İnsan haklarının evrenselliği 1948’de İnsan Hakları Evrensel Bildirgesiyle ilan edildi. Türkiye bildirgeye 1949’da imza attı. Bu ortak irade, insan haklarının uluslararası hukuk metinlerine girmesinde belirleyici rol oynarken, gerçeklikle ideal arasındaki uçurumu da ortaya serecekti. Çünkü sosyoekonomik, siyasal ve kültürel temel yoksa uygulama da yoktu. Niyet iyi, uygulama kötü. Tamam, ama hiç mi çıta olmasın? İşte o durum bin beter.

Çevrecisinden feministine tüm hareketlerin taleplerinin özünü oluşturan “özgürlük, eşitlik ve dayanışma” kavramlarının ruhlarımıza en iyi ilaç olduğunu hatırda tutarak, bu alanda yıllardır mücadele veren BÜŞRA ERSANLI’nın fikirlerine başvurduk.


Nermin Ketenci ve BüşraErşanlı 

İnsan Hakları Evrensel Bildirgesinin oluşturulmasıyla sonuçlanan tarihsel süreci kısaca anlatabilir misiniz?
Bugün artık her şeyi sorgulama zorunluluğu hissediyor insan… İnsan olmanın kazandırdığı haklar “milli ve yerli” olmaktan nasıl farklı mesela? O zamana gidelim, II. Dünya Savaşının yarattığı tahribat, özellikle Avrupa halklarını çok hassas durumlara sürüklemiş, sanayi ve kapitalist işleyiş zarar görmüş. 1940’larda İngiltere’de refah devleti anlayışına ihtiyaç duyulmuş, milliyetçilik ve kapitalist “eşitlenme” dürtüleri tavan yapmış. Bu koşullarda milliliğin dünya çapında yaydığı bir topluluklar plüralizmi yaratıldığını düşünebiliriz.

Kölelik 19. yüzyıl sonuna kadar milletlerin devlet olduğu dünyada yasaklanmış. Yani savaşlar sonrası bir çeşit eşitlenme politikası ya da stratejisi var. Savaş sonrası kapitalizm buna ihtiyaç duydu, ulus devletleri dünya sahnesinde çoğul ve hukuki addetmek gerekti. Ancak maddeler 18. yüzyıl sonu Fransız Devrimini hazırlayan Thomas Paine’in İngiltere’den katkıda bulunduğu “Rights of Man” atılımının bir gelişmiş hali; bireyleri garanti altına almak istiyor ve özgürlükleri koruma arzusu taşıyor. Ne yazık ki, hiç de koruyamıyor. O olmasa daha da kötü mü olurdu dünya hali? Kesinlikle. Türkiye’de kadınların seçme ve seçilme hakkını birçok Avrupa ülkesinden önce kazandığı gibi… Kazandı ama aradan 90 yıla yakın zaman geçti, hâlâ kadınlar mecliste bile %20’yi bulamadı. Kadınlar bu hakkı kazanmasaydı daha da kötü mü olurdu? Evet. 1948 Bildirgesi de bu gibi açılardan yetersiz bulundu ki, 1975’te Kadının İnsan Hakları, 1990’larda Çocuk Hakları gibi hiyerarşide hep arkadan gelen insancıklara yayılmak zorunda kaldı haklar... Bir de hayvan haklarını, ekolojik denge için mücadeleyi düşündüğümüzde, insanın nerede ilerlediğini nerede kilitlendiğini yeniden düşünmek zorunluluğu doğuyor.

İşte bu karmaşık çelişkili durum İnsan Hakları sergüzeşti… İnsan ne kadar merkezde ve ne kadar kenarda?

