Fotoğraflar: Teri Erbeş

İshak Reyna ile son görüşmemizin üzerinden neredeyse 40 yıl geçmiş… Şalom Gazetesi’nin Şişli Samanyolu Sokak’taki mütevazı mekânında, çoğu henüz yirmili otuzlu yaşlarındaki biz gençler, gazeteyi baskıya yetiştirmek için yaz kış harıl harıl çalışırdık. 80’li yılların Şalom’undaki İshak Reyna deyince ilk aklıma gelenler, inci gibi bir yazı (bilgisayar henüz dünyamıza girmediği için, okunaklı yazı bir nimetti ve dikkat çekerdi), düşüncelerini çok hızlı yazıya dökebilme yeteneği ve etkileyici bir dil hâkimiyeti. Yıllar sonra, elime aldığım bir Orhan Pamuk kitabının künyesinde, editör olarak İshak Reyna ismini okuyunca gurur duymuş, ancak şaşırmamıştım.
“Azınlık-Bir Hâl Tercümesi”, geride bıraktığımız Şubat ayında okurla buluştu. Kitabın başkahramanı Edi (ya da kendi kodlamasıyla, Edirne-Diyarbakır-İstanbul; tanıdık geliyor değil mi?), İstanbullu Yahudi bir ailenin ayrıksı çocuğu. Şalom Gazetesi’nde başladığı çevirmenliğe, çeşitli yayınevlerinde redaktör-çevirmen olarak devam ediyor. Edi’nin gözüyle, ekonomik krizlerden terör saldırılarına, Hrant Dink cinayetinden Gezi olaylarına, ülkemizin yakın tarihine tanıklık ediyoruz.
İshak Reyna ile hem eski günleri yâd ettik hem de kitabını konuştuk…


İshak Reyna ve Lolita Nahmias Haleva

1980’li yıllarda Şalom Gazetesi’nde yollarımız kesişti. Acaba o yıllarda edindiğin yazarlık/çevirmenlik deneyimi, meslek hayatını nasıl etkiledi?
Vallahi, aslında bir “ilkokul” oldu benim için… Yirmili yaşlarının henüz başlarındaki bir genç için, başka bir yerde kendini denemeden, yazılarına bu kadar imkân tanıyacak bir başka yayın organı olmazdı. Yani, evet çok geri duran biri değilim; söz gelimi Haldun Taner öldüğünde, çok sevdiğim bir yazarla ilgili bir yazı yazmak istediğim zaman, Milliyet’in Olaylar ve Görüşler sayfasının editörüne gidip, yazdığım yazıyı verecek kadar medeni cesaretim vardı. Yine de, Milliyet Gazetesi sonuç itibarıyla 22-23 yaşında bir genç asistanın, Haldun Taner’le ilgili yazdığı bir yazıyı değerlendirebilirdi ama Şalom kadar yazılara, röportajlara yer verecek ikinci bir yer bulmak imkânsızdı. O yüzden benim için bir ilkokul olarak -“ilkokulu” da azımsamak anlamında söylemiyorum, ilk okul olarak- her zaman çok kıymetli olmuştur. Unutulmazdır açıkçası…

Ayrıksı çocuk “Edi”nin ne kadarı İshak? Örneğin bir işletmede çalışıp, ticaret hayatının sana göre olmadığını deneyimleme fırsatın oldu mu?
Belki pek çok romanda söylenebileceği kadar, kısmen otobiyografik denebilir. Elbette babamın ve amcamın, romanda da belirtilen iş hayatı sektörlerinin yerlerini değiştirdim, ama o sektörleri bire bir yaşadım ben. Yani Eminönü’ndeki han da gerçek, Nişantaşı’ndaki dükkân da. O yüzden, evet, bu ticaret hayatının içinde yoğrulacak, ama çok da bana göre olmadığını anlayacak kadar doğrudan deneyim edindim.

