Haber Fotoğrafı: Çiler İlhan
Fotoğraf: Dilan Bozyel

Çiler İlhan’ın 1943’ten 2018’e, Amsterdam’dan Auschwitz’e, Halep’ten Teşvikiye’ye uzanan yeni romanı Hayattayız Madem, raflarda. Nazi kamplarından kurtulmuş dedesi zamanında İstanbul’a göçmüş Türkiyeli ve Hollandalı bir babayla iki kızının, Suriye’deki savaştan kaçarak Türkiye’ye sığınan Meryem ile karşılaşmasını konu eden roman vesilesiyle İlhan’la söyleştik.

Sevgili Çiler, öncelikle hayırlı olsun. Bir önceki romanın Nişan Evi iki yıl önce çıktı. Bu kitabı iki yılda mı yazdın yoksa?
Yerinde bir soru, hayır… Bunun tohumu aklıma 2015’te düşmüştü. Suriye savaşının en acımasız yıllarında mülteci göçleri çoğaldığında, özellikle Avrupa bunca göçmenle ne yapacağını iyice şaşırdığında. Yıllar içinde gelişti, kurgu. Nişan Evi’ni arada yazdım.

Amsterdam’a taşınma hikâyesi ve Nazi kamplarında kimi yok olan kimi kurtulan atalar, romana sen Hollanda’ya taşındıktan sonra mı girdi?
Aslında romanın ana karakterlerinden Cos, ki sonradan kızların babası oldu, ilk karakterdi. Çıkış noktam Suriye savaşı olmasına rağmen, ilk somut şahsiyet oydu; adıyla filan baştan gelip kurulmuştu sayfalara… Küçük kız Batya’nın Amsterdam’a taşınması ve kamp geçmişi, buraya taşındıktan sonra organik olarak gelişti.


Çiler İlhan'ın son kitabı "Hayattayız Madem"

Kitaplar da kendi hikâyelerini yazıyor adeta, değil mi? Hayatlarımız gibi değişken, sürprizli… Mesela sen de benim gibi geçmişte uzun süre iki şapka taktın; kurumsal hayat ve gazetecilik-yazarlık. Hollanda’da artık sadece yazıyorsun. Nasıl gidiyor?
2017 yazında buraya taşınınca biraz mecburiyetten, çokça da böyle istediğimden oldu... Fena gitmiyor galiba. İstanbul’dayken hep “yandan” sürdürmeye çabaladığım, çalıştığım şirketlerdeki kimliğimin önüne geçmemesi için bastırmak durumda kaldığım, aslına bakarsan hakkını pek de veremeden yaptığım yazarlık işi tek meslek olarak sürdürülünce kolay değilmiş; gazeteciliği ayrı tutuyorum. Yazar olduğunu öğrenen pek çok kişi genelde önce, her gün oturup yazmak, o disiplin, fikir bulmak zor mu, diye sorar. Bunlar işin en kolay kısımları bana göre.

Peki hangi açılardan daha zor?
Kurumsal hayatta sonuç odaklı olmak, hızlı davranmak, rekabet, genelde başarı getiren ve ahlaksızlık yapmadığın sürece kabul gören değerler. Bu sektörde editöründen çevirmenine, yayıncısından eleştirmenine herkese çok daha özenli davranmak gerekiyor; düşük maddi getirilerle, neredeyse bir şeye körü körüne inanmaya, bağlanmaya yakın, aşkla yapılan bir iş dalı bu… Zaman aralıkları çok daha uzun kurumsal hayata göre; günler, haftalar değil aylar söz konusu oluyor. Çok sabırlı olmak gerekiyor. Benim gibi tez canlı biri için zor oldu bunu öğrenmek doğrusu. İşin bu kısmını, İstanbul’dayken koşuşturup durmaktan fark etmemişim. Kitap basıldıktan sonra da yayınevlerinin ekipleri, bütçeleri hep dar olduğundan eserin tanıtımına katkıda bulunmak için iyi-kötü çabalamak gerekiyor. Bunlara rağmen yıllar sonra vaktimi sadece edebiyata ve genel anlamıyla yazıya ayırabildiğim için yine de çok şanslı hissediyorum kendimi.

