Acaba “Venedik Taciri” antisemitik bir oyun mu? Ya da antisemitizm yoluyla, seyircisini ötekileştirme konusunda düşündürmeyi mi hedefliyor?

Shylock:Yahudi’nin gözleri yok mu? Yahudi’nin elleri, azaları, duyuları, sevgileri, arzuları yok mu? Onun da karnı aynı yemekle doymuyor mu? Ya aynı silahlardan o acı duymuyor mu? Aynı hastalıklara o da tutulmuyor mu? Aynı ilaçlardan o iyilik bulmuyor mu? Bir Hristiyan kadar aynı kışın soğuğu, aynı yazın sıcağı ona dokunmuyor mu? Bizi yaralarsanız akmıyor mu kanımız? Bizi gıdıklarsanız gülmez miyiz acaba? Bizi zehirlerseniz çıkmıyor mu canımız? Ya siz bize haksızlık ederseniz, biz hıncımızı almaz mıyız?”  - Çeviren: Ali Taygun

Dünyaca ünlü İngiliz şair ve oyun yazarı William Shakespeare’in “Venedik Taciri” adlı oyunundan, “Shylock”un ünlü tiradıydı okuduğunuz... Karakter listesinde adı “Yahudi Shylock” olarak geçen; paragöz, hesapçı, gaddar bir tefeci olarak betimlenen; köpeğe, iblise benzetilen; Hristiyan düşmanları tarafından üzerine tükürülen, hor görülen, nefret edilen; sahneye koyulduğu dönemin politik atmosferine bağlı olarak, kâh gülünç bir soytarı, kâh bir ucube olarak canlandırılmış “Shylock”…

Acaba “Venedik Taciri” antisemitik bir oyun mu? Ya da antisemitizm yoluyla, seyircisini ötekileştirme konusunda düşündürmeyi mi hedefliyor? İşte bu tartışma, asırlardır devam etmekte… Öte yandan, ünlü edebiyat dehasının, kendisiyle anılagelen Stratford-upon-Avon’da bir Yahudi ile komşuluk etmiş olma olasılığı pek azdı! Neden mi? Çünkü topu topu 3.000 kişilik İngiliz Yahudi nüfusu, ta 1290 yılında Kral Edward I tarafından ülkeden sürülmüştü! Yahudilerin İngiltere’ye tekrar kabul edildikleri yıl ise, 1656… “Venedik Taciri”nin yazarı, İngilizlerin kültür ikonu Shakespeare ise, tahminlere göre 1564 ile 1616 yılları arasında yaşadı. Bir diğer deyişle, Shakespeare’in bir İngiliz Yahudisi ile karşılaşıp da, Shylock karakterini şekillendirecek bir izlenim edinmiş olması, neredeyse olanaksızdı!

ABD merkezli belgesel kanalı Discovery Channel’ın Başkan ve CEO’su David Zaslav, efsanevi yönetmen Steven Spielberg’e yıllar önce şu soruyu sormuş: “Senden sonra insanlar, Steven kimdi, neye önem verirdi, diye sorduklarında, ardında bırakmak istediğin hikâye nedir?” Birkaç saniye düşünen Spielberg, şu yanıtı vermiş: “Neden nefret ederiz?” 

Yazar James Shapiro, Yahudilerle ilgili olarak, Shakespeare’in yaşadığı Elizabeth I ve halefi James I çağlarına hâkim olan önyargı ve paranoyaya dikkat çekmekte; “Shylock” karakterini de işte bu perspektife oturtmakta... Ünlü edebiyat eleştirmeni Harold Bloom’a göre ise, Shakespeare’in bu popüler komedisine hâkim olan yoğun antisemitizmi görmemek için, “kör, sağır ve dilsiz” olmak gerek. Yazarının Yahudilere ilişkin görüşlerinden bağımsız olarak, zaman içinde “Venedik Taciri”nin Yahudi nefretini körüklemek için sonuna kadar istismar edildiğini; özellikle Nazi Almanya’sında defalarca sahneye koyulduğunu ve Shylock karakterinin, her sahneye çıkışında seyirciler tarafından yuhalandığını, ıslıklandığını belirtelim.