“Yeni gelen genel müdürmüş…” Edi, usta birliğinde, gayrimüslim kimliği nedeniyle bu kodla karşılanıyor. Azınlık olman nedeniyle herhangi bir ortamda, ayrımcı bir tutumla karşılaştın mı?
Elbette… Yani askerlikteki, en görünür hallerden biriydi. Ben de gerekli cevapları, aşağı yukarı romanda geçtiği gibi, yine kısmen gerçek kısmen değiştirilmiş şekilde, verdim. Onun dışında, tabii hayatta da oldu. En, belki de komik mi acı mı diyeceğimi bilemediğim örneklerden biri: 2005 sonbaharında, edebiyat dizisinin yayın yönetmeni olarak İş Bankası Kültür Yayınları’nda işe başlamıştım. Benden muhtemelen 15-20 yaş daha büyük bir beyefendi, bir şiir dosyasıyla geldi. İlk günler ben de karşıladım, ağırladım, anlamaya çalıştım ne olduğunu. Bir süre sonra da konuşma içerisinde bahsettim Yahudi olduğumdan. Beyefendi şaşırdı, “Nasıl yani?” dedi. “Türk edebiyatı dosyalarından da dolayısıyla siz mi sorumlu olacaksınız?” E, ben de orada biraz artık mizaha vurdum: “Evet” dedim, “Mossad’da bize en iyi öğrettikleri yabancı dil Türkçe!” Öyle… İzah edemeyince mizah…

Hrant Dink bağlamında bahsi geçen, azınlık olarak “güvercin tedirginliği”, günlük yaşamında hissettiğin, sana tanıdık bir duygu mu?
Elbette tanıdık bir duygu, ama ben genelde Yahudi’ye atfedilen “korkak” sıfatıyla çok bağdaşmış biri değilim. Hatta tersine, pek çok tanıdık ve akraba tarafından bu açıdan biraz uyarılmış biriyim, “Biraz fazla sivrisin” diye. Ama ne yapayım, ben de böyleyim, yapacak bir şey yok açıkçası. Güvercin aslında benim bildiğim kadarıyla tedirgindir ama o kadar da uysal bir hayvan sayılmaz. Bir vahşi tarafı da vardır. O kadar da azımsamamakta fayda var yani arkadaşı… Yani, evet, o duyguyu tabii ki biliyorum, ama o denli tedirgin olmanın bir şeyi değiştireceği kanaatinde değilim.



“Edi” öncelikle içine doğduğu din nedeniyle kendisine biçilen “toptancı” kimlikten rahatsızlık duyuyor. Bir Yahudi olarak böyle bir rahatsızlık hissettin mi?
Evet, hissettim açıkçası. Romanda geçen bazı şeyler de o açıdan gerçektir. Söz gelimi, kendi dinimin kadın erkek arasında yapmış olduğu ayrım, ya da kimi soyadlarını daha öne çıkartmak gibi uygulamalar, çok bana uyan şeyler değil. Ben daha eşitlikçi biriyim galiba hayatta... Herhangi bir sınıf, aidiyet, kimlik, ister dinsel, ister cinsel, ister sınıfsal, ister kültürel olsun, bu tip astlık üstlük, önemlilik önemsizlik, rütbe gibi şeylere inanan biri değilim. Hatta öyle davranılırsa da ters davranan biriyim. O tip şeyler oldu, ama çok da öyle bağırarak, bayrak açarak bir itirazım olmadı. Daha çok kişisel olarak itiraz etmeye, ya da bazen romandaki gibi mizahla sorgulamaya gayret ettim.

Gerek çevirmenlik gerek editörlük meşakkatli uğraşlar… Bununla birlikte, Türkiye’de görünürlükleri -Edi’nin de gözlemlediği üzere- hak ettikleri düzeyde değil. Bu konudaki görüşlerin neler?
Editör dediğimiz zaten çok görünür biri olmamalı bence… Çevirmen için aynı şeyi söyleyemem. Çevirmen hakikaten o esere dilimizde ses veren kişi. Bir, iki kaç yabancı dil bilebileceksek, onun dışındaki bütün dillerde yazılan şeyleri, çevirmenler aracılığıyla okuyoruz. Bu okuduğumuz dil, Türkçe dışında bildiğimiz bir dil olsa bile, yine çevirmenler aracılığıyla okuyoruz. Dolayısıyla o eserlere ses veren kişilerin, en azından kapakta adlarının yer almasını, künye sayfasında veyahut biyografi sayfasında kendilerine dair bilgi verilmesini ben tercih ederim şahsen. Bu konuda da çalıştığım yayınevlerinde mücadele verdim. Elbette yazarın ve çevirmenin tercih ettiği editörler vardır; olur. Ben de yaşadım bunu, olumlu anlamda. Ama işin doğası gereği, o kadar görünür, o kadar önde olmayı seven biri değil galiba editör.

