi, bu yazının içeriğine örnek olabilir. Bu aşamada halen Amerika önder, Almanya takipçidir.

***

Kasım 1932’de Almanya’da seçimler yapılır. Hitler ve partisi yaklaşık 13 milyon oy alır. Bu rakam, tüm oyların üçte biri kadardır. Bu oran Hitler’in tek başına iktidar olmasına yeterli değildir. Kimseyle koalisyona girmek istemez; zaten kimse de onunla birlikte çalışmak istememektedir.

Ocak 1933’te gamalı haçlar, Berlin, Münih, Leipzig ve diğer şehirlerde, her yerde görülmeye başlar. Kahverengi gömlekli kalabalıklar yollarda yürüyüşler yaparlar, toplantılar düzenlerler.

30 Ocak 1933’de Başkan Paul von Hindenburg kurulamayan koalisyon denemelerinden bunalarak Adolf Hitler’i ‘Şansölye’ tayin eder.

Üçüncü Reich kurulmuştur

Hitler yönetimi başa geçer geçmez, Yahudileri, devletteki görevlerinden ve profesyonel hayattan uzaklaştıracak hukuki kararları tek tek alır ve uygular. Aralarında bilim adamları, iş adamları, bankerler de olan çok sayıda Yahudi Almanya’yı terk eder.

“1935 yılında kim Yahudi’dir?” Bu soru karşısında zorlanan Almanlar bu tanıma bir çerçeve çizmek isterler. O dönemde Almanya’da dinlerini uygulamayan veya Hıristiyan olmuş binlerce Yahudi vardır. Bu kişiler, kendilerini Almanlardan daha Alman hissetmektedir.

Hitler’e göre yarım milyon kayıtlı Yahudi dışında bir milyon Yahudi daha vardır.

Onu esas tedirgin edenler ise görünmeyenlerdir. Bunları “taşıyıcı” diye adlandırmıştır.

Nürnberg Kanunlarına göre, atalarında dörtte bir Yahudi kanı olan herkes Yahudi sayılacaktır.

Eylül 1939’da II. Dünya Savaşı patlak verir. Hitler hiç zaman kaybetmeden, topluma maddi ve manevi yük olduğunu düşündüğü, Almanya’nın zihinsel engellilerinin, sakatlarının, yurtlarda yaşayan yaşlılarının T4 adlı Karbon Monoksit gazı kullanılarak öldürülmelerini emreder. Bu girişimde 400 bin Alman hayatını kaybeder.

Ernst Rudin, bu planın ve gelecekteki tüm toplu ölüm planlarının mimarlarından ve uygulayıcılarındandır.

İstenmeyen ırklara ait kişilerden, engellilerden ve Yahudilerden arınmış bir Avrupa, Hitler’in idealindeki projedir.

Bu projeyi uygulamak için önce Almanya’nın, sonra da Avrupa’nın her bir yanından, çoğu Polonya’da olan ölüm kamplarına trenler kalkar.

***

Tarih, bir Mayıs sabahı, 1944.

Burası Buchenwald, Küçük Kamp”…

Tecrit ve karantina bölümü, Blok 57, barakaların içerisinde tahtadan ranzalar…

Her yatakta insandan geriye kalan beş, altı siluet.

Susuz ve aşırı yorgun Fransız Oliv en üstteki ranzadan aşağıya inmeye çalışır. Buna bile gücü yoktur, sancıdan kıvranmaktadır.

Kapı açılır, içeriye bir doktor girer. Arkadaşları yardım isteyecekken, doktor iki adımda Oliv’e yanaşır ve onu sert bir hareketle kolundan aşağı çeker. Kukla gibi düşen Oliv’in başı yarılır, gömleği kan içinde kalır. Arkadaşları onu alt katta bir yatağa taşırlar.

Akşam döndüklerinde Oliv artık yaşamamaktadır.

Doktor, hastane olarak adlandırılan barakanın ve tüm ilaçların kralıdır. Kayırdığı kişiler ona çıkar sağlayanlardır. Kendisi de bir mahkûmdur. Ona göre, esirlerin görevi çalışmak, onun görevi ise onları hayatta tutmaktır.

Buchenwald, Nisan 1946’da boşaltıldıktan sonra, Dr. Edwin Katzen-Ellenbogen’le ilgili hikâyeler basında yer aldı. Katzen-Ellenbogen binlerce esiri iğneyle öldürmek suçundan yargılandı. Dachau’da, Birleşik Devletler mahkemesinde, Katzen-Ellenbogen de diğer Buchenwald katilleri ile birlikte ömür boyu hapse mahkûm edildi.

Katzen-Ellenbogen’in sıra dışı akademik kariyerini duyanlar, böylesine yetenekli bir psikiyatrın nasıl bu denli acımasız bir katile dönüşebildiğine şaşırıp, hayretler içinde kaldılar.

