Bugün insanın nasıl “şeyleştiğini” anlamak için sosyal medyaya bakmak yeterlidir. Öyle midir gerçekten?... Uzun denebilecek bir süredir, pek çok şeyin suçlusu ilan edilen sosyal medya hakkında oldukça çarpıcı bir giriş mi yoksa? Özellikle insanın görüntüsünün popüler kültürün bir malzemesi olarak çeşitli bağlam ve formlarda yinelenmesi meselesi, bu konunun en kayda değer alt başlıklarından biri olarak gözükmektedir. Kopyalarımızın/klonların ve simülatif varoluşların giderek daha fazla uzayı kapladığı ve benliği parçalara ayırdığı yönündeki kaygının merkezinde yaşıyoruz. Bu denli kaygılandığımız konu hakkında hangi soruları sorup cevap aldığımız ise bir başka muğlak alan. Bu nedenle bu alana katkı oluşturabilecek olan Peki biz neden klonlanıyoruz?” sorusunu sormanın anlamlı olacağı kanaatindeyim. Bu soru her iki şekilde sorulduğunda da ilgi çekici bir sorudur. İlkin, bize görüntümüzün kopyalanması meselesini çağrıştırması beklense de çağın kaygısı ağır basarak nesnel bir gerçek olarak çiftimizin yaratılması konusu, entelektüel iştahımızda daha büyük bir karşılık bulur.



Çift yaratılmış olmak
Çift yaratılmış olmak fenomeni bu kişiliklerin iyi ve kötü diyalektiği içinde sürüp giden tartışmalarını üreterek sahiplenir. Bu çiftlerden biri muhakkak aydınlık, ikincisi karanlık ve tehditkârdır. Günümüzde sosyal medya aracılığıyla tanık olduğumuz ünlülere çok yakın benzerlik taşıma örneklemeleri ve hatta geliştirilen aplikasyonlarla her birimizin bir başkasıyla klonu olabilecek kadar benzer fiziksel özellikleri eşleyerek oluşturulan doppelgänger (tıpatıp aynısı) efekti bu diyalektikle beslenir. Tabi kötücül olan elbette bu aşırı benzerliğin kendisi değil benzerliği işletmektir. Burada da Jean Baudrillard’ın simülasyon evreninin bir çıktısı sayılabilecek “İşletimsel ikiz” kavramına bakmak gerekir. Aslında benzetilenin hareketlerinden bağımsız olarak hareket eden dijital çift, benzetilen kişinin kendi görüntüsünü tanımlamasını engeller. Bu artık bir yansıma meselesi değil, sanal bir alter ego meselesi olur. Burada, aslına benzediği önerilen kişi, benzetilenin yerleşmiş karakterini bozmaya başlar. Bu yeni birleşik benliğin inşası, herhangi bir kökenden ve bedenin sosyal konumundan ayrı değerlendirilmeye başlanır. Sanal beden, fiziksel bedenin algılanmasına müdahale eder. Görsel algı kendi kimliğinin inşasında daha büyük bir rol oynayacaktır; dokunsal duyularına daha az derecede güvenecektir.

Bu performansta benzeyenin kendi bedeninin durumu hakkında belirsiz hissetmesi olağanlaştırılır. Bu benzer görüntünün önerdiği gibi olmak konusunda teşvik edilir. Medyada yansıtılan görüntünün aslında o ortam için “işletimsel” olduğunu fark ettiğinde, kendisinin ve onu çevreleyen bu dünyanın bir temsilini kendi içinde oluşturmak için güçlü bir şekilde uyarılır. Bir başkasının sanal ikizinin haline gelindiğinin kanıtı olan görsel uyaranlar daha büyük bir sistemi tetikleyerek nesnel gerçekliğe müdahale etmeye başlar. Mesela günümüzün tek tipleşen estetik anlayışı bunun en çarpıcı örneklerinden biridir. Ve çağın estetik değerlerini şekillendirmesinden tutun da bireyin toplumsal kabulüne değin pek çok alanda “işletimsel” bir karşılığı bulunmaktadır.


Jennifer Aniston ve kopyası kadar benzeri


Kısaca söylersek, bizler aslında bu hiper-gerçekçi dünyada ikizimizi aramaya yazgılıyızdır.
Bizim gibi gözüken ancak yalnızca göstergelere indirgenmiş bir biz… Bunu reddetmek tüm popüler kültür varlıklarını reddetmekle eşdeğerdir. Bunun kötücül bir ikiz, bir doppelgänger olarak tartışılması mitolojiden edebiyata, müzikten, tiyatrodan sinemaya dek uzanan geleneksel tanımını karşılıyor olsa da bugün daha farklı bir iletişim modeline karşılık gelir. Artık benzerlik onaylandıktan sonra taklit edilen surete ihtiyaç kalmamıştır ve sürekli ona başvurmak anlamsızdır. Artık, aslı yerine geçmiş bu klon, yeni bir gerçeklik temsili vardır.

Görüntülerin asıl işlevi
Aslında daha önce benzer içerikleri konu alırken de değindiğim gibi ve birçok düşünür tarafından detaylı olarak tanımlandığı üzere görüntülerin asıl işlevi zaten hiçbir zaman “gerçeği” göstermek değil “gerçeği” düşündürtmek olmuştur. Baudrillard’a göre; Batı bu yeniden canlandırma olayının önemine yeni göstergenin derin bir anlama sahip olabileceğine, bir göstergenin bir anlamın yerini alabileceğine ve bir şeylerin -bu tabii ki Tanrı’dır- bu değiş tokuşun gerçekleşmesini sağladığına bütün kalbi ve iyi niyetiyle inanmaktadır. Tanrı bile simüle edilebildikten yani tanrıya olan inanç göstergelerine indirgenebildikten sonra gerisini varın siz düşünün!..