Metin düzenlemede “İshak Reyna kuralları” var mı? Örneğin, kulağa pek hoş gelmeyen bir ifadeyi olduğu gibi tutma konusunda kararlı bir yazar karşısında, son söz kimin?
Yazarın; çünkü kitabın kapağında onun adı yazıyor. Ben şöyle yapıyorum, çalıştığım yazarlarla: Hakikaten çok tuhaf gelen, kitabın içerisindeki gerçekliğe uymayan bir şey varsa, mutlaka gerekçelendirerek açıklamaya çalışırım. Bir metinde zaten bir tane olmaz; yani diyelim ki bir roman dosyası okudunuz, varsayalım ki on küsur tane şey çıkardınız, yazarımız da baktı, sekiz tanesini kabul etti, kalanına itiraz etti. Zaten mantıklı ve bir süredir birlikte çalıştığınız bir yazar, kabul ettiklerinin dışında reddettiklerini de bir karşı gerekçeyle açıklar, genellikle. Ama metin tamamlandığında hâlâ dramatik düzeyde bir hata, aksaklık gibi bir şey görüyorsam, bir ikinci kez yazara hatırlatırım. İkinci kez hatırlattığımda da hâlâ bu konuda ısrar ediyorsa, bırakırım artık.

Üniversitelerde deneme, öykü ve editörlük dersleri verdin. Aynı zamanda, öykü, deneme ve şiir seçkileri hazırladığın lise ve ortaokul öğrencileriyle de karşılıklı sohbet imkânları buluyorsun. Z kuşağı hakkındaki görüşlerini merak ettim...
Aşağı yukarı on üç yıldır okullarda bu tip etkinlikler yapıyorum; yüz altmışı aşkın etkinlik yapmışım. Dolayısıyla az çok görebilme imkânım oldu genç arkadaşları. “Genç arkadaş”tan kastım da, genellikle sekizinci sınıftan başlayarak, lise hazırlık ve lise sınıfları. Ben iki özellik görüyorum - ki bunları kısmen romana da yansıtmaya çalıştım, oradaki karakterler üzerinden. Bu genç arkadaşlar, haklı olarak, bütün kuşaklarda olduğu gibi, bir, ciddiye alınmak, insan yerine konulmak istiyorlar. Kendi fikirlerini, duygularını açıklıkla dile getirmek ve aynı derecede, eşit bir iletişim kurmak istiyorlar. İki, bunun samimiyetle, biraz enerji ve espriyle yapılmasını tercih ediyorlar. Önemli bir avantajları bize göre, elbette hayata karşı henüz derileri kalınlaşmadığı için, filtresiz konuşmaları. Biz sonradan bu arkadaşları bozmazsak, bizim yetiştiğimiz kuşaklara göre, daha doğruları konuşan bir kuşak olacak gibi geliyor bana.



“Azınlık-Bir Hâl Tercümesi” sonrası, İshak Reyna’nın planları neler?
Edi’yi kıskandığım için, içeride bahsedilen editörlük ve yayıncılık kitabını yazıyorum. O çok konuştu, biraz da ben konuşayım! “Kitapların yolculuğu” diye bir üst başlık koydum şimdilik. Hakikaten, kültür yayıncılığı sektöründe bir dosya nasıl geliyor bir yayınevine, başından neler geçiyor, ister yazar olarak vermiş olalım dosyayı, ister çevirmen olarak, ister çocuk alanında bir dosya olsun, ister yetişkin alanında, ister kurmaca olsun, ister kurmaca dışı bir eser olsun, hangi süreçlerden geçerek biz okurların karşısına geliyor, bu dosya nasıl kitap oluyor, bununla ilgili basit bir el kitabı yazmaya çalışıyorum. Böyle yüz elli, yüz altmış sayfalık… Biraz da sektöre karşı bir sorumluluk gibi düşünüyorum.

Sevgili İshak, bu keyifli söyleşi için çok teşekkürler.
Asıl ben teşekkür ederim...

İSHAK REYNA kimdir?
1963 yılında İstanbul’da dünyaya gelen İshak Reyna, yazım hayatına 1985 yılında Şalom Gazetesi’nde başladı. 2003-2009 arasında İstanbul Bilgi Üniversitesi Karşılaştırmalı Edebiyat Bölümü’nde deneme, öykü ve editörlük, 2009-2018 arasında Okan Üniversitesi Çeviribilim Yüksek Lisansı programında çeşitli editörlük dersleri verdi. 2010’dan beri çeşitli öykü, deneme ve şiir seçkileri hazırladığı lise ve ortaokul öğrencileriyle “karşılıklı sohbetlere” katılıyor. 1991 sonbaharında YKY’de başladığı kitap editörlüğüne, 2005 sonbaharı-2007 yazı arası İş Kültür Yayınları’nda kurucu editörlüğünü yