Fotoğraflar: Nazmiye Önder
Haber fotoğrafı: Santiago Katedrali

Şili, kuzeyden güneye 4.300 kilometre boyunca uzanan dünyanın en uzun ülkesi olarak kabul ediliyor. Ülkenin adı, Aymara dilinde ‘dünyanın bitimi’ anlamına gelen ‘chilli’ kelimesinden geliyor. Meşhur komutan Jose de San Martin önderliğinde 1818 yılında İspanyollarla savaşan Şili, demokrasiyi yerleştirmeye çalışırken iç savaşlar ve cuntalar ile mücadele etmiş. Ordu 11 Eylül 1973 yılında hükümete karşı yapılan askeri darbe ile yönetime el koyarken, darbe sırasında 4.000 kişi idam edilmiş, binlerce kişi işkence görmüş. Bizim kuşağın hatırlayacağı askeri lider General Augusto Pinochet, yönetimin başına geçmiş. Fakir ile zengin arasındaki uçurum iyice açıldığı 15 yıl süren ve çok sancılı geçen dikta rejiminden sonra ilk defa seçim yapıldığında Hıristiyan Demokratlar başa geçmiş.

Santiago şehri ve Atatürk anıtı
1541 yılında İspanyol kâşif Pedro de Valdivia tarafından kurulan Santiago şehri, ülkenin başkenti ve Güney Amerika’nın en güzel ve en zengin şehri olarak anılıyor. Şehir her ne kadar 1541 yılında kurulmuş olsa da deprem bölgesinde olduğu için çok fazla eski ve tarihî bina yok. Dünyada ölçülebilen en büyük depremi 1960 yılında yaşamışlar; tam 9,5 şiddetinde. Bu depremde 1.500 kişi hayatını kaybetmiş 2.000 kişi evsiz kalmış.


Nazmiye Önder, Atatürk anıtının önünde

Türkiye’den 15 bin kilometre uzakta, dünyanın en batısında yeni güne başlarken ben öncelikle Atatürk anıtını görmeyi istiyorum. Şili, Türkiye Cumhuriyeti’ni tanıyan ilk Latin Amerika ülkesi. Burada Atatürk’ün adını taşıyan bir park ve okul bulunuyor. Hatta 29 Ekim 1973 yılında, Cumhuriyetimizin 50. Yılı anısına Atatürk için parkın içine bir de anıt yapılmış. Anıt üzerinde bulunan yazı da çok anlamlı: Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu, ülkesinin fedakâr ve sadık hizmetkârı, benzeri olmayan, kahraman insanlık idealinin canlı örneği. Bütün hayatını Türk Milletine adamış, milletine kendi ruhunun ateşini vermiştir. Hatırası ve fikirleri, milletinin ruhunu ateşli tutan, sönmez bir meşale olarak yaşamaktadır.”

Anıtı ziyaret edip fotoğraflarımızı çektikten sonra şehri gezmeye başlıyoruz. Ziyaretimiz sırasında, öğrencilerin üniversite harçları ve metroya yapılan zamları protesto için başlattıkları eylem, bütün ülkeye yayılıp sokak savaşlarına dönüşmüş. Halkın hak aramak için protesto yapmaları en doğal hakları olmakla birlikte, bu tür protestolar sırasında yaşanan yağmalar olaya hep leke düşürüyor. Yol boyunca bazı dükkânların kepenklerinin kapalı olduğunu görüyoruz. Ülkede eğitim ve sağlık hizmetlerinin çok pahalı olması ve halkın emeklilik güvencesinin olmaması en büyük sorun olarak öne çıkıyor.