Katzen-Ellenbogen Amerikalı bir Eugenisttir. New Jersey’de Eugenics araştırma bölümüne başkanlık yapmış, Harvard Üniversitesi’nde ders vermiştir.

***

Katzen-Ellenbogen nesillerdir Haham yetiştiren Polonyalı bir ailenin soyadıdır. Massachusetts’li bir kızla evlenir. Amerika’ya göç eder. Eşinin nüfuzlu çevresi, kendi zekâsı ve çalışkanlığı sayesinde çok çabuk tanınır. Çok yetenekli bir psikiyatr, Cold Harbor Araştırma Kurumu’na üye, epilepsi ve hipnoz konusunda uzmandır.

Araştırmalarını derinleştirmek üzere Avrupa’ya gider. Burada tek oğlunun ölümünü öğrenir. Artık onun için hiçbir şey aynı olmayacaktır. İnsanlığı, kendisini sorgulamaya başlar. Hz. Meryem’e inanır. Hıristiyanlığı benimser.

1935’te Nürnberg Kanunları yayınlandığında Almanya’da yaşamaktadır.

Naziler peşine düşünce, Çekoslovakya’ya kaçar. Hitler 1939’da Çekoslovakya’ya girince, önce İtalya’ya oradan da Fransa’ya geçer.

1940 yılında Almanlar Paris’e girdiklerinde yakalanır. Çok kısa sürede, mükemmel konuştuğu İngilizce, Fransızca, Almancasıyla, Amerikalı geçmişi ve psikiyatride gösterdiği yeteneğiyle Almanların vazgeçilmez adamlarından biri olur.

Ancak, 1943’te tüm esirlerin kamplara taşınma emri çıkar.

Katzen-Ellenbogen, kendisini trende ve Buchenwald’da bulur.

Buchenwald’da Fransız Yahudiler çoğunluktadır. 50 bin kişi burada hayatını kaybeder.

Mahkûmlara, araştırma adı altında akla hayale sığmayan işkenceler yapılmıştır.

Burada, dövmeli tutukluların derilerinin, özellikle dövmeli olan bölümleri soyulmuş, abajura ve çeşitli objelere dönüştürülmüştür.

İngiliz delegeler, Buchenwald’ın boşaltılmasından sonra burada insanlığın dibe vurduğunu, bundan daha kötü bir şeyin olamayacağını, bu olanları unutmanın hiçbir zaman mümkün olmayacağını anlatırlar.

Ancak yanılmaktadırlar; çünkü henüz Auschwitz’i duymamışlardır.

***

Kapıları mühürlenmiş trenlerde 2-3 gün geçiren Avrupa Yahudileri Auschwitz’e varmışlardır. Yani cehenneme...

Tahta tren kapıları aniden açılır. Dışarı, insanlardan önce ölüm, ter ve hastalık kokusu yayılır. İnsanlar sıraya sokulur: İki gruba ayrılacaklardır.

Güçlü olanlar ölümüne çalıştırılacak, diğer grup ise derhal gaz odalarına yollanacak ve öldürüleceklerdir.

On dört yaşından küçük çocuklar ve kadınlar bir tarafa, erkekler bir tarafa…

Ölüm meleği kamp doktoru Jozef Mengele, satır-satır, Yahudi-Yahudi listeyi gözden geçirir.

“Sola… Sağa… Sola… Sağa…” Elindeki değnek ile sola sağa işaret eden Mengele adeta şeytanın orkestrasını yönetmektedir.

Hayatta bırakılanlar kayıtlara geçirilir ve kollarından damgalanırlar.

Bu kampta bir buçuk milyon kişi, bazen çok hızlı, bazen çok yavaş, ölümle buluştular.

Mengele de, Galton gibi kendisini büyüleyen, insanlığın evrimini yönlendirmenin peşindedir.

Bu konu Amerikalı Eugenistler için ne kadar önemliyse, Münih ve Frankfurt’taki araştırmacılar için de bir o kadar önemlidir.

Auschwitz; Üstün… Daha Üstün, Herkesten Üstün bir ırk yaratma yolunda çok karanlık bir yolculuktur.

Auschwitz’in yapılanmasında Dr. Otmar Freiherr Von Verschuer’in rolü tartışılmazdır.

Verschuer, Hitler’in yükselmesinden çok önce Nazi idealleri olan, antisemit, ırkçı ve şiddet yanlısı bir Alman milliyetçidir.

Verschuer’in Yahudilerden arınma konusundaki katı ve kesin tutumu onu, SS’lerin en güvenilir danışmanlarından biri yapar. Kaiser Wilhelm Enstitüsünde başkan, kalıtım konusunda uzmandır.