Önyargı, ötekileştirme, canavarlaştırma…

Acaba insanoğlunun başka bir grupla ilgili önyargıları nasıl filizleniyor? Ayrımcılık, kin, ötekileştirme nasıl içselleştiriliyor? Nasıl oluyor da, görünürde alelade insanlar, tarihin en vahşi katliamlarının gönüllü infazcıları olabiliyorlar? İnsanlığın içine düştüğü nefret sarmalından bir çıkış yolu var mı? “Why We Hate” (Neden Nefret Ederiz), tüm bu soruları ve daha fazlasını yanıtlamayı hedefleyen altı bölümlük bir belgesel… Geride bıraktığımız Ekim ayında Discovery Channel’da yayınlanmaya başlayan dizi, tam sekiz yıllık bir çalışmanın ürünü. Usta yönetmen Steven Spielberg ve ünlü belgesel yapımcısı Alex Gibney, dizinin yapımcıları arasında…

“Neden Nefret Ederiz” sorusu Spielberg’in zihnine, insanlık tarihinin yüz karası Holokost’u mercek altına aldığı, tam yedi dalda Oscar alan şaheseri “Schindler’s List”in (1993) hemen akabinde düşmüş. Ünlü yönetmenin bu projede işbirliği yaptığı Gibney ise, 2002 yılında Amerikan askerleri tarafından işkenceyle öldürülmüş, masum bir Afgan taksi şoförünün öyküsünden yola çıktığı “Taxi to the Dark Side” (Karanlık Tarafa Taksi) adlı belgeseliyle, En İyi Belgesel dalında Oscar (2007) aldı.

Olağan insanlar, neden ve nasıl birer caniye dönüşebiliyorlar? 

Toplam altı bölümden oluşan dizinin, yaklaşık 45 dakika süren her bir bölümü, “Görüntüler rahatsız edici olabilir” uyarısıyla başlıyor. Serinin Emmy ödüllü yönetmenleri Geeta Gandbhir ve Sam Pollard, insan doğasının karanlık dehlizlerine girerek, siyasi huzursuzluk, baskı, şiddet ve hatta soykırım hedefleyen aşırılık yanlılarının ve demagogların kullandıkları, “dehumanizasyon” (insan olarak görmemek) gibi taktikleri inceliyorlar. Nefretin köklerini araştırırken, tekrar tekrar şu soruyu soruyorlar: Olağan insanlar, neden ve nasıl birer caniye dönüşebiliyorlar?

Farklı kavramlar, farklı uzmanlar

Nefret konusuna, psikoloji, antropoloji ve nörobilim penceresinden bakan dizinin bölümleri: Kökenler; Kabilecilik (Tribalism); Araçlar & Taktikler; Aşırılık; İnsanlığa Karşı Suçlar; Umut. Serinin dikkat çekici bir özelliği olan çeşitlilik, yalnızca farklı kültürlerden insanların yaşam deneyimlerini mercek altına alıyor olmasıyla sınırlı kalmıyor. Her bir bölümde, çalışma alanı, ilgili bölümün konusuyla bağlantılı olan farklı bir uzman öne çıkıyor.

Örneğin, “Araçlar & Taktikler”de gazeteci (The New Yorker) ve Columbia Üniversitesi Gazetecilik Bölümü öğretim üyesi Jelani Cobb, propaganda konusunu işliyor. Cobb, internet ortamında karşı karşıya kaldığımız bilgi bombardımanında, neyin gerçek, neyin yalan olduğunu anlamanın güçlüğüne dikkat çekiyor. Algoritma bazlı arama motorlarının nefret üretmediğini, bununla birlikte nefretin daha hızlı ve etkili bir şekilde yayılmasına katkıda bulunduklarını belirtiyor. Cobb ayrıca, sapkın düşüncelere sahip insanların, yaşadıkları coğrafyadan bağımsız olarak, internet sayesinde bir tıkla benzer görüşlerdeki kişilerle iletişime geçebildiklerini vurguluyor. Bölümde işlenen belki de en çarpıcı örnek, müdavimi olduğu ırkçı forumlarda radikalleşen, henüz 21 yaşındaki Dylann Roof’un öyküsü. 2015 yılında Güney Carolina’da, siyahların gittiği bir kiliseye giren Roof önce cemaatle birlikte dua etmiş, takiben gerçekleştirdiği silahlı saldırıda, gözleri kapalı dua etmekte olan 9 kişiyi öldürmüştü.

