Haber Fotoğrafı: Agostini Saound, Condor Buzulu


Patagonya; Macellan tarafından keşfedildiği günden bu yana, edebiyatçılara ilham kaynağı olmuş; buzullarından granit tepelerine, penguenlerinden deniz aslanlarına, doyumsuz manzaralarına sayısız güzelliği ile pek çok kişiyi büyülemeye devam ediyor. Genelde masal diyarını veya hayal dünyasını anlatan bir kelime olarak kullanılan ‘Patagonya’, ‘dev ayak’ anlamına geliyor. Macellan bölgeyi keşfedip buranın yerlileri ile karşılaştığında, ayaklarının büyüklüğü karşısında öyle şaşırmış ki, İspanyolcada iri ayaklı masal kahramanı olan ‘Patagon’ gelmiş aklına. Patagonya; Batılılar için, “Kimsenin daha ötesine gidemeyeceği en uzak noktayı anlatan bir metafor”, biz Türkler ise ‘Patagonya’ kelimesini, gidilmesi çok zor olan bir yeri tarif etmek için, uzaklık ölçü birimi olarak kullanırız genelde.

Patagonya, kendisini keşfe gelenlere pek de yardımcı olmamış. Gemiciler bu seyahatlerinde yüzlerce adamını kaybetmiş. Drake Geçidi ise sert rüzgârlar ve dev dalgalar nedeniyle denizcilerin korkulu rüyası olmuş. İngiliz korsanı Sir Francis Drake’in gemileri, 1578 yılında Macellan Boğazı’ndan geçmeyi planlarken, bir tanesi dev dalgalar ve sert rüzgarlar yüzünden rotasından çıkmış ve güneye doğru sürüklenmiş. Sonrasında tesadüfen bulduğu bu geçit, korsanın adı ile anılmaya başlanmış.

Bölgeyi ziyaret eden tanıdık bir isim daha var; Charles Darwin. 1830 yılında Kaptan FitzRoy kumandasındaki HMS Beagle isimli gemiyle, Beagle Kanalı’nı keşfetmiş ve 1832 yılında ikinci gezisine çıkmayı planlamış. Gezide kendisine, Charles Robert Darwin eşlik edecektir. Aslında papaz olmayı planlayan ve doğayı seven Darwin, ailesinin ısrarı ile tıp eğitimi alır. İngiliz Kraliyet Donanması’nın HMS Beagle adlı gemisi, keşif gezisine çıkacaktır. Gemide, kaptana arkadaşlık edecek birine ihtiyaç vardır ve hocası Darwin’i önerir.



Türkiye’den gelen tek çift biziz
Biz de beş gün boyunca, Beagle Kanalı’nı geçerek Cape Horn’u dolaşacağız ve buzulları gezeceğiz. Gemimiz limandan demir aldığında, Ushuaia şehrini tam karşıdan görme şansını yakalıyoruz. Yerleşme işlemlerimizi tamamladıktan sonra kaptanın “hoş geldin” kokteyline katılıyoruz. Kaptan, hayati önem taşıyan kurallar hakkında bilgilendirme konuşmasını yapıyor. Gemide 22 değişik ülkeden 118 yolcu ile seyahat ediyoruz, Türkiye’den gelen tek çift biziz. Bu ufak tanışma seansını takiben, can yelekleri ile toplanma alanının test edildiği küçük bir tatbikat yapıyoruz. Akşam yemeği sonrasında ise bilgilendirme toplantısı var. Öncelikle can yeleklerimizi nasıl kullanacağımızı, botlara güvenle nasıl bineceğimizi uygulamalı olarak anlatıyorlar.