Eski şehir merkezinde ilk durağımız Palacio de la Moneda, yani Cumhurbaşkanlığı Sarayı. 1805 yılında mimar Toesca tarafından ilk olarak Kraliyet Ailesi için yapılmış. 1848 yılından itibaren Şili devlet başkanları tarafından kullanılmış. Bina, 1973 yılında gerçekleşen Pinochet’nin askerî darbe girişimi sırasında bombalanmış ve ciddi zarar görmüş. Darbe sırasında, zamanın başkanı Allende, askerlerin teslim olma çağrısına boyun eğmeyerek, bu binada intihar etmiş. 1981 yılında ise restore edilerek tekrar kullanılmaya başlanmış.


Ahumada Caddesi

Saray ziyaretinden sonra Ahumada Caddesi’ne doğru yürümeye başladık. Caddeye ulaşana kadar, birçok eski ama halen kullanılan resmî binanın önünden geçiyoruz. Tarihî binalardan kimi Merkez Bankası olarak, kimi Bakanlık Binası olarak hizmet vermeye devam ediyor. Mimarî, şüphesiz İspanyol tarzını yansıtıyor. Ahumada Caddesi, Santiago’nun kalbi olarak anılıyor. Cadde üzerinde pek çok kafe ve restoranın yanı sıra ünlü markaların da içinde bulunduğu sayısız mağaza var. Caddeyi boydan boya yürüdükten sonra Plaza de Armas’a ulaşıyoruz. Burası şehrin en ünlü ve eski meydanı, 1541 yılında Petro de Gamboa tarafından tasarlanmış ve etrafında tarihî ve önemli yapılar var. Genelde halkın buluşma yeri, yine bu caddenin meydanla kesiştiği nokta. Şehrin katedrali Catedral Metropolitana da bu meydanın tam ortasında. Katedralin bir diğer adı Güneş Tapınağı. Yapımı tam 240 yıl sürmüş. Ancak bugünkü katedral, aynı yerde yapılan beşinci katedral. İlk yapılan katedral, Picunches Ayaklanması’nda, diğer üçü ise 1552, 1647 ve 1730 yıllarında olan depremlerde tamamen yıkılmış. Şu anki katedral ise 1780 yılında İtalyan mimar Toesca tarafından yapılmış. Toesca bu yapıdan sonra biraz önce gezdiğimiz ‘La Modena’, yani Cumhurbaşkanlığı Sarayı gibi başka eserlere de imza atmış. Klasik ve Barok tarzda inşa edilmiş katedralde, tam 16 tane çan bulunuyor ve her biri en az 12 ton ağırlığında. Bu ihtişamlı katedralin içinde çok sayıda heykel, resim ve sunak da bulunuyor.

Plaza Armas
Plaza Armas’ta gezilecek bütün tarihî yapılar neredeyse yan yana, bu yüzden meydan oldukça kalabalık. Katedralin hemen solundaki beyaz ve eski görünümlü bina, bir zamanlar ‘Valilik Binası’ olarak yapılmış ancak günümüzde Merkez Postane olarak hizmet veriyor. Postaneden çıkınca, hemen yanı başında tarihî bir bina daha var. Palacio de la Real Audiencia de Santiago, 1804-1807 yılları arasında Kraliyet Mahkemesi olarak hizmet vermiş. 1818 yılında Kongre Binası olarak kullanılmış ve 1911 yılında müzeye çevrilen binada, çeşitli mobilyalar, giysiler sergileniyor, giriş ücretsiz. Bazı bölümlerde Şili tarihi ile ilgili önemli gazete haberleri ve fotoğraflar da bulunuyor.


Meydanın tam girişinde Mapuçeleri temsil eden bir heykel dikilmiş. Mapuçeler, Orta ve Güney Şili ile Güney Arjantin’de yaşayan yerli Kızılderili halk. Aralarında örgütlenmemelerine rağmen, İnka İmparatorluğu’nun boyunduruğu altına girmemek için hep birlikte başarılı bir şekilde direnmişler. Şili’nin bağımsızlığını kazanmasından sonra Mapuçeler komşuları ile birlikte yaşamaya devam etmişler. Şili hükümeti ile Mapuçe liderleri arasında toprakların birleştirilmesi konusunda bir antlaşma imzalanmış. Savaş sonrası Mapuçelerin bir kısmının göz altına alınması, kalanların ise küçük kulübelerde açlık ve sefalet içinde yaşamaya zorlanmaları nedeniyle nüfusları yarım milyondan 25.000’e kadar düşmüş. Günümüzde Mapuçe soyundan gelenler, Güney Şili ve Arjantin çevresinde, halen geleneksel yollarla tarım yaparak Santiago gibi büyük şehirlerde yoksulluk içinde yaşamlarını sürdürüyor.