Ünü, çok hızlı bir şekilde Okyanus’u aşar, Amerika’ya ulaşır. Buralı meslektaşlarının gözbebeği olur. “Eugenical News”da ve çeşitli mecmualarda yazıları çıkar. Tüm Eugenics camiası ondan övgüyle bahsetmektedir. Yahudiler, ikizler ve Çingenelerle ilgili yazıları hiçbir sansüre takılmadan yayınlanmaktadır.

Laughlin ona şahsen iki mektup yazmış, Davenport hayranlığını belirtmiş ve tüm araştırmalarını topladığı raporunu kendisine yollamasını rica etmiştir.

Davenport; Ernst Rudin ve Verschuer’a Eugenical News’da danışmanlık teklif eder. İkisi de olumlu cevap verirler.

Şimdi niçin Verschuer’u anlattığımı merak ediyor olabilirsiniz?

Verschuer, Amerikalı Eugenistler ile Nazi Almanya arasındaki ikinci bağdır. Çünkü Josef Mengele, Verschuer’un yakın dostu ve Kaiser Wilhelm Enstitüsündeki asistanıdır…

Verschuer’un 1943-44’te genel başkanlığını yaptığı bu kuruluş, 1914’lerden 1935’e kadar Rockefeller vakfından düzenli olarak, sürekli artan bağışlar alacaktır. Evet, 1935’te bağışlar kesilmiştir ancak, bu arada şartlar olgunlaşmış, momentum oluşmuştur.

***

Jozef Mengele’nin küçüklüğünden beri ideali doktor olmak ve araştırma yapmaktır. Kafatası araştırmaları, yüz ve çene kemikleri, ırk belirleme sistemleri esas ilgi odağıdır.

1937 yılında Verschuer’un asistanı olur. Bir ara SS’lere yazılır, askeri eğitim alır, ancak sağlık nedenleri yüzünden Verschuer’un yanına, asistanlığa geri döner.

1942 yılında “Son Çözüm” - “Kesin Çözüm” kemikleşmiştir. Verschuer Mengele’yi Auschwitz’e yollar.

Burada Mengele, tüm Eugenistler’in merak ettiği, kalıtımla ilgili birçok gerçeğin çözümü olarak düşündükleri insan türünü araştırma olanaklarını bulur.

Yani, ikizleri

Genç ya da yaşlı, hasta veya sağlıklı, ölü veya diri…

Nasıl gelişirler? Nasıl hastalanırlar? Çevre onları nasıl etkiler?

Tüm bu sorulara ancak, aynı yerde tutularak gözlemlenecek ikizler cevap verebilir.

Auschwitz’te, bu konuyu inceleyebilmek için dönemin sunduğu en modern aletlerle donanmış özel bir laboratuvar kurulur.

Artık Eugenics, o güne kadar hiç kimsenin el uzatamadığı kara gölgeli sınırlara dayanmıştır.

Auschwitz’te trenden inerken, “İKİZLER !” çağrısına cevap verenler, artık Mengele’nin işkence dünyasında yaşayacaklardır.

Elektro şok, çeşitli ilaç ve zehir zikreden şırıngalar, gözlere batırılan iğneler, lomber ponksiyonlar, genç-yaşlı kadavralar bu dünyanın hayaletleridir…

Eugenics, Mengele ve Nazi Almanya doktorlarının elinde üstün bir ırk yaratma uğruna, sadist bir bilim haline gelmiştir. Mengele çok sevdiği işini, genelde yüzünde bir gülümseme ve dudaklarında bir ıslıkla yapmaktadır. “Sevgi” sözcüğü onun için farklı bir anlam taşımaktadır. Yaptığı işi, elinden tutup kampın içinde bir yerden bir yere götürdüğü ve iyi beslenmelerine özen gösterdiği, zaman zaman çikolata verdiği çocuk ikizlerini çok sevmektedir.

İkiz kızlar, ikiz erkeklerle cinsel ilişkiye zorlanmakta, sonuçlar, hamilelikler izlenmektedir. Mengele ile ekibi birgün, ikiz Çingene çocukların teşhisinde birbirlerine ters düşerler. Mengele çocuklarda gizli verem olduğunu, ekibi ise olmadığını düşünmektedir.

“Bir dakika” deyip on beş dakika sonra geri döner.

“Haklıydınız, hiçbir şeyleri yoktu” diye açıklar. Çocukları boyunlarının arkasından vurmuş, sıcak vücutlarına otopsi yapmıştır.

Cüceler de Mengele’nin ilgi alanı dâhilindedir. Kahverengi gözlü cücelerin gözlerine şırınga ile mavi boya zikreder, gözün maviye dönüşüp dönüşmediğini izler.

Tüm bu deneyler en ince ayrıntılarına kadar not edilmekte, dosyalanmakta ve Kaiser Wilhelm Enstitüsünde arşivlenmektedir.

