Aykırı Öykü Ödülü, 2010 Yunus Nadi Roman Ödülü, 2018 Dil Derneği Onur Ödülü ve çok sayıda gazetecilik ödülü sahibi yazar Adnan Gerger ile tanıklık ettiği “bu dünya” ve “her yeni romanında, her yeni kurmacaya göre inşa ettiği yeni dili ile düşlerini, düşüncelerini yansıttığı özgür ve özgün edebiyatının” kitabı “Tavhane Çocukları” üzerine söyleştik.

Dünyada ve Türkiye’de kadınlar seslerini daha güçlü çıkarmaya başladı. Kadınlar, artık toplumsal rollerini bir sorunsala dönüştürmeyi başardı. Sizin “Kadınların Var Olma Mücadelesi” konusuna bakış açınız nedir?
Dünyanın tarihsel süreci içerisinde ve neresinde olunursa olunsun ‘eril egemen’ toplumlarda yaşandığı bir gerçek… Bir genelleme yaparsak asıl sorunun, kadınların, daha düne kadar kendileri için dayatılan baskılardan daha aşağıda görülmelerinden haberleri yokmuş gibi yaşadıkları gerçeği olduğunu söylemeliyiz. İşin en acı tarafı kadınların, yüzyıllardır görmezden gelindiklerini bildikleri halde yaralarını, acılarını, bedenlerini adeta eril egemen topluma ve devlete adamış gibi yaşamaları… Evet, günümüzde kadınlar seslerini çıkartıyorlar ve kadın sorunsallığı, artık diğer önemli sorunlar arasında gösteriliyor. Kadınların var olma mücadelesine inanmış birisi olarak bu mücadeleye düşünsel anlamda bizzat katılarak destek verdim. Ben toplumun kurtuluşunun kadınların kendi özgür iradeleriyle tamamen özgürleştiğinden geçtiğine inanıyorum. Kadınların artık dalgalar yaratmaları ve daha da kalabalıklaşmaları, benim yarına güvenceyle bakmamı sağlıyor. Kadınlar artık her yerde. Kamusal alandalar, evdeler, işyerindeler ve erkeklerle aynı koşullarda yaşamak gerektiğini, bedenleri hakkında kararı kendileri tarafından verilmesi gerektiğini savunuyorlar. Evet, kadının özgürlüğü dünyanın özgürlüğüdür.


Kadın bir estetik olgusu olarak sanatta en önemli figürdür. Buna rağmen sanatta kadının yaratıcılığı ise hep geri plana itelenmiştir. Sanatla kadın ilişkisinde bir kıyaslama yaparsanız bize neler söylersiniz?
Kadınsız sanat yapılamaz. Kadının estetik bir olgu olmasına hem de kadının doğurganlığı yani yaratıcılığı gibi müthiş bir özelliğe sahip olmasına karşın, hayatın her alanında olduğu gibi sanatta da erkek egemenliği tarafından yok sayılmış ve ötelenmiştir. Aslında sanatta kadının yok sayılmasıyla ilgili sorun, felsefede kadın filozofların görmezden gelinmesi ile de ilintilidir. Bunun nedeni, kadın kötülüğü temsil eder ve onu yok saymak gerekir. Örneğin, Yunan Mitolojisinde Pandora kutuyu açar, dünyaya hastalık saçar. Hava da elmayı yiyerek Adem’le birlikte kovulur. Yani Pandora ya da Hava’nın tanımı, erkeği baştan çıkarandır, dünyaya kötülük yayandır. Bu, o kadar erkeğin kodlarına yerleşmiş ki, ta antik çağın kadın filozoflarından tutun, günümüze kadar uzanan süreçte kadın düşünürler hep göz ardı edilir ve esameleri okunmaz.

Aşk, elbette çok geniş bir kavram, kadınla erkek arasındaki ilişkinin de olmazsa olmazı… Sizce günümüzde Aşk, hangi boyutta… Aşkı kavramsallaştırdığımızda aklınıza ilk gelen ne olabilir?
Günümüzde “aşkı” kavramsallaştırmamız gerektiğini düşündüğümüzde aklıma hemen “sevgi” sözcüğüyle kıyaslanması zorunluymuş gibi geliyor. Öylesine anlam kayması var ki, artık. Aşkın içerisinin boşaltıldığı ve onu o yapan sevginin yok sayıldığı aşklar yaşıyoruz. Sıradan, bayağı ilişkiler bile aşk sayılıyor. Bir aşkta yaşanması gereken tüm değerler o kadar kolay yok sayılıyor ki. Ben yine de aşkın yaşanabilir, yaşanması gerektiği olduğuna inanıyorum. Çünkü aşk, insanın duygularını harekete geçiriyor ve insanı başka boyuta taşıyor. Emek verilmeden dünya da kurulmuyor, aşk da yaşanmıyor. Emek vermeliyiz, eğer aşkı sevgiyle beslemek istiyorsak…

