Abide, Alp, Aras, Asya, Atakan, Aykan, Doruk, Ecem, Elvin, Fahri, Hasan, Havin, Hayal, İzcan, Kağan, Lavin, Mehmet, Mert, Mustafa, Nazife, Nehir, Özgür, Perihan, Sahil, Selin, Serin…

Bu isimler, 6 Şubat’ta Adıyaman’da, her şeyiyle çürümüş sözde 4 yıldızlı bir otelde, hayatlarının başında enkaz altında kalan, voleybola âşık, Kuzey Kıbrıs Türkü 11-15 yaşlarındaki çocukların kendileri.

Gazimağusa Türk Maarif Koleji öğrencileri bu çocuklar, Türkiye finallerine katılabilmek için Adıyaman’da yapılacak eleme turundaki maçlara katılma adına gelmişlerdi o şehre.

İlk maçlarını aldıktan sonra güle oynaya geldikleri otel onlara, aynı gece, hayatlarının başında mezarları oldu. Tam 26 anne baba, iyi yetiştirmek ve insanca bir hayat yaşatmak için çizdikleri yol haritalarındaki zorluklara rağmen büyük özveriyle ilgilendikleri çocuklarına veda bile edemeden bir anda karanlığın girdabına girdiler. Acının tarifi bazen olmaz. Hem yitip giden çocuklar hem de artlarında bıraktıkları ve yaşam gayelerini tamamen kaybeden anne babalar, böylesi bir trajedinin özneleri oldular bir gecenin sabahına doğru…

Bu çocuklardan biriydi Selin Karakaya. Hem satrançta hem de voleybolda Türkiye’nin ileride kendisinden çok söz edeceği örnek bir insan olacaktı. Aslında doktor olmakla iyi bir sporcu olmak arasında gidip gelen hayalleri vardı ama deprem ile rant peşinde koşan kimi vicdansız müteahhitler ve de denetimi gereksiz gören sorumsuz yetkililer yüzünden hayallerini bile düşünmeye fırsat bulamadan sonsuzluğa itilecekti.


Çok acıklı başka hikâyeler de vardı bu ölüme atılmış çocuklar arasında. 26 kişilik ekibin içinde en küçük olan Nehir, bir haftadır Adıyaman’da yaşayan teyzesinin evinde kalırken, arkadaşlarıyla birlikte olmak için deprem gecesi otele yerleşir ve hayatı sonsuza dek söner. Tesadüfün böylesi de olur muydu ki?

Adıyaman’da sadece çocuklar ölmedi. Bir toplantı için katil otelde bulunan 43 kişilik bir rehber kafilesinden tam 28 kişi hayatlarının son gününü yaşadılar o gece.

Daha önce hiç deniz görmemiş çocuklara denizi göstermek için bir sürü projeyi hayata geçiren, yaban hayatının ve kültür varlıklarının korunması için faaliyetler düzenleyen, kuş gözlemcisi ve rehber Önder Cırık da hayatının sonuna varmış olacaktı o gecenin saat 04.17’sinde.

Bir başka başarılı rehber daha enkaz altında kalacaktı. Çin’de sosyal medya platformlarında çok tanınan, uzun yıllardır yaşadığı Çin’de geliştirdiği çeşitli kültürel ve sosyal faaliyetlerle Türkiye’yi ve Türk kültürünü Çinlilere tanıtmayı kendine misyon edinen İdris Talha da sessiz sedasız enkazın altında cansız bulunacaktı.

Nevşehir’de rehberlik yapıp da Adıyaman’daki otelde rehberler etkinliğine katılan baba Turgut Mustafa Yedek ve oğlu Etem feci ölüme birlikte gideceklerdi. Baba mesleğine devam etmek istediği için o otel mezarı olacaktı oğul rehber Etem’e…

Depremde başka diyarlarda ölenlerde de hüzünlü hikâyeler mevcuttu.

Bunlardan biri de, Hatayspor’da oynayıp da depremden bir gün önce oynadıkları Süper Lig maçında son dakikada attığı gol ile Hatay ve Hatayspor’a büyük sevinç hediye eden Ganalı futbolcu Christian Atsu olacaktı. Atsu, aslında o maçın gecesinde Fransa’ya uçacaktı. Lakin takım içinde oluşan büyük sevinç nedeniyle biletini iptal edip o gece zaferini kutlamak için şehirde kalmayı seçmişti. İşte bu seçim, ölümünün seçimine dönüşecekti adeta. O golü atmasaydı bugün hayatta olacaktı. Bunun bir açıklaması olabilir miydi?...

Ya Süper Lig’de oynayan, Çankaya Üniversitesi takımı oyuncusu basketbolcu Nilay Aydoğan için ne denilebilirdi ki? Basketbol liginde, millî maçlarla alakalı olarak lig maçlarına ara verilmesi nedeniyle çok özlediği Malatya’da yaşayan babaannesine ziyarete gidecek ve çok sevdiği ile birlikte hayata veda edecekti. Babaannesini özlemese bugün hayatta olacaktı. Var mıydı bunun da bir açıklaması? Kader diyerek, sağlam yapılmayan binaların kurbanı olduğu gerçeğini mi saklayacaktık yoksa?

Suriye’ye görevlendirmesi çıkan uzman çavuş oğullarını uğurlamak için Adıyaman’a giden Ali Çiftçi ve eşi Dürdane Çiftçi’nin depremde kaldıkları binada can vermeleri de yine bir başka hüzün hikâyesi değil midir?

1999 Gölcük Depremi esnasında doğan Osman Enes’in, Gaziantep’te depremden sadece üç gün önce taşındıkları binada kardeşini kurtarmaya çalışırken, çürük kolonun kafasına düşmesi sonucu ölmesine ne demeliydik ki? Depremde doğup bir başka depremde ise sadece üç gündür yaşadığı binanın mezarı olmasına isyan etmemek mümkün müydü?

 

Aslında tam 50.096 tane yarım kalmış hikâye mevcut ve belki de bu sayı daha da artacak. Hikâyeleri bilinenler tümünün yanında çok az. Bir anda sessizce hayata veda eden on binleri kim bilir hangi tesadüfler, hangi zorunluluklar ölüme götürmüştü. İnsan düşündükçe boğuluyor.

Binlerce insan, çocuklarından, anne babalarından, eşlerinden, sevdiklerinden, işlerinden, okullarından, mahallelerinden oldu.

 50.096 sadece bir sayı değil. Haksız ölümün, kimi inşaatçıların bitmek bilmeyen para hırsının ve de kötülüğün vücut bulduğu bir sayı aynı zamanda.

Ateş düştüğü yakıyor, evet doğru ancak bu yangın, derin ve karanlık bir boşluğa savrulmuş ruh halimizde onarılmaz yaralar da açarak hayatın en adaletsiz gerçeğini simgeliyor…

Nazım Hikmet’in dediği gibi,
Öyle ölüler vardır ki,
Ben onların öldüklerini düşündükçe,
Vakit olur,
Yaşadığımdan utanırım…”