Andy Warhol Pop Sanatın önemli temsilcilerindendi; çok ünlü oldu, çok kazandı. Zamanın ruhunu okuyabiliyor, insanların nabzını iyi tutuyordu. Bir gün ‘herkesin on beş dakikalığına ünlü olacağını’ söyleyip tarihe geçti. Popüler kültürün Amerika’daki en iyi şey olduğunu düşünüyordu. Hollywood’lu Liz ve Brooklyn’li Liz aynı kolayı yudumluyor; ABD başkanı da maden işçisi de aynı hamburgerle doyuyordu. Yine de belki zor bir hayattan geldiğinden, bir şerh düşmeden edemiyordu: Amerika, herkesin yeterince parası olsaydı daha da güzel olurdu. Yaşadığı ülkeyi sevmesi, eleştirmesine engel değildi.

Yakınları bile aptal mı akıllı mı olduğu konusunda kararsız kaldıysa, provokasyon yaratmakta başarılı olduğu kesin. New York Dünya Fuarındaki Amerikan pavyonunun dekorasyonunu alıp, girişe ülkede aranan 13 suçlunun portrelerini asarak bir skandal yaratması gibi…

Kendi de bir ikon olan sanatçı, 1928’de Pittsburgh’ta doğmuş. Andy Warhol’un kökleriyle bağı yokmuş, “Ben hiçbir yerliyim” dermiş. Sonuçta mecburen herkes bir yerlerde doğduğundan, biliniyor ki kökleri Doğu Slovakya’da. Asıl adı Andrew Warhola olan ressam geçmişini anlatmayı sevmez, bu yüzden her sorulduğunda farklı şeyler söylermiş. Baba, Ukrayna sınırındaki köyden 1914’te ABD’ne göç etmiş, Birinci Dünya Savaşı bitince anne de çocuklarla kocasının yanına gitmiş. Yolu, suyu, elektriği olmayan bir yerden dillerini konuşamadıkları, kültürünü tanımadıkları bir ülkeye taşınmak aileye zor gelmiş.

Sorunlu çocukluk

Warhol 8 yaşında nörolojik bir hastalığa yakalanmış, babasını 14 yaşında kaybetmiş. Çelimsiz, soluk tenli bir çocukmuş, arkadaşları onunla alay ederlermiş; o da odasına kapanıp annesinin aldığı boya kalemleriyle resim yaparak kendini unuturmuş. Annesinin teşvikiyle bu içe dönük, sorunlu çocuk ilerleyeceği yolu sanatta bulmuş. Travmatik zamanlar, dil bilmeyen anne ve çocuğun ilişkisini öyle sıkılaştırmış ki, Warhol 43 yaşına kadar annesiyle yaşamış. O zamandan fakirlik ve sıradanlıktan kurtulmayı aklına koyan Andy, Amerikan rüyasına kendi rüyasını eklemeyi başarmış; sağlığında her sanatçıya nasip olmayan üne ve paraya kavuşmuş. Hep yoksullara yardım etmiş.

Warhol reklamcı oluyor

50’lerde bir ayakkabı firmasında teknik ressamlık ve tasarımcılık yapan, ardından reklamcılığa geçen Andy Warhol’un, 1955-1956’da The New York Times için yaptığı reklamlar, onu en iyi grafik tasarımcıları arasına sokmuştu. 1958’de Amerikan Grafik Sanatçılar Enstitüsü ona “Mükemmellik Sertifikası” verdi. 1960’da evine orijinal modernist eserler asabilecek geliri vardı, hafta sonlarında moda ve tasarım dünyasından arkadaşlarıyla galeri geziyordu. Tabii ki, gezdiği yerler arasında eğlence mekânları da vardı, o ve arkadaşları gerçekten çılgın bir hayat yaşıyorlardı.

Yaşasın sıradanlık

Andy Warhol 1962-1966 yılları arasında tüketim malları, ünlüler, kazalar, ayaklanmalar, elektrikli sandalyeler gibi aşina, sevilesi ya da kaçınılası imajların reprodüksiyonlarını alıyordu. Sanatçı kişi ya da maddeyi “gerçek”liğinden ayırıp nesne haline getiriyordu; insanlar ve maddeler bir anlamda eşitleniyordu. Çoğalan resimler herkese ait olabiliyor, ikonlar normalleşiyor; serigrafik baskı, Marilyn Monroe ve Campbell konservesini aynı sıradanlığın potasında eritebiliyordu. Konusu, Amerikan hayat tarzıydı ama sadece rüya kısmıyla değil, kâbuslarıyla da… Hayatta Monroe gibi bir parıltının yanında elektrikli sandalyeli ölüm de vardı.