Serinin, kanımca seyretmesi en zor bölümü olan “İnsanlığa Karşı Suçlar”da, uluslararası ceza avukatı Patricia Viseur Sellers, toplu katliamlar konusunu mercek altına alıyor. Sellers’a göre, toplu katliamlar “tutku suçları” değil; yani insanlar bir gecede komşularının canına kast etmeğe karar vermiyorlar - bu, aşama aşama gelinen bir nokta. İkna yeteneği güçlü bir lider, kitleleri belli bir grubun düşman olduğuna ve ortak değerlerin korunabilmesi için bu düşmanın yok edilmesi gerektiğine inandırıyor. Kendisi de siyahi olan Sellers’ın, ziyaret ettiği Montgomery Alabama’daki kölelik dönemi ve linç kurbanlarının anısına dikilmiş “Ulusal Barış ve Adalet Anıtı”nda ölümsüzleştirilmiş bir kurbanla aynı soyadı paylaştığını fark ettiği an, hafızalara kazınacak nitelikte.

Deneyim ve Eğitim: Nefretin panzehirleri

Aşırılıkla mücadele uzmanı Sasha Havlicek ve ekibi, 2006 yılından bu yana, gerek radikalleşmeyi gerekse insanların radikal gruplardan hangi koşullarda ayrıldıklarını inceliyor. Havlicek, aşırı uçlara kayan kişilerin birçoğunun geçmişindeki travmalara dikkat çekiyor. Dizinin “Aşırılık” başlıklı dördüncü bölümünde karşımıza çıkan eski Dazlak lider Frank Meeink, çocukluk yıllarında ailesinden görmediği ilgi ve desteği, onda aidiyet duygusu yaratan aşırı sağcı bir grupta bulmuş. Bugün ise, uyum, tolerans ve kültürel çeşitlilik konusunda seminerler vermekte… Dönüşümüne önayak olan kişi, Yahudi bir mobilyacı… Hapis çıkışı, karanlık geçmişine karşın onu geçici işe almış; yaptığı işi beğendiği için, başta anlaştıklarından daha yüksek bir yevmiye ödemiş; sonra da kalıcı bir iş sahibi olmasını sağlamış olan patronu, Meeink’in zihnine çakılmış ırkçı varsayımları tek başına alaşağı etmeyi başarmış!

Nefretten hoşgörüye uzanan kimi yolculuğun, şaşırtıcı derecede kısa sürebileceğini kanıtlayan bir diğer örnek ise, eşcinsel-, Yahudi-, Katolik- ve ordu-karşıtı radikal bir grup olan Westboro Baptist Kilisesi’nin kurucusunun torunu olan Megan Phelps-Roper… Henüz beş yaşındayken eline eşcinsellik karşıtı pankart tutuşturulmuş Phelps-Roper, “Çocukluk anılarımda, kardeşlerim ve kuzenlerimle havuzda oynadığımız anların yanında, insanlara ‘Cehenneme gidin!’ diye slogan attığımız anlar bir arada…” diyor. Phelps-Roper, sosyal medyada karşısına çıkan ılımlı görüşlerin tetiklediği bir farkındalıkla, içine doğduğu bu nefret grubundan ayrılmayı seçmiş.

New York Üniversitesi Nöral Bilimler Merkezi’nden Prof. André Fenton’a göre, beyin kendi kendisini düzenleyen ve deneyimlere adapte olan bir nöron topluluğu. Beyin bir kez bir şeye belli bir şekilde yaklaşmayı, onu belli bir şekilde algılamayı alışkanlık hâline getirdiği zaman, artık o yaklaşım beyin açısından optimal (en uygun) hâle geliyor. Bu nedenledir ki, insanlar belli bir konuya, içine doğdukları ortamdaki deneyimlerinin oluşturduğu bakış açısıyla yaklaşıyorlar. “Yalnızca deneyimlediklerimizi öğrenebiliriz diyen Fenton’a göre, değişim kolay değil. Ancak, uygun koşullar, köklü bir dönüşümü tetikleyebiliyor.