Ertesi sabah saat 07.00’de uyandığımızda büyük bir şevkle hemen hazırlanmaya başlıyoruz. Biz gece uyurken, gemimiz çoktan Nassau Koyu’nu geçip Cape Horn Ulusal Parkı’nı da içeren takımadaların bulunduğu yere giriş yapmış bile. Bu sabah kahvaltıdan önce, Horn Burnu’nu da içinde barındıran adaya çıkacağız. Giyindikten sonra can yeleklerimizi elimize alıp, toplanacağımız salona gidiyoruz. Önce botlara bineceğimiz kişi sayısına göre gruplara ayrılıyoruz. Gemiyi terk etmeden önce, can yeleklerimizde asılı ve üzerinde oda numaralarımız yazan minik anahtarlıkları güvertede bulunan dolaba, oda numaramızın bulunduğu askıya bırakmamız gerekiyor. Gemiye döndüğümüzde ise ilk iş yine anahtarlıkları alıp yeleklerimize takmak ve herkes bu işlemi kendi yapmak zorunda. Bu uygulama sayesinde geride kimsenin kalmadığından, herkesin gemiye gelmiş olduğundan emin oluyorlar. Hava oldukça soğuk ama neyse ki, yağmur yok. Zodyak botlarda güvenle yerlerimizi aldıktan sonra Horn Burnu’na doğru yola çıkıyoruz.


Cape Horn Ulusal Parkı - Horn Burnu

“Dünyanın sonu” Horn Burnu
Horn Burnu, Drake Boğazı’nın çalkantılı sularına bakan, 425 metrelik yüksek kayalık bir burun. Yıllar boyunca Atlantik ve Pasifik arasında gemicilerin kullandığı tek rota olmuş. Çoğu zaman “dünyanın sonu” olarak anılan burnun bulunduğu Milli Park, 2005 yılında UNESCO tarafından Dünya Biyosfer Rezervi ilan edilmiş. İlginç bir bilgi: Fatih Sultan Mehmet’in İstanbul’u fethetmesi ve İpek Yolu’nun Avrupalılara kapanması sonucu yeni bir yol arayışı içine girilmiş. Osmanlı İmparatorluğu’na yüksek vergi ödemek istemeyen Avrupalılar, baharatı ve diğer ticaret ürünlerini kendi ülkelerine taşımak amacıyla yaptıkları keşif sonucu Horn Burnu’na ulaşmışlar. Atlas Okyanusu ile Büyük Okyanusu birbirinden ayıran burun, ilk kez 29 Ocak 1616 yılında Hollandalı denizciler tarafından geçilmiş. Rakip gemiler Büyük Okyanus’a yeni bir geçiş arayışı içindeyken keşfedilen bu buruna, Hollandalı denizcinin doğum yeri olan ‘Hoorn’ şehrinin adını vermişler. Denizlerin Everest’i olarak adlandırılan burun, sayısız gemi ve yelkenliye mezar olmuş. Eski denizciler Horn Burnu’nu geçmeyi başardıklarında, kulaklarına küpe takarlarmış. Bu zorlu yolculuk 20. yüzyıla kadar devam etmiş. Ta ki, 1914 yılında Panama Kanalı’nın açılmasına kadar.

Dev kayalıklardan oluşan adaya ulaştığımızda, botu yanaştırmak için yarı beline kadar suya girmiş görevlilerin dalgalar nedeniyle bir hayli uğraşması gerekti. Güvenli bir şekilde karaya ayak bastıktan sonra merdivenleri tırmanarak, gemilere yol göstermek için kurulmuş fenerin bulunduğu noktaya kadar yürüyoruz. Fenere ulaştığımızda gördüğümüz manzara muhteşemdi. Sonsuzluk gibi görünen manzaranın ortasındaki tek hayat belirtisi, karaya yakın demirlemiş gemimiz ve botlarda bizi bekleyen kaptanların parlak turuncu can yelekleri. Tepeden indikten sonra diğer tepenin ucunda olan Albatros Anıtı’na doğru yürüyoruz.



Albatros Anıtı’na çıkmak için geniş aralıklı ahşap merdivenler yapmışlar, 161 basamak çıkmak gerekiyor. Nihayet basamaklar bittiğinde denizlerde hayatını kaybeden on binlerce denizcinin anısına dikilmiş olan anıta ulaşıyoruz. Burayı gördükten sonra tekrar botlarımızda yerlerimizi alıyoruz. Gemiye ulaştığımızda bizi çok hoş bir sürpriz karşılıyor. Güvertede kurulan masada; ıslanmış ve üşümüş olarak dönenlere viski ya da sıcak çikolata ikram ediyorlar.