Pop Sanat, sanatın daha iyi bir dünya önerisine getirilen bir reddiyeydi; onun yerine özgür, eşitlikçi, şamatacı bir karşı kültür öneriliyordu. Warhol ufukta devrimi görüyor ve üretiminde teknolojinin avantajlarından yararlanıyordu. Gazete fotoğrafları tuvale aktarılıyor ve “Otuz, birden iyidir” mottosuyla çoğaltılıyordu. Otuz tane dolar bir taneden iyiyse, otuz duvarı süsleyecek otuz Mona Lisa da müzedeki kuyruğun ucundaki tek bir orijinalinden daha da iyi değil miydi? Belki, Warhol’un elinden geçmiş Mona Lisa veya Liz Taylor yumuşak tenlerini, derin bakışlarını kaybetmişlerdi; ama onlara o kadar çok bakılmıştı ki, o yüzler ne kadar bozulursa bozulsun, yine de zengin imajları yerli yerinde dururdu. Eğer resmini yaptığı kişiliklerden biri ününü kaybettiyse, artık popüler değilse Warhol’un işlerinde yer almazdı.

Sanat eserleri ucuzladı, ucuz eserler sanat eseri oldu

Güzel imajlar sıradanlığa alışmaya başlarken, sıradan çorba Campbell’in şansına da sanat eseri olmak düşüyordu. Kopyalama ve çoğaltma, alış ve veriş üzerine dönen dünyanın eleştirisi miydi yoksa övgüsü mü? Warhol başta sanat eserlerini müzeden çıkarıp ucuzlatmış, ucuz nesneleri de sanat eseri yapmıştı. Sonuçta, hepsinin fiyatı yükseldi, yine müzeye döndüler; duvarlardaki dikkatle aydınlatılmış mutena noktalarına asıldılar.

Pop Sanatın marifeti, kitle kültürüne itibar kazandırması, popüler kültürü yüksek kültürün mertebesine çıkarmasıdır. Kitle kültürünün, hiyerarşide aşağıda konumlanan, daha az “duyarlı-eğitimli-kültürlü” insanlara has bir olgu değil; yeni bir bakışı hak eden, başlı başına bir olgu olarak ele alınmasını sağlayan bu akım, dönem açısından devrim sayılır. Sanatı gündelik hayata yaklaştırmış, “elitlerin” tekelini kırmış; ama sonra Pop Sanat da elitlerin arasına karışmıştır. Sayılarla gösterirsek, 1963’te Guggenheim Müzesinde açılan Altı Ressam ve Nesne sergisinin ardından, köprünün altından çok sular akmış; “Sekiz Elvis” 2008’de 100 milyon dolara, “Bir Dolar” resmi 2015’te 32 milyon dolara satılmıştır.

Eğlenceli Fabrika partileri

Yaptığı işlere “sanat eseri” demeye imtina eden Warhol, seri üretimdeki bir makine gibi duygudan yoksun ürünler çıkarıyor izlenimi vermek istiyordu. Andy Warhol’un Felsefesi kitabında arkadaşlarının sorunlarıyla empati kurmaktan bunaldığı için, onlar dert yanarken televizyona bakarak kendini koruduğundan bahseder.

Empatiklik meselesinin kendi yakıştırması olması muhtemeldir. Zengin aile kızı Edie Sedgwick ile arkadaşlığı mesela… Amfetamin, eroin ve halüsinojenlerle beslenen, kontrolsüz bir cinsel hayatı olan, dönemin ikonlarından, parti kızı Edie Sedgwic’le Andy Warhol, doğaldır ki bir partide tanışıp aseksüel bir aşkla bağlanmışlardı. Edie, Fabrika’da takılmaya başladı. Birlikte Poor Little Rich Girl, Horse, Kitchen, Beauty No.2 gibi kurgusuz, anarşist filmler yaptılar. Warhol’un süper yıldızı, Bob Dylan’a deli gibi âşıktı. Dylan başkasıyla evlenince, “müjdeli” haberi arkadaşına Andy Warhol verdi, ki kendisi kıskançlığıyla bilinirdi. Edie o gün, Fabrika’dan ve Warhol’dan ayrıldı. 1971’de öldüğünü duyan Warhol’un tepkisi “Hangi Edie?” oldu.

1966’da birinci dönemini kişisel bir sergiyle bitirirken, kendisi öyle niyet etmese de işlerinin sanat olduğuna kimsenin şüphesi yoktu. 1967’de başlayan ikinci dönem, çiçekler dizisi, inekli duvar kâğıtları ve Velvet Underground grubunun albüm kapağıyla başladı. Artık yeri sağlamdı, sinema ve müzikle ilgilendi, kitaplar ve Interview adlı bir dergi yayımladı. Diskoteklerde eğleniyor, süperstarlar yaratıyordu. Ona göre en müthiş sanat ticaretti, kendisini sanat tüccarı ve ticaret sanatçısı olarak tanımlıyordu.

Andy Warhol’un Fabrikası, filmlerin, resimlerin üretim yeri, bitmeyen partilerin mekânıydı. Lou Reed “Walk on the Wild Side” şarkısını Fabrika’da tanıştığı fahişe ve travestilere yazmıştı. Fotoğrafçılar, filmciler, modeller, sanatseverler, dansçılar, müzisyenler, oyuncuların vaz geçilmez adresiydi. Orada görünmek üretimin ve eğlencenin göbeğinde olmaktı. Yalnız ve acı çeken sanatçı imajı da pop öncesi sanatta kalmıştı.

Fabrika’daki asistanlar serigrafik perdeleri üç boy olarak, sınırlama kaygısı taşımadan “gerektiği kadar” çoğaltıyorlardı. Mick Jagger, Yoko Ono ve John Lennon gibi starlar, Warhol’un, fotoğraflarını çekmesini istiyordu. Susan Sontag, Fabrika’nın da içinde olduğu çevreyle ilgili, Yahudiler ve eşcinsellerin, çağdaş kent kültüründe öne çıkan azınlıklar oldukları değerlendirmesini yapıyordu.

Evi…

New York’ta oturduğu 5 katlı eve arkadaşlarını almazdı, kendisi de sadece iki odayı kullanırdı. 1987’de ölümünden sonra eve girenler inanılmaz bir eşya yığınıyla karşılaşmışlardı. Sanata yaklaşımı gibi değerli-değersiz objelerle tıka basa doluydu her yer.

Andy Warhol: Plastik Suretler belgeselinde anlatıldığına göre, Andy Warhol 22 Şubat 1987’de 59 yaşında hayata veda etmişti. Cenazenin yapıldığı Pittsburgh’taki Bizans Katolik Kilisesi’nde, ağlamaktan burun çekenlerle burundan kokain çekenlerin nidaları birbirine karışıyordu.

Andy Warhol’u vuran kadın

Yazar Valerie Solanas, 20. yüzyıl feminist hareketinin önde gelen isimlerindendi. Solanas, Maryland Üniversitesinde Psikoloji okuduktan sonra yaşamını oyun yazarlığı ve seks işçiliği yaparak sürdürdü. Ataerkil düzene ve eril şiddete karşı SCUM (Erkek doğrama cemiyeti) manifestosunu geliştirdi.

Up Your Ass adlı senaryosunu 1967 yılında, Andy Warhol’a teslim etti. Warhol, müstehcen içeriğinden ötürü bir polis kumpası sandığı metni reddetti, üstüne üstlük tek kopyayı kaybetti. Bunun üzerine Solanas, Warhol’u vurdu. Birkaç ameliyat geçiren Warhol, hayatı boyunca korse takmak zorunda kaldı. 1969’da tutuklanarak iki yıl hapis yatan ve paranoid kişilik bozukluğu teşhisi konan Solanas, ömrünü psikiyatri koğuşlarında ve otel odalarında geçirdi. 1988 yılında San Francisco’da öldü. 


Kaynak:

Andy Warhol Herkes için Pop Sanat, Pera Müzesi Yayını, Mayıs 2014 https://eksisozluk.com/andy-warhol--37260?p=25 https://www.selyayincilik.com/yazar/valerie-solanas-120 https://liberbird.com/andy-warhol-kapitalizm-ve-pop-art-f7b2ecdf264b https://www.csmonitor.com/2002/0329/p13s02-alar.html http://www.tempomag.com.tr/detail/edie-sedgwick-zavalli-kucuk-zengin-kiz https://www.biography.com/artist/andy-warhol