Alman yazar W.G. Sebald’ın Göçmenler romanı, ana vatanlarından ayrılmış dört Yahudi göçmeni konu alır. Kitap dört bölüme ayrılmıştır, her bölümde isimsiz anlatıcımız bir göçmenin hikâyesini fotoğraflar eşliğinde anlatır. Birinci bölümde anlatıcımız, İngiliz emekli cerrah Dr. Henry Selwyn ile tanışır. Dr. Selwyn, son yıllarda “ev özleminin” gittikçe arttığını “itiraf” eder. Yaşlandıkça çocukluğunu artan bir berraklıkla hatırlamaya başlamıştır. Aslında Litvanya’da doğduğunu, 1899’da yedi yaşındayken köyünden ayrılıp Londra’ya yerleştiğini, Yahudi kimliğinden vazgeçip ismini değiştirdiğini hatırlar. Bölümün sonunda anlatıcı, Dr. Selwyn’in eski bir av tüfeğiyle kendini vurduğunu öğrenir.

İkinci bölümün anlatıcısı, en sevdiği ilkokul öğretmeni Paul Breyter’in kendini bir trenin önüne atarak intihar ettiğini öğrenir. Breyter’in ölüm ilanında Üçüncü Reich sırasında öğretmenlikten men edildiği yazmaktadır. Anlatıcı hem intiharının hem de men edilişinin hikâyesini öğrenmek için Breyter’in son yıllarını araştırmaya başlar. Breyter’in dedesinin Yahudi olduğunu, Breyter’in bu sebeple Nazi Almanya’sında öğretmenlikten men edildiğini ve İsviçre’ye göç ettiğini öğrenir.

Üçüncü bölümün anlatıcısı, aile fotoğraflarından hatırladığı büyük amcası Ambros Adelwarth’ın hayatını araştırmak için Amerika’daki aile fertlerini ziyaret eder. Ambros’un günlüklerini okuyan anlatıcı, Ambros’un zengin bir ailenin oğlu olan Carl Solomon’un kâhyalığını yaparak, beraber dünyayı gezdiklerini okur. Ambros’un seneler sonra bir sanatoryuma çekildiğini ve sayısız elektroşok tedavisinden sonra öldüğünü öğrenir.

Son bölümde anlatıcı Manchester’da tanıştığı ressam Max Ferber’in hikâyesini anlatır. Ferber, 1939’da 15 yaşındayken ailesi tarafından Almanya’dan İngiltere’ye gönderilir. Fakat ailesi Almanya’dan zamanında çıkamaz ve Nazi’ler tarafından öldürülür. Ferber, anlatıcıya annesinin günlüğünü verir, bu sayede yirminci yüzyılın başında Almanya’nın bir kasabasında yaşayan Yahudi bir ailenin sessiz ve sakin yaşamına tanıklık ederiz.

Yirminci yüzyılın acı dolu, bastırılmış ve saklanmış yaraları
Sebald bu dört karakter üzerinden yirminci yüzyılın acı dolu, bastırılmış ve saklanmış yaralarını inceler. Kitaptaki isimsiz anlatıcı kimdir, Sebald’ın kendisi midir? Bu karakterler gerçekten yaşamış insanlar mıdır? Hikâyeleri gerçek midir? Kitap boyunca gördüğümüz fotoğraflar kime aittir? Bu soruların cevabındansa hikâyelerde yaşanan acılara şahitlik etmek daha önemlidir.

Dört göçmenin de hikâyesinin merkezinde Holokost vardır. Fakat oradaki acı o kadar büyüktür ki, Holokost’tan hiçbir zaman doğrudan bahsedilmez, bahsedilemez. İsmi konmasa da o kadar şiddetlidir ki, varlığı yokluğunda bile hissedilir. Çoğu Holokost hikâyesinden farklı olarak Sebald’ın kitabının konusu toplu katliam değil, “varoluşsal sürgündür”. Sebald Holokost’u Spielberg’in Schindler’in Listesi filminde işlediği gibi işlemez, örneğin kitapta kampların içi ya da toplu mezarlar betimlenmez. Çünkü Sebald için yaşanan vahşet o kadar büyüktür ki, doğrudan betimlenmesi imkânsızdır. Holokost gibi kolektif travmalar kara delik gibidir, hiçbir tasviri veya tarifi, hakikati yansıtamaz.

İnsan zihni bu deneyimi “özümseyip bütünleştirecek şemalara” sahip değil
Teorist Cathy Caruth’a göre Holokost gibi şiddetli travmalar yaşanırken tam olarak kavranamaz, çünkü insan zihni bu deneyimi “özümseyip bütünleştirecek şemalara” sahip değildir. Holokost, Avrupa’nın ayaklarının bastığı zemini yok eder, tutunacak bir dal bırakmaz, Holokost’u ne tam olarak anlamak ne de anlamlandırmak mümkündür. O zaman Sebald’ın bir röportajında dediği gibi “Bu şeylere yaklaşmanın tek yolu dolaylı olarak, teğet bir şekildedir, doğrudan yüzleşmekten ziyade referans yoluyladır.” Sebald’ın isimsiz anlatıcıları, yaşananları ancak başkalarının anı defterleri, fotoğrafları ve röportajlarıyla, yani dolaylı yoldan anlamlandırmaya çalışabilir.