Aşkla cinsellik arasında organik bir bağlantı olduğu su götürmez bir gerçek… Peki, siz bu ilişkiyi bu anlamda sorgulamaya kalkıştığınız oldu mu?
Bu, kadın bedeninin üzerinde yükselen kadın sorunuyla aşkta cinselliğin yaşanması apayrı konular gibi görünse de aslında birbiriyle ilintilidir. Kadın bedeni, toplumsal boyutu olan bir konu, aşkta cinselliğin yaşanması bireysel bir özellik taşır ve ikisi birbirinden ayrılamaz… Eğer siz, bizim gibi insani duyguları ve hisleri bastırılmış nevrotik bir toplumda yaşıyorsanız kadın bedeni her zaman karşınıza bir sorun olarak çıkar. Üstelik kadın bedeni, kadın sorununu oluşturan başlıkların içinde en politik olanıdır. Kadının toplumsal boyutta bedenini tartışmak gerekiyorsa Mahsa Amini örneğini vermek gerekiyor. Mahsa Amini’nin saçlarının ucu gözüküyor diye karakolda işkenceyle öldürülmesinin ardında İran’da başlayan isyanın boyutunun artık bir kadın bedeninin değil, insanın temel hak ve özgürlüklerinin üzerinden bir toplumsal değişime dönüştüğü yadsınamaz. Tam da burada, kadın bedeninin bireysel boyutunu aşkla ilintili olarak yorumlayabiliriz. Aşk olduğu zaman cinselliğin sorgulanmaması gerektiğine inanıyorum. Kadın bedeni eğer toplumda bir sapık ideolojiye kurban ediliyorsa, aşkta cinselliğin yaşanması da mümkün kılınmıyor, korkuya dönüştürülüyor. Bu nedenle, bir aşkta cinselliği aşmak, kadın bedeni üzerinde yükselen soruna da çözüm aramak demektir. Aşk doğalsa, yaşam cinsellikle kendi döngüsünü kuruyorsa ve var ediyorsa bunu yadsımanın anlamı var mı?

Sizce aşksız bir hayat mümkün mü?
Tüm içtenliğimle soruyorum; yaşantınızı, duygularınızı paylaşacak biri olmadan yaşamak, yaşamak mıdır? Ben aşksız bir yaşamın, insanın en doğal hakkının elinden alınması gibi görüyorum. Aşk, hayalleri gerçeğe dönüştürme isteği uyandırdığı için onsuz bir hayatın olabileceğini düşünmüyorum. Aşkın düşüncesi bile insanı âşık olmaya yetiyor…

Son romanınız “Tavhane Çocukları” hariç, bütün romanlarınızda ana karakterlerin hepsi bir kadın. Bu sizin bilinçli bir tercihiniz mi? Ve neden “Tavhane Çocukları”nda kadın yok? Kadınlar sizi korkuttu mu?
Evet, romanlarımda baş karakterinin bir kadın olması benim bilinçli tercihimdir. Metinlerimde kadınların ana karakterler olma nedeni, yaşamdaki omurgalı ve direngen duruşlarıdır. Ben gözlemleyerek, bilerek kadınları ana karakter yaptım. Herhangi bir olay karşısında biz erkeklerin çok daha çabuk zavallı duruma düşüyoruz ve paniğe kapılıyoruz. Ama kadınlar öyle mi? Hayır, kadınlar beni korkutmadı. Aksine daha da sevdi ve ilerideki romanlarımda yine benimle birlikte olacaklar. “Tavhane Çocukları”nda ana karakterimin kadın olması mümkün değildi. Göçmen çocukları irdelediğim romanı cinsiyetsiz olarak niteleyebiliriz, aslında.

“Firar Öyküleri” kitabınızla başlayan ‘roman denemeleriniz’ 2010 yılında size Yunus Nadi Roman Ödülü’nü, bizlere de “Faili Meçhul Öfke” romanını kazandırdı. Edebiyat adına istediğiniz yerde misiniz? Günümüz edebiyatının siz yazarlar ve yayınevlerinden beklentisi sizce nedir?
Ben tırnaklarımı geçirerek ve hiç kimseye eyvallah demeden edebiyatta var olan az sayıda insanlardan birisiyim. Edebiyat emekçisiyim, kuramsal olarak da üzerinde kafa yoruyorum. Edebiyat bir yaşam biçimim. Ancak benim gibi birçok insanın var olduğunu biliyorum. Özellikle yayınevleri kendi yazarları dışında dışarıdan kimseyi almak istemiyorlar. Bunun en büyük nedeni, ayrıca editoryal sistemin olmadığı bir yayınevi dünyası var ve salt kazanca yönelik yayınlar yapılıyor. Siz ağzınızla kuş tutsanız bile, edebiyatın o ezberini bozamıyorsunuz. Nice değerli metinler görmezden geliniyor, nice yazarlar yok olup gidiyor. Bu soru bile bir derginin bir dosya konusu olacak kadar önemli.

“Tavhane Çocukları” kitabınızda bizleri yine, ‘sandığımız’ duyguların, olayların aslında ilk başta binmek istemediğimiz dönme dolap olduğunu fark edeceğimiz bir geçmişe mi götürüyorsunuz?
Geçmiş değil. “Tavhane Çocukları”, kendilerinin yaşadığı ama görmezden gelinen bir hayatın içerisine okuru çağırıyor. Ancak her okuru değil. Yüreği olan okura elini uzatıyor.