Kamp doktorlarından Jancu Vekler, Çingene kampında gördüklerini anlatır: “Odaya girdiğimde, karşımdaki tüm duvarı kaplayacak şekilde kelebekler gibi iğnelenmiş, çok açık mavi, çok açık sarı, uçuk yeşil, leylak, mor gözler bana bakıyordu. Her bir gözün içinden çıkan ipliğe bağlı bir etiket vardı. Bir an için öldüm ve cehennemdeyim zannettim.”

Evet, Rockefeller’in Mengele’nin varlığından haberi yoktu. Ancak neredeyse o günlere kadar finanse edilen bu “bilim adamları”, ne isterlerse yapabileceklerini zannediyorlardı.

Bu çıldırmış, delirmiş doktorları ve biyologları ne durdurdu dersiniz?

Mantık mı? Yoksa pişmanlık mı?

Yoksa 6 Haziran 1944’te Birleşik Devletlerin gerçekleştirdikleri Normandiya Çıkartması mı? Batıda, şehir şehir, sokak sokak Nazileri yenmeye başlamaları mı?

Ya da, 27 Ocak 1945’te doğudan gelen Rusların, Auschwitz’i tamamen tesadüf eseri bulmaları mı?

Bu inilen en alt basamakta, Güçlülerin Bilimi, güçsüze karşı savaşı neredeyse kazanıyordu. Neredeyse…

Savaş sona erince, Kaiser Wilhelm Enstitüsünün, Antropoloji ve Kalıtım bölümündeki dosyalar her zamanki yerlerinde dizili duruyorlardı. Bu belgeler sayesinde tüm dünya, bu yaşananları en ufak ayrıntısına kadar öğrenebildi.

Mengele Güney Amerika’ya kaçmayı başardı. DNA’sından Brezilya’da öldüğünü biliyoruz

Verschuer suçlandı. Her tarafa mektuplar yazarak, önce Almanya’da sonra Birleşik Devletlerde, sonra da tüm dünyada saygınlığını geri almayı başardı. Hiçbir zaman yargılanmadı.

1989’da Kaiser Wilhelm Enstitüsünün yeni adı olan Max Planck Enstitüsü’nden, dosyalarının içinde kamplarda yaşayan esirlere ait 30 deri örneği bulunduğuna dair bir açıklama yapıldı.

Aynı sene Heidelberg Üniversitesi de arşivleri arasında 100’den fazla deri örneğinin bulunduğunu bildirdi.

1997’de Viyana’daki Nöroloji Enstitüsü, laboratuvarlarında, 400 Holokost mağdurunun beyninin bulunduğunu açıkladı.

Buna benzer birçok açıklamanın ardından, tüm bu bulunan insan örnekleri törenlerle yakıldı ve uygun bir şekilde defnedildi.

Törenlerden biri sırasında Tübingen Üniversitesi Profesörü Jurgen Pfeiffer, konuşmasında:

Bu gömdüklerimizle birlikte hatıralarımızı da gömmemeliyiz,” dedi ve “hatırlamalıyız, hatırlatmalıyız,” diye ekledi.

Birleşik Devletlerde ise, Davenport, 12 yıllık Hitler rejimi sürecinde inançlarından taviz vermedi, 78 yaşında zatürreden öldü.

Kaderin ne garip cilvesidir ki, Laughlin’in ölümü nedeni de onu ileri yaşında yakalayan epilepsi oldu.

Duke Üniversite’sinde araştırma yapan Yahudi göçmen Lemkin, Galton’un Eugenics’i türettiği kökten ‘GENOCIDE’ sözcüğünü türetti - yani SOYKIRIM kelimesini. Eugenics de kendisine yeni bir isim buldu: Yine aynı kökten, GENETICS.

Ya ŞİMDİ?

Hiç kimse bu sorunun yanıtını bilmiyor. Bugünün başlığı yarının dipnotu!!!

1978’de Louise Brown dünyanın ilk tüp bebeği olarak dünyaya geldi.

O günden bu güne, “invitro fertilizasyon” sıradan bir yöntem oldu.

1997’de İskoç koyun Dolly klonlandı. Tüm dünya gazete ve dergilerine kapak oldu. Bir sonraki hedef, insan klonlamak! Eğer bugüne kadar yapılmadıysa!

Yeni bir genetik dönemin başladığı kesin! Birçok hastalığın gücünü kaybedeceğini, insanların daha uzun yaşayacaklarını şimdiden kestirebiliyoruz.

DNA Data Bankları kurulacak, sonra bu network tüm dünyayı kapsar duruma gelecek. Artık “adı bilinmeyen askerin mezarı” diye bir kavram kalmayacak.

Ya SONRA?