Angeliki Tseti’ye göre Sebald’ın anlatıcısı “Bu hikâyelerin dinleyicisi, toplayıcısı ve paylaşıcısı olma görevini alır ve tanıklık etme sorumluluğunu üstlenir”. Kitap boyunca anlatıcının bu dört göçmenin hikâyelerini anlatmakta daha aktif bir rol oynadığını da görürüz. Anlatıcı, bir araştırmacı tarihçi görevi de üstlenir. Anlatılarda bahsedilen yerlere seyahat eder, hikâyelerdeki eksiklikleri tamamlayacak kişilerle konuşur, anlatılanları doğrulayacak bağlantılar bulur. Örneğin üçüncü bölümün anlatıcısı, büyük amcası Ambros Adelwarth’ın geçmişini fotoğraf albümleriyle inşa etmekle yetinmez, Amerika’ya seyahat ederek oradaki aile fertleriyle görüşür, onlardan Ambros’un seyahatnamesini edinir, çekildiği sanatoryuma gidip amcasının ölümüne tanıklık eden bir doktorla röportaj yapar. Dördüncü hikâyenin anlatıcısı, ressam Max Ferber’le konuştuktan sonra Ferber ona annesinin günlüğünü teslim eder. Anlatıcı, Ferber’in annesinin çocukluğunun geçtiği Bad Kissingen kasabasına gider, oradaki Yahudi mezarlığının fotoğraflarını çeker, günlükte ismi geçenlerin mezarlarını bulur.

Sigmund Freud psikanaliz sürecinde hastalarının anılarının incelenmesini bir tür “arkeoloji çalışması” olarak tanımlar. Kitap boyunca Sebald’ın anlatıcıları, aynı Freud’un hastalarıyla yaptığı gibi, geçmişi katman katman kazarlar. Fakat geçmiş kazıldıkça keşfedilenler tam anlamıyla yok edicidir. Nurdan Gürbilek, İkinci Hayat kitabında yaptığı incelemesinde şöyle der, “Göçmenler’in zorla yerlerinden edilen, zamanla ikinci hayatlarına uyum sağlamış gibi duran göçmenleri, kendilerine yapılanı tam unuttuklarını sandıkları bir yaşta geri dönen anının ağırlığı altında çökerler”.

Geçmişten kaçabilmek
Kitabın dört Yahudi göçmeni için hatırlamak terapötik değildir, aydınlanmalarına sebep olmaz, onları iyileştirmez veya kurtarmaz, çünkü hatırladıklarının ağırlığını kaldıramazlar. Dr. Henry Selwyn av tüfeğiyle kendini vurarak intihar eder, öğretmen Paul Breyter kendini tren raylarına atar. Anlatıcının büyük amcası Ambros Adelwarth unutabilmek için kendi isteğiyle artarda sayısız elektroşok “tedavisi” görür ve sonunda dayanamayıp ölür. Adelwarth günlüğüne şunu yazar, “Hafıza bana bir tür aptallık gibi gelir. İnsanın başını ağırlaştırır ve döndürür, sanki zamanın uzaklaşan perspektiflerinden geriye değil de, çok yükseklerden, tepeleri bulutların arasında kaybolan kulelerden birinden yeryüzüne bakıyormuşçasına”. Ressam Max Ferber, Manchester’a taşındıktan sonra Yahudi kimliğinden tamamen kopuk yaşar. Amcası onu Amerika’ya davet ettiğinde davetini reddeder, “Kökenlerimin hiçbir şey ya da hiç kimse tarafından hatırlatılmasını istemedim” der. Dört göçmen de geçmişten kaçabilmek için her şeyi yapar. Unutur, bastırır, uzaklaşır, yabancılaşır. Fakat geçmiş eninde sonunda, öyle ya da böyle tekrar kendini gösterir.

Kitaptaki dört göçmen de Holokost’u doğrudan deneyimlememiştir fakat dördünün de hayatı Holokost’un artakalan etkileriyle şekillenmiştir. Bu hikâyeler, atom bombasının patlamasından değil, seneler sonra radyasyonun sebep olduğu kanserden ölen insanların hikâyeleridir. Göçmenler için akıl almayan vahşetin etkisi seneler sonra kendini hissettirir. Hikâyelerin çoğunda susmanın ve unutmanın yıkıcı sonuçlarını görürüz. Göçmenleri konuşturan ve hatırlamalarını sağlayan hikâyelerin anlatıcılarıdır. Bir röportajında W.G. Sebald, bir bireyin yaşam öyküsüne tanıklık etmenin ve belgelemenin etik sorunlarından bahseder. “Travmalar hakkında konuşmanın iyi olduğu kabul edilmiştir, ancak bu her zaman doğru değildir. Özellikle insanları hatırlamaya, geçmişleri hakkında konuşmaya vb. kışkırtan sizseniz, müdahalenizin o kişinin aksi takdirde yaşamayacağı ikincil bir zarara neden olup olmayacağından emin olamazsınız.”

Holokost’ta yaşanan travmayı andığımız bu günlerde kendimize şunu da sormalıyız, unutmanın mı sonuçları daha kötüdür yoksa hatırlamanın mı?