Cruvellier’e göre, toplu şiddet, toplu katliam konusunda çalışan herkesin referans noktası Holokost olmalı…

Dizide görüşlerine başvurulan bir diğer uzman, gazeteci ve yazar Thierry Cruvellier ise, eğitimin önemine dikkat çekiyor. Cruvellier’e göre, toplu şiddet, toplu katliam konusunda çalışan herkesin referans noktası Holokost olmalı. Toplu katliamların akabinde birçok ülkede çalışmış olan Cruvellier, Almanya’nın, geçmişiyle doğrudan yüzleşmeyi seçmiş ve bu geçmiş üzerinden bir ulusal kimlik oluşturmuş tek ülke örneği olduğunu vurguluyor. Ardından, Cruvellier’nin arkadaşı David Hecht’le birlikte Berlin (Almanya) sokaklarını geziyoruz. Kimi binanın önünde, yerde metal plakalar var: O binada yaşamış kişilerin kimlikleri ve akıbetleri -hangi tarihte, hangi toplama kampına gönderildikleri, ne zaman öldürüldükleri- birer plakada yazılı. Aile üyelerinin kimisi Berlin’den kaçmayı başarmış, kimisi toplama kampına gönderilmiş olan David Hecht’e anne ve babası, “Dünyanın neresinde yaşarsan yaşa - Almanya hariç! dermiş. Ancak, Hecht bugün hayatını Berlin’de sürdürüyor… Takiben Hecht’i, okul öğrencilerini ailesinin yaşadıkları hakkında bilgilendirirken izliyoruz. Almanya’da sistem, yaşananları unutmuyor; unutturmuyor - bir daha olmasın diye…
Hitler neden Yahudilerden nefret ederdi?

Her ne kadar Adolf Hitler’in politik manifestosu ‘Mein Kampf’ (Kavgam) bu nefreti açıklamaya vakfedilmiş olsa da, Avrupa Yahudilerine reva görülen zulmün -gerek içerik gerek ölçek itibariyle- bu denli canavarca olması, araştırmacıları daha kişisel bir neden arayışına itmiştir. Hitler’in akıl almaz saplantısını açıklamak için, pek çok iddia öne sürülmüştür. Doğruluğu kanıtlanmamış iddialar arasında, Hitler’in evlilik dışı doğmuş olan babası Alois’in, baba tarafından Yahudi kökenli olduğu yer almaktadır. Ortaya atılmış diğer iddialar, Hitler’in Leopoldstadt’ta Yahudi bir fahişeden frengi kapmış olması ve Viyana Güzel Sanatlar Akademisi’ne, Yahudi bir profesörün olumsuz kararı nedeniyle girememiş olmasıdır. Öte yandan, Hitler’in, genç yaşta vefat etmiş olan annesi Klara’nın ölümünden, Yahudi kökenli doktoru Eduard Bloch’u sorumlu tuttuğu savı, bizzat Dr. Bloch tarafından yalanlanmıştır. Klara’nın vefatından otuz yıl sonra, Anschluss’u (Almanya’nın Avusturya’yı ilhakı) takiben, Bloch mektup yazarak Hitler’den yardım istediğinde, Hitler onun Yahudilere uygulanmakta olan sert tedbirlerden muaf tutulmasını sağlamış, Bloch bu sayede ABD’ye iltica edebilmiştir. ABD’de yaşadığı yıllarda Dr. Bloch, tanıdığı genç yaşlardaki Hitler’in henüz antisemit olmadığını belirtmiştir: “Daha Yahudilerden nefret etmeye başlamamıştı.”