 

Siz de hukuksuzlukla karşılaştınız, hapsedildiniz. Eşitlik, özgürlük gibi kimilerine “tali” görünen kavramların herkese gerekebileceğini bir hoca olarak öğrencilerinize nasıl anlatırdınız?
Bu öncelikle etik/ahlaki bir konu; yöntem olarak kuyrukta kaynak yapmaya, önden yer kapmaya, haksız kazanç elde etmeye benziyor; her biri emek ve sabır dışı eylemler. Otoriter iktidarlar soranı, eleştireni özendirmez de istemez de... Alternatif görüşler keyfini bozar, talan için zaman kaybettirir. Hele o görüşleri yaymaya, örgütlemeye çalışmak eylemsizleştirme gerektirir. Böyle iktidarlar, hapis ve tutuklama yoluyla insanları hareket olarak durdurur. Ama düşünce olarak durduramaz. Düşünceler de hareket alanı olanlarla paylaşılır, böylece hareket devam eder.

Somut delil, şiddet içeren bir eylem yoksa, yani suç yoksa, insan hakları beyannamesinde olduğu gibi kişi masumdur. Somut delil “gizlendiği yerler”den çıkarsa, bu da kanıtlanırsa suç olur o zaman! Ancak talan iktidarları, davaları uzun sürdürerek masumiyeti şüphe altına almayı başarabiliyorlar; deliller bir türlü çıkmaz ve tutukluluk sürer de sürer… İnsan Hakları çoktan çöptedir.

Mademki ulusal yasalar yaptırım gücü taşıyor, İnsan Haklarının geliştirilmiş hali de dünya çapında yaptırım gücüne sahip olmalıdır, yoksa pek bir işe yaramaz. Yaramadı da… “1948’de Avrupa halklarını toparlamak için yazdık ama ‘refah devleti’ni de pek uygulayamadık başka yerlerde” demek, olmaz. Çünkü maddeler sanki herkese uygulanacak şekilde yazılmıştır ve devletler üstü olma amacıyla kaleme alınmıştır; ancak Avrupa içinde bile kısıtlı uygulanabilmiştir. Avrupa’da da yolsuzluk şampiyonları var, yoksulluk olan ülkeler de var.

Ayrıca insan doğa ile birlikte var oluyor, flora ve faunasız insan olmaz ki… Olabiliyorsa buyursun yapsınlar robotlar üretime başlasın, ağaçlar beton olsun veya metal de olabilirler ama daha pahalı belki…


Eleanor Roosevelt bildirgeyi gösteriyor 

Bildirgenin yaptırım gücü olmadığından, ülkelerin siyasi durumlarına göre yorumlandı, dolayısıyla ütopik bulunarak eleştirildi. Bugün neredeyse bir distopya içindeyiz. Ütopyaları kayıp mı ettik?
Ütopyaları kaybetmedik; tüketim ve talan iktidarları, kapitalizmin bu aşamasında da ütopyaların daima ütopya olarak kalmasını şimdilik sağlamış gibi görünüyor. Ancak ütopya aynı zamanda bir ufuktur ve her yeni günde mutlaka belirir yani kurdukça gerçekleşir; yani hayal kurmaya devam edince alarm da çalar ilham da gelir. Bu kurguya adalet için, özgürlük için ve hak kabul edilen eşitlik için örgütlülük deniyor.

Hak ve özgürlüklere getirilen sınırlamaların yabancı düşmanlığına varacağı öngörülmüştü. Savaş, yoksulluk, iklim felaketleri ve göçmenlik-mültecilik sorunlarına çözüm üretme iradesini politikacılarda göremiyoruz. Şimdi bir hayal kuralım. Politikaları belirleme şansınız olsaydı ilk ne yapardınız?
Yabancının ne demek olduğunu düşünmek lazım öncelikli olarak; kendini onların yerine koyduğunda sen de yabancı mı olursun mesela?

Tüketim ve talan iktidarları kendileri dışındaki payların sayısını hep düşürmek ister, kendi bildiği yerli insanlarını da yabancılaştırır aslında ve küçük bir azınlıkla olanakları -tabii ki kârı- yabancılaştırdıkları üzerinden/sırtından yükselterek paylaştırmayı seçer. Savaşın adı kahramanlık, yoksulluğun adı kader, iklim felaketleri olağanüstü hâl, göçmenlik de önce Tanrı misafiri sonra ucuz emek olur. Çözümü kendi adına hep üretir bu iktidarlar ki sayıları pek arttı son 10 yıllarda…

Tabii ki sorunuzun ikinci kısmı için hayal kuralım. Türkçede “afakî” gerçek olmayan uyduruk şeyler gibi anlaşılır, oysa “ufuklara ait” demektir. Ufuk yok mu? Her doğan günde var.