Bilim kurgu evreninde kopyalar/klonlar, insanlığın mükemmel örnekleri olacak şekilde tasarlanmış, normal insandan daha akıllı, daha güçlü ve daha hızlı olan yaradılışlar. Aslında bir taraftan bu insan olmanın ne anlama geldiğinin sınırlamalarını düşünmek için iyi bir farkındalık olanağıdırlar. Günümüzde her şey inşa edilebilir ve insanın elinden çıkmaktadır.



Peki, ya insan bir insanı inşa ederse?
Dünyanın önemli şahsiyetlerinin yapay kopyalarının üretilmesine olanak tanıyan simülasyon evreni ve bu başlık altındaki tüm tasarılar, daha önce de belirttiğim gibi sosyal medya çağından çok öncesine dayanıyor. Yine de, “Tanrı”nın yaratısı insan olmaya ekstra paye vererek genişletilen bu evrende bilincin ve empati yeteneğinin yaşamsallığı ifade ettiği öneriliyordu. Klonlama fenomeni bu özelliklerden yoksun bırakılıyordu. Duyguların insanlığı ifade ettiği fikri yaygın olarak kullanılıyordu. Sosyal medya çağında bu düşünce oldukça istikrarsızlaştı. Çünkü aslında en büyük fark, kopya/klon ve aslı arasındaki ayrımın duygu kodlarını takip ederek yapılabilmesinin zorlaşmaya başlamasıydı. Ancak bu da çok uzun sürmedi ve birtakım yazılımlar tasarlanarak algoritmaları gözden geçirme işi başladı. Örneğin bunun olumlu sonuçlarından biri sayılabilecekse, artık klonlanan kimliklerle oluşturulan pek çok ırkçı sayfa tespit edilip kapatılabiliyor. Yine de konu aslında hep aynı yerde tıkanmaya devam etti. O da insan olduğu sürece insanın muhakeme yeteneğinden umut kesilmeyeceği. Sanıyorum işte asıl bu tavrı çağ dışı bulmamak içten değil. Bugün hala insanın kopyasından/klonundan daha iyi nitelikler taşıyabileceğine dair inancın temelinde insanın ölümlü olması, ölebilecek olması, dolayısıyla üstünlük kurulabilecek önemli bir zafiyetinin varlığı ve sürekliliği yatmaktadır denebilir. Kopyalar/klonlar acı çekebilecek ve basitçe kendiliğinden hayatları sonlanabilecek organizmalar olmadıkları için kötücüldürler öncelikle. İmplante edilmiş anılar ve duygularla var olur, gerçek değil gerçekleşmiş kişilikleri vardır.

Peki, asıl olan, insan olan nedir?
Öz farkındalığı, anıları veya rüyaları mıdır onu gerçek yapan? Bir kopya/klon bir gün bu özelliklerle donatıldığında (sanal ya da fiziksel olarak) insan olabilecek midir?.. Çoğumuzun cevabı hiçbir bilimsel veriyi gözden geçirmeden dahi, eminim “Hayır” olacaktır. Peki, yineliyorum, her şeyi yapmaya muktedir olan, kopyalarını/klonlarını, işletimsel ikizlerini, tüm bu doppelgänger mitini kendi elleriyle yaratan insansa, asıl olan, biz neden klonlanıyoruz?

Çünkü diğer benliğe, alternatif benliğe ihtiyaç duyuyoruz. Anılarımız ve deneyimlerimizi üstün kılarak yarıştırıyoruz örneğin. Temsili değer sistemleri yaratıp etik, ahlak gibi olguları tartışıyoruz üzerlerinden mesela. Tüm bunları bu kopya/klon benlikler üzerinden yeniden üretip tartışmazsak bizi daha fazla insan yapan değerleri pratik edebileceğimiz somut bir dünyanın varlığı yitip gitmekte olduğu için belki de…



Sonuç olarak biz neden klonlanıyoruz sorusunun bu yazı özelinde nihai cevabı kimlik sorununu işaret etmektedir. Yaşadığımız çağda bir insan, büyük metropollerin ya da başka birçok biçimde manzaranın bir parçası olup olmadığını ya da ondan bağımsız olup olmadığını, dünyasının gerçek mi yoksa algılanan mı olduğunu çözmesi gereken izole yaşantılar sürmektedir. Bu izole evrende ne hafıza ne görme ne de kimlik, hiçbir şey kesin değildir. Her şeyin gerçekliği sorgulanabilirdir ancak yine de kader adı altında çevremizdeki dünyayı yaratmak için algılarımıza güvenmemizi gerektirir.

İşin aslı, her birimiz fotoğraf çağıyla birlikte zihnimize implante edilmiş görüntüleri anıların yerine koyarak yaşamayı deneyimlerken ve bu bir refleks halini almaya başlarken tarihimizin somut kayıtları olarak kabul ettiğimiz görüntülerin evreninde yeni bir olasılık adına yitip gidiyoruz. Bu açıdan kopyalar/klonlar, doğal ve doğal olmayan hem güzel hem de algılanması korkunç bir şey haline gelene kadar tüketilen ve üzerine inşa edilen insanlık için sınırları daima genişletilmeye çalışılan dünyanın biricik yansıları olabilir.