Kitaplarına dönecek olursak… Sürgün’ü başlatan ve sonlandıran öykülerin karakterleri Sulukuleli Romanlar, Nişan Evi’nin kahramanları Kürt, Hayattayız Madem’in ana şahsiyetleri Hollanda-Türkiye Yahudisi bir aile ve bir Suriyeli… Bire bir içinde olmadığın yaşantıların içinden nasıl çıkıyorsun yazarken?
Kendi kitaplarından bildiğin gibi; bıkana kadar araştırma yaparak… Hayattayız Madem için çok kişiyle yüz yüze görüştüm, Türkçe, İngilizce, Hollandaca, Almanca onlarca kitap okudum, yüzlerce belge taradım, bir sürü video, belgesel, film izledim, müze gezdim. Hollanda’da, müzeye dönüştürülmüş eski Nazi kamplarını dolaştım, Polonya’ya, Auschwitz-Birkenau’ya gittim… Hep kendi imkânlarımla. Duygusal olarak çok yıpratıcı bir süreç oldu hem Holokost hem Suriye ayağı. Dinlediklerim, öğrendiklerim sebebiyle araştırmaya bir süre ara vermek zorunda kaldım; kaldıramadım…. Çok, çok ağır yaşantılar…

Ama kaydedilmesi gerek, ne formatta olursa olsun. Akademik çalışma, anı, biyografi, kurmaca, video tanıklıkları, filmler…
Evet, doğru. Bu çabalar sayesinde kimi şahıslar, topluluklar, devletler birbirine asla zulmetmeyecek anlamına gelmese de öyle… Nişan Evi basıldıktan sonra romanın çıkış noktası olan, 2009’da Bilge köyünde yaşanan inanması güç, korkunç katliamdan birinci derecede etkilenen birkaç kişi bana ulaşıp birilerinin onları unutmamış olmasının kendilerini görünür kıldığını, değerli hissettirdiğini söylemişti. Unutmak, unutturulmak, yaşanan acıların üstüne ayrı bir acı katmanı daha ekliyor yoksa… Editörüm Devrim Çakır, Hayattayız Madem’in çıktığı hafta bir BBC haberi yolladı bana. Karakterim Meryem’in İstanbul’da başına gelenler resmen… Kayıt dışı, ölene kadar çalışmak, üstüne taciz. Suriyeli kadın işçilerle röportajların yer aldığı bir haber… Hayat keşke yer yer kurmacadan daha acımasız olmasaydı.

Mecburi göçler, yükselen ırkçılık, yeni formatlarda sunulan eski komplo teorileri… Farkındalık, birbirini anlamak, empati kurabilmek, romanın ana meselelerinden.
Öyle. İzmir’de büyüdüm. Yakın Yahudi arkadaşlarım vardı, zaten yıllarca Yahudi değil Musevi dedik; öyle belletilmişti, Yahudi kelimesine asırlardır o kadar acayip anlam ve sıfatlar yüklenmiş ki… Arkadaşlarımdan biri, cumaları biz dışarı çıkarken eve giderdi yemek için. Derdik ki ne güzel, aile yemeğini hiç aksatmıyorlar. Şabat yemeğiymiş meğer, yıllar sonra anladık. Bunu dillendirmezlerdi yani, düşün. İzmir gibi bir yerde… Bu tür yokmuş gibi yapmalar, başkaymış gibi davranmalar, yaşanmamışlıklar, kendin gibi var olamamak içime çok dokunuyor benim. Kitaplarım buralardan doğuyor galiba.

Ama aşk da var Hayattayız Madem’de. Kız kardeşlik, dostluk, sevgi, dayanışma… Onca zorluğun içinde güzel şeyler de oluyor.
Elbette. Hayat işte… Dostluk var, aşk var, sevgi var. Umut etmek, direnmek, vazgeçmemek var… Bunlara tutunuyoruz.