Ne mi yapardım? İlk olarak Millî Eğitim Bakanlığı adını, Eğitim ve Bilim Bakanlığı olarak değiştirir ve her seviyede “eşitlik ve paylaşım terapisi” başlatırdım. Her yürütme alanında yani bütün bakanlık bünyelerinde ve belediyelerde bunun hizmet içi terapi olarak uygulanmasını sağlamaya çalışırdım. Bu terapinin kadın-erkek nüfus oranlarına göre yapılması tabii ön koşul. Gerisi uzmanların paylaşımlarıyla… Eşitlik ve özgürlüğün her yolunu aramak ufuklardadır; bu uğraşı insanı hiç yormaz, aksine şevk verir insana ve eninde sonunda bulunur.

 

Büşra Ersanlı
Amerikan Kız Koleji mezunu Büşra Ersanlı, üniversitedeyken (1972-1974), 12 Mart’ın hemen ardından ilk kez tutuklandı. Boğaziçi Üniversitesi İngiliz/Amerikan Edebiyatını bitirdikten sonra Siyaset Bilimi ve Uluslararası İlişkiler Bölümünde doktora yaptı. Vatan, Milliyet, Sabah/Turkish Times gazetelerinde yazdı. Hayatı boyunca barış, insan hakları, kadın-erkek eşitliği için çalıştı. 2011’de BDP Parti Meclisi ve Anayasa Komisyonu üyesiyken yine tutuklandı ve 2012’de ilk duruşmada serbest bırakıldı. Barış İçin Akademisyenler Bildirisini imzaladığı gerekçesiyle 2018’de 1 yıl 3 ay hapis cezasına çaptırıldı ama daha sonra beraat etti. 2017’de bu nedenle emekli olmuştu.
1990 yılında girdiği Marmara Üniversitesinde 27 yıl Siyaset Bilimine Giriş, Siyaset Teorisi, Siyasal İdeolojiler, Toplumsal Cinsiyet, Tarih Metotları, Kafkasya Orta Asya Politikaları dersleri/seminerleri verdi.

Kitapları:
İktidar ve Tarih, Türkiye’de “Resmi Tarih” Tezinin Oluşumu, İstanbul AFA 1992, İletişim 2003. Son 11. Baskı 2021.
Tarih Eğitiminde “Sen Kimsin” Siyaseti, Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 2019.
Kitaplarla Dayanışma, İçerde ve Dışarda, Ankara, Gece Kitaplığı, 2018.
Bulut Falı, Bir BDP’linin Cezaevi Tanıklığı, İstanbul, Can Yayınları, 2014.
(Günay Göksu Özdoğan & Nesrin Uçarlar ile derleme) Türkiye Siyasetinde Kürtler Direniş, Hak Arayışı, Katılım, İstanbul, İletişim 2012.
(İbrahim Mazlum ile) Her Yerde Her Zaman Siyaset: Türkiye’de Siyasal Kültür, Siyasal sistem ve Kadın, İstanbul, KADER Yayınları, 2009.
(Hüsamettin Memedov ile derleme) Söz’ün, Saz’ın, Ateş’in ülkesi: Azerbaycan, İstanbul, Umut Yayınları 2004.
(Orazpolat Ekaev ile derleme) Türkmenistan’da Toplum ve Kültür, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1998.
(Yayına hazırlayan) Türk Cumhuriyetleri Kültür Profili: Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan, Türkmenistan (SİAR Araştırma), Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1996.
(Günay Göksu Özdoğan, Nihal İncioğlu, Gün Kut, Şule Kut, Nesrin Sungur ile birlikte derleme) Bağımsızlığın İlk Yılları: Azerbaycan, Kazakistan, Kırgızistan, Özbekistan ve Türkmenistan, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları, 1994.