İnsanlık tarihinin en eski yerleşim yerlerinden Wulaia Körfezi
Öğlen yemeğinin ardından can yeleklerimizi alıp buluşma noktasında toplanıyoruz ve botlardaki yerlerimizi alıyoruz. Biz öğlen yemeğimizi yerken, gemi Nassau Koyu’na geri dönüp ünlü Wulaia Körfezi’ne demir atmış. Şimdi, insanlık tarihinin en eski yerleşim yerlerinden birine, doğal çevresi ile dünyada en çekici birkaç adadan biri olan bu efsanevi körfezde karaya çıkıp yürüyüş yapacağız. Bu koy 1830’lu yıllarda Kaptan FitzRoy ve Charles Darwin’in, HMS Beagle ile yaptıkları seyahatler sırasında Darwin tarafından tanımlanmış ve FitzRoy tarafından haritası çizilmiş. Karaya ayak bastığımız noktada bizi Charles Darwin adının bulunduğu mermer bir anıt karşılıyor. Büyüleyici güzellikteki muhteşem Macellan Ormanı’nda bir yürüyüş yapıyoruz. Bölge, Yamanaların en büyük yerleşim yerlerinden biri. Tepeye ulaştığımızda, körfezin manzarası nefes kesiciydi. Manzaradan zorla kendimizi ayırarak geri dönüş yolunu yürümeye başlıyoruz. Kıyıya ulaştığımızda bizi bekleyen botlarımıza binerek, sert bir rüzgâr ve yağmur eşliğinde gemimize geri dönüyoruz. Her nedense, bota bindiğimiz her seferinde yağmur yağmaya başlıyor; sanki bizi bekliyor. Bota ilk binip oturan kayarak en başa gitmek zorunda olduğu için ıslanmış botun kenarlarını bir güzel temizlemiş oluyor. Botla yaptığımız yolculuk, üzerimize gelen dalgalarla sallandığımızda düşmemek için iplere tutunmaya çalışırken birbirinin elini tutanlar, ani hareketlerle ayağa kalkma refleksini hissettiklerimize yaptığımız uyarı çığlıklarıyla tam bir eğlenceye dönüşüyor.


Beagle Kanalı - Pia Buzulu

En güney uçta bulunan Pia Buzulu
Ertesi sabah, Dünyanın kutuplara doğru en güney ucunda bulunan Pia Buzulu’nu ziyaret edeceğiz. Hava yine oldukça kapalı ve soğuk. Botlarda yerlerimizi aldıktan sonra buzulun bulunduğu kara parçasına doğru yol alırken, yer yer buzuldan kopmuş, suyun üzerinde yüzen parçaların arasından geçiyoruz. Karaya çıktıktan sonra, buzulu panoramik olarak daha geniş ve daha güzel bir noktadan seyredebilmek için orman içindeki dar bir patikadan tırmanmaya başlıyoruz. Tepeye ulaştığımızda karşımızdaki manzara, nefes kesici. Tam bu sırada, korkunç bir gürültü çıkıyor ve kocaman bir buz parçası koparak sularla kucaklaşıyor. O an çok kısa sürse de gözünüzü kırpmadan donmuş gibi bakakalıyorsunuz. Yavaş yavaş gemiye dönüşler başlıyor, bizi bekleyen sıcak çikolatanın hayalini kurarken, arada buzuldan kopan parçaların çıkardığı sesler geliyor.

Küçülmeden kütle kazanan üç buzuldan biri Garibaldi Buzulu
Öğleden sonra, Beagle Kanalı boyunca batıya doğru ilerleyerek bir fiyorda giriyoruz. Bu fiyortta bulunan Garibaldi Buzulu’nu ziyaret edeceğiz. Garibaldi Buzulu; Patagonya’da küçülmeden bilakis kütle kazanan üç buzuldan biri. El değmemiş Macellan Ormanları’nın içinden buzul şelalesine doğru bir yürüyüş yapıp buzula yukarıdan bakabileceğimiz bir tepeye tırmanacağız. Ancak ne var ki, hava koşulları bize izin vermiyor ve gemi buzula yanaşamıyor. Denize doğru dökülen, yanında dolaşması oldukça zor olan bu muazzam buzulu, uzaktan el sallayarak selamlıyoruz. Kendisini keşfetmeye gelenlere bile kolay teslim olmayan Patagonya, tabii ki bize de kolay kolay baş eğmeyecekti.