Hitler’in Viyana yılları…

Mein Kampf’ta Hitler Yahudi aleyhtarlığını, uzun bir sürecin sonucunda ulaştığı bir kanı olarak sunmaktadır. İddiasına göre, bu fikirleri, hayatını bir ressam olarak kazandığı Viyana yıllarında (1908-1913) filizlenmiştir. Ancak, Hitler’in Viyana yıllarında temasta olduğu kişilerin kendisi ile ilgili aktarımları, bu savı yalanlamaktadır. Brigitte Hamann’a (“Hitler’s Vienna: A Dictator’s Apprenticeship”) göre, evsiz ve aç kaldığı 1909 yılı Viyana’sında Hitler, Brigittenau erkek yurdundan, karnını doyurduğu aşevlerine, Yahudi hayırseverlerin ayakta tuttukları kuruluşlar sayesinde hayatını sürdürebilmişti. Sığındığı yurtta, arkadaşlarının çoğu Yahudi’ydi! En iyi arkadaşı, bakır parlatıcısı dindar bir Yahudi olan Neumann, giyecek hiçbir şeyi olmayan Hitler’e palto ve borç para vermişti. Hayatını kazanmak için resim yapan Hitler’in tablolarını satın alan resim-ve-çerçeve dükkânı sahiplerinin neredeyse tamamı Yahudi’ydi: Morgenstern, Landsberger, Altenberg.

Araştırmacılara göre, antisemitizmin ne zaman Hitler’in ideolojisinin temel dayanağı olduğu sorusu, Linz veya Viyana yıllarına bakarak yanıtlanamaz - bu sonradan oluşmuş bir durumdur. 1919 yılında, Münih’te halka hitap eden Hitler, artık antisemitik sloganlar kullanmaktaydı. Yine Hamann’ın kitabına göre, “Hitler ancak bir politikacı olarak, Yahudileri; entelektüel etkileri, demokrasi, sosyal demokrasi, basın, sermaye, parlamentarizm, modern sanatlar, pornografi, pasifizm ve çok daha fazlası ile ‘Aryan’ları sömüren ‘parazitler’ olarak betimlemiştir.”

Almanya’nın I. Dünya Savaşı hezimeti

Almanların I. Dünya Savaşı’ndaki ağır yenilgisi sonrasında, ulusalcı ve sağcı muhafazakâr çevrelerde, ülkenin “Yahudiler tarafından sırtından bıçaklandığı” yalanı hızla yayılmaya başladı. Bu mite göre, Almanya esasen savaş alanında kaybetmemiş, “kendi evinde” ihanete uğramıştı. Oysa yüz binin üzerinde Alman Yahudisi vatanı için savaşmış, on iki bini hayatını kaybetmişti! Bu rakam, orantısal olarak geniş toplumunkine paraleldi. Savaş sırasında yaralanan Hitler’in zihninde, Almanya’nın uğradığı yenilginin müsebbipleri, Bolşevikler, sosyalistler ve sosyal demokratlardı - bu gruplarda Yahudilerin belirgin şekilde temsil ediliyor olmaları, Yahudileri nefretinin odak noktasına oturttu. Alman halkının açlık ve umutsuzlukla pençeleştiği bu dönemde Almanya’ya, aralarında birçok Doğu Avrupa Yahudi’sinin de yer aldığı bir göçmen ve mülteci akını gerçekleşti. Böylesi bir kaos ortamının, kendisi gibi etkili bir demagoga sunduğu bu fırsata dört elle sarılan -otuz yaşında ve kaybedecek hiçbir şeyi olmayan- Hitler, Alman kamuoyunda zaten var olan Yahudi düşmanlığını işledi. “Irksal saflık” hedefiyle beslediği sapkın tezleri, vatanının eski azametine dönmesini isteyen Alman halkının her kesiminden destekçi buldu.

Kaynakça:

‘Why We Hate’ - Discovery Channel Belgesel Serisi

Hamann, Brigitte. “Hitler’s Vienna: A Dictator’s Apprenticeship”. Çev. Thornton, Thomas. Oxford University Press. NY. 1999.

Mottram, James. “Why We Hate: the new documentary asking some tough questions”. thenational.ae. 13 Ekim 2019. Web 20 Kasım 2019. Makale.

Ambrosino, Brandon. “Four Hundred Years Later, Scholars Still Debate Whether Shakespeare’s “Merchant of Venice” Is Anti-Semitic.” smithsonianmag.com. 21 Nisan 2016. Web 17 Kasım 2019. Makale.