Haber Fotoğrafı: Mimika Bulgaristan'da tasasız bir dünyaya gözlerini açmıştı, Kasım 1936

Genel geçer söyleme bakılırsa, insanlık, tekrarlanmasın diye büyük trajedilere bakmalı ve ders çıkarmalıdır, en azından birileri iyi niyetli... İcraatsa öyle demiyor. Zulüm ve dehşet tarihi devasa hacmiyle insanı insanlıktan soğutabilir. Savaş, kıtlık, göç gibi felaketler insanların hayatlarını söndürüyor; canını almadıklarının dünyasını karartıyor. Irklara, dine, ekonomiye bağlı olarak çeşitlenebilen sayısız bahaneyle savaş çıkarılabiliyor. Biz yaşamadıysak bile eskileri okuyor, duyuyoruz; şehrimizde savaştan kaçanlarla karşılaşıyoruz; haberlerde bombalanan evleri, sığınıklarda saklanan çocukları izliyoruz. İzleye izleye duyarlılık gelişmiyor her zaman; sanki bunlar hep şanssız birilerinin başına geliyor, bizim başımıza gelmez diye düşünüyoruz. Bu temelsiz iyimserlik, dünyayı yaşanabilir kılıyor olmalı…

Acının dışındakiler nasıl bu iyimserliğe sarılıyorsa, acının ortasındakiler de yapacak bir şey kalmamasının çaresizliğine sarılıyordur belki… Daha kötüsü var, “şimdi dişimi sıkayım, geçip gidecek bunlar, bir gün düze çıkacağım” umuduyla saatleri, saniyeleri devirmeye çalışıyorlar belki… Belki artık donuyor, kendini tekrar insan gibi hissedeceği o muhteşem ana kadar duygularını derinlere gömüyorlardır. Ümitsizlikten yorulan bütün o insanlar savunma mekanizmalarına sığınıyor. Bunlar tahmin, ama Holokost’tan kurtulan Nörolog ve Psikiyatrist Viktor Frankl, tutsakların ruhsal tepkilerinde üç evreden bahsediyor; kampa alınışı izleyen dönem, tutuklunun kampa alıştığı dönem ve serbest bırakılış. İkinci evrede tutuklu bir tür duygu yitimi yaşıyor; anormal durumun “normuna” uygun tepkiler vererek eziyetlere karşı mecburen duyarsızlaşıyor.


Mimika’nın hatırladıkları
Suzan Nana Tarablus’un son kitabı Anlatmak İçin Yaşadım, o insanları, onları anlatabilecek kadar şanslı olanların, hayatta kalanların ağzından anlatıyor. Bir İstanbul hanımefendisi Miriam Saltiel Friedman’ın aile hikâyesi, bu sıcak ve samimi kitap sayesinde birkaç yakının anılarında saklı kalmaktan kurtularak, binlerce gözün okuduğu satırlarda ete kemiğe bürünüyor. Tarablus, Dergi’deki (Kasım) röportajında Gila Erbeş’e diyor ki: “Kendi dönemi içinde sıradanmışçasına yaşananlar, başka bir zamanın yorumunda sıra dışı algılanabilecektir. Öyle ki, atalarımızın öykülerini, bizi geleceğe taşıyan altyapılar olarak görmek kaçınılmaz.”

 
Baba Hayim Saltiel'in annesi, abisi, eşi ve iki kızı Selanik'ten hayvan taşınan vagonlarla götürüldükleri Auschwitz Birkenau Ölüm Kampında katledilmişti 

Anlatmak İçin Yaşadım Sofya’da başlayıp Selanik ve Atina’da devam ediyor. Giderek yaklaşan savaşla yüz yüze kalan sıradan insanlar, hayatta kalmaya çalışırken yazarın dediği gibi ne olağanüstü bir mücadele verdiklerinin ne de bu mücadelenin yıllarca anlatılacağının farkındaydı. Üzerinde düşünecek halleri yoktu zaten… Yaşanmışlıkları ölümsüzleştirmeden vedalaşmayan bir kadının inadı ve onu dinleyen başka bir kadının emeğiyle Hayim, Eva, Fredi, Moşe ve diğerlerinin hayatları birilerine ulaştı. Kitapta adı geçenlerin bazıları kamptan kurtuldu, bazıları kurtulamadı, şanslılar kaçmayı başardı. Kaçanların rotaları o gün de bugün de hep aynı: dağlar, denizler. İnsanları kaçıran gizli örgütler var; açık faaliyet gösteren örgütlerle iş birliği var… Kavuşanların sevinci var.

Kitabın kahramanı, ailesinin ona hitap ettiği adıyla Mimika, çok sevdiği babasına verdiği söze sadık kalmış; eksilip giden akrabalarını, ebeveynlerinin arkadaşlarını; hiç tanımadığı çocukları, kadınları, erkekleri anlatmak için yaşamış. Tarablus, onun, olanları trajediye dönüştürmeden kabul edişinden, Holokost’u “kendi iyicil süzgecinden geçirerek algılaması”ndan etkilenmiş.

Mimika, zamanla büyüdükçe, dünyayı çözmeye çalıştıkça, insanların birbirlerine neler yapabilecekleri bilgisine ulaşıyor herkes gibi… Holokost’la ilgili bildikleri, okudukları ve duyduklarıyla sınırlı kaldığı için kendini mağdurlar arasına sokmuyor. Mimika ve kız kardeşi Arlet şanslı çocuklar… Annesi Lili kocasını Nazilerden kurtardığı gibi kızlarını da ruhsal anlamda savaştan koruyarak doğduğu şehre, İstanbul’a getirmeyi başarıyor.