Akşam karanlık çöktükten sonra tekrar Beagle Kanalı’na giriyoruz ve Tierra del Fuego’nun güney kıyıları boyunca batıya doğru yol alıyoruz. Cockburn Kanalı, Magdalena Kanalı ve Keats Fiyordu boyunca zikzaklar çizerek sabah erken saatlerde Agostini Sound’a giriş yapıyoruz. Gemimizden ayrılıp, Aguila (Kartal) Buzulu’nun erimesiyle oluşan bir lagünün etrafında rahat bir yürüyüş yapıyoruz. Bu yürüyüş, Patagonya yağmur ormanlarının güzelliğini yakından görmek ve doğanın gücünün manzarayı nasıl böylesine güzel şekillendirdiğini izlemek için harika bir fırsat. Bir yanımız yemyeşil ormanlar, bir yanımız mavi-beyaz buzullar, lagün boyunca yürüyüşümüzü tamamladıktan sonra artık geri dönme zamanı…


Condor Buzulu

Öğlen yemeğinden sonra sıra Condor Buzulu ziyaretine geliyor. Botlara binip buzula doğru yol alıyoruz; ancak bu sefer karaya çıkacak bir nokta yok, mümkün olduğunca bu devasa buzula yaklaşmaya çalışacağız. Bunun için de yine ondan kopup gelmiş olan ve sularda yüzen buz parçalarının arasında yolculuk yapıyoruz. Condor Buzulu, Pia Buzulu’ndan daha ihtişamlı duruyor ve ona daha fazla yaklaşmamıza izin vermiyor. Mavi-beyaz dev bir dağın önünde, yağan yağmura aldırmadan büyüleyici manzarayı seyrediyoruz. Bu sırada havada Kondor kuşları süzülmeye başlıyor. And Kondoru olarak da anılan bu kuşlar, Güney Amerika’ya özgü yırtıcı bir cins…

Akşam yemeğinden sonra, kaptanın düzenlediği veda gecesine davetliyiz. Tüm yolcular yerini aldıktan sonra yapılan bir açık artırmayla yolculuk boyunca izlediğimiz rotayı içeren harita, satışa çıkartılıyor. 100 Amerikan doları ile başlayan açık artırma kıyasıya bir mücadele sonunda 7.000 Amerikan Doları’na satılıyor. Satıştan elde edilen gelir de personele veriliyor. Ve sonunda sıra bize geliyor. Cape Horn Burnunu geçerek, bu zorlu seyahati başarıyla tamamladığımız için kaptan tarafından imzalanmış sertifikalarımız dağıtılıyor.


Magdalena Adası
Gece biz uyurken, Magdalena Kanalı’ndan geçip Macellan Boğazı’nı döndükten sonra Ateş Toprakları’nda yer alan Magdalena Adası’na demirlenmiş olacağız. Sabah şafak vaktinde kalkıp botlardaki yerlerimizi alıyoruz. Kendine özgü bir deniz feneriyle taçlandırılmış ada, geçmişte gezginler ve kâşifler için erzak kaynağı olmuş. Günümüzde ünlü kâşif Macellan’ın adını almış, penguenlerin oluşturduğu muazzam kolonilerine ev sahipliği yapıyor. Hava oldukça ılık ve güneşli. Magdalena Ada’sına çıktıktan sonra tepede bulunan meşhur fenere kadar yürüyoruz. Dileyenler içindeki küçük müzeyi gezebilecek. Yürüyüş yolu, iplerle çevrilerek penguenlerin yumurtlama alanlarından ayrılmış, yol boyunca zaman zaman kendini önüme atan penguenlere yol vererek ve etrafı seyrederek, ılık yaz güneşi altında fenere kadar yürüyüp geri dönüyorum. Tüm grup toplandığında, son defa botlarımıza binip kahvaltımızı yapmak üzere gemimize dönüyoruz.