Santa Lucia ve Cerro San Cristóbal Tepesi
Santiago genelde düz bir yapıya sahipse de, şehri yukarıdan gören iki tane tepe var: Bunlardan biri, Santa Lucia Tepesi. Burada bol heykelli, yemyeşil bir park bulunuyor. 22 metrelik ‘Lekesiz Bakire Meryem Heykeli’nin olduğu meşhur Carrera San Cristóbal, Santa Lucia Tepesi’ni de yukarıdan görüyor. Cerro Cristóbal Tepesi’nde aynı zamanda dünyanın en büyük parklarından biri bulunuyor. Bu park, içinde açık havuz, hayvanat bahçesi ve botanik bahçe olan Santiago Metropoliten Parkı’nın bir parçası.

Park gezilerimizi tamamladıktan sonra Santiago’da görmeyi en çok istediğim yere, Nobel ödüllü Şilili ünlü şair Pablo Neruda’nın, bu ülkede bulunan üç evinden biri olan ve günümüzde müze haline getirilmiş olan ‘La Chascona’ya gidiyoruz. Neruda bu evi 1953 yılında, o zamanki gizli aşkı Matilde’nin yaşaması için yaptırmış. 1955 yılında beraber yaşamaya başladıkları eve, Matilde Urrutia’nın kıvırcık saçlarına ithafen ‘La Chascona’ adını vermiş. Denizden çok korkan şair, evin salon kısmını gemi şeklinde yaptırmış. Evde Picasso, Salvador Dali ve Diego Rivera gibi pek çok sanatçıya ait eserler var. Yemek odası bir teknenin içindeymişsiniz hissi veriyor. Uzun bir yemek masası, dolaplara özel dizilmiş porselen tabaklar ve şarap kadehleri, sanki o akşam bir davet verilecekmiş gibi hazır bekliyor. Üst katta yatak odaları bulunuyor. Matilde, son derece sade döşenmiş yatak odasını Neruda’nın ölümünden sonra terk etmiş ve alt kattaki ufak odaya taşınmış; Neruda’nın ölümünden sonra 1985 yılında ölene kadar bu evde yaşamış.


Bellavista


Evin de içinde bulunduğu; Mapoco Nehri ile Cerro San Cristóbal Tepesi arasında kalan bölge ‘Bellavista’, rengârenk evleri ve ağaçlı yolları ile bu koca şehrin içinde insana huzur veren, küçük ve şirin bir kasabayı andırıyor. Rengârenk binaların duvarları, çeşit çeşit öyküler anlatan resimlerle dolu. Birbirinden güzel restoran ve kafeleriyle, gece hayatı için oldukça talep gören bir bölge. Pionono Caddesi daha çok parasız üniversite öğrencilerine hitap eden kafe ve restoranların bulunduğu yer. Hemen paralelindeki Constitution Caddesi ise oldukça kaliteli mekânlarla dolu. Buranın biraz hippi vari oldukça bohem bir havası var. Pablo Neruda’nın bölgeye yerleşmesinden sonra pek çok sanatçı ve yazar buraya akın etmiş.

Akşam yemeğimizi yiyip günü tamamladıktan sonra metroya doğru yürüyoruz. Yürüdüğümüz yollar boyunca, eylemler sırasında yakılan dükkânları görünce insanın içi acıyor. Otobüs durakları protesto yazıları ile dolmuş. Metro sayesinde otele ulaşımımız kolay oluyor…