Lili’nin başarısı
Zengin ve tasasız bir hayat süren Lili, savaşın kızışmasıyla konforlu evini, düzenini, her şeyini terk etmek zorunda kalıyor. Tehlike altındaki ailesini korumak için yollar ararken, öz güvenli ve güçlü kişiliği öne çıkıyor; muhtemelen önceki yıllarında aklına, hayaline gelmeyecek işlere giriyor, riskler alıyor. Belki olaylar onun dilinden yazılsaydı, bir yetişkinin yorumuyla bambaşka detaylar öğrenebilirdik; ama biz olan biteni o dönemde küçük bir kız olan Mimika’nın hatırladıklarıyla ve sonradan dinledikleriyle takip edebiliyoruz. Hikâyenin masumiyeti burada zaten… Savaşan dünyayı, tüm dünyası henüz sevgili ailesiyle sınırlı bir çocuğun gözünden izliyoruz. Yahudi diye öldürülmeyi bir çocuk anlamaz; ama kimden kaçacağını, kime ne anlatacağını, ne zaman susacağını çabuk öğrenir.

Lili varını yoğunu satıp kocasını kurtardıktan sonra gönül rahatlığıyla kızlarını alıp baba evine dönüyor; ama baba evini de darmaduman buluyor. Kızlarıyla yeni bir hayat kurmak için yine bir geçim mücadelesine giriyorlar. Oda tutuluyor, iş bulunuyor, kızlar okula başlıyor, derken yavaş yavaş işler yoluna giriyor. Biz de dönemin Beyoğlu’nda dolaşmaya başlıyoruz.

Yola ilk eşiyle devam edemeyeceği belli olan Lili hâlâ genç ve güzel bir kadın. Kızı Mimika ile anlaşmazlıklarında onun seçimlerinden, maddi hırslarından hiç vazgeçmemesi de var. Normal ana-kız çekişmeleriyle, Lili’nin yeni evliliğiyle, kızların büyümeleriyle savaşı unutmaya başlıyoruz. Artık bir düzene oturmuş hayatları bu kez babanın kaybıyla sarsılıyor.

Babaya verilen söz
Babanın yitimi, disiplinli anneyi dengeleyecek şefkatli desteğin artık olmamasıdır. Okul sorumluluğundan uzak, neşeli Kavala yazlarının, yani gamsız çocukluğun geride kalmasıdır. Sevgisine doyulamayan uzaktaki babanın hiç dönemeyeceği bir yere gitmesidir. Mimika’nın babasına verdiği söz bu yüzden çok önemlidir. Hayim Saltiel ona şöyle demiştir: “Almanların katlettiği ailemizi unutma. Anneniz benim hayatımı kurtardı. Unutma.” Babası ona iki görev vermiştir: Yıldızının barışamadığı annesiyle teması kaybetmemek ve ölmüş akrabaların anısını yaşatmak.

Mimika babasına verdiği sözü tuttu, bunu kitaptan biliyoruz. Şimdi Holokost’u yaşayanları hatırlamak için yeniden tecrübe ve bilginin sesine kulak verelim: Kampta yaşamdan vazgeçen tutukluları izleyen Frankl, zihnin vazgeçişine bedenin de eşlik ettiğini anlatır. İnsanın cesaret ve umuduyla bağışıklığı arasındaki güçlü bağa dikkat çeker. Tutuklular aralarında bir oyun oynarlar; özgürlüklerine kavuşunca yapacakları üzerine konuşma oyunu, onları canlı tutan şeylerden biridir. Gelecek umudu onları hayata bağlar. Frankl, insanın direnerek, mücadele ederek, en kötü koşullara bile göğüs gerebileceğini söyler. Ancak yaşamı ve ölümü anlamlı kılacak, uğruna yaşayacak bir şey gerekir. Gerçek anlam, kişinin kendinde değil, dünyada keşfedilmelidir. Yaşamın anlamı üç yoldan bulunabilir: Bir eser yaratarak veya bir iş yaparak; insanla etkileşime girerek veya bir şey yaşayarak; kaçınılmayan acıya karşı bir tavır geliştirerek.

Tutukluların oynadığı oyunu günümüze uyarlayalım: Eğer yaşadığımız ortam korkunçsa, kurtuluş zamanını ince ince tasarlamak, umudu ana taşıyıp bugünü kolaylaştırabilir. Bunu boş hayallere dalmak gibi değil, değiştirme gücünü içinde yeşerten bir direniş sürecini üretmek, değişime hazırlanmak gibi düşünürsek, belki temkinli bir umudu hep yamacımızda tutmak mümkün olabilir.

Yazanlarla, okuyanlarla, anlatarak paylaşanlarla, neşeyi koruyarak yürümeye devam edenlerle, başkalarının elini bırakmayanlarla birlikte artık trajedilere değil barışçıl dönemlere bakarak ders çıkarabiliriz belki…

Kaynaklar:
http://www.leblebitozu.com/insanin-anlam-arayisi-viktor-frankl-kimdir/
https://www.hayatpsikoloji.com.tr/makale-detay/341-kitap-analizi-insanin-anlam-arayisi-hayat-egitim-ve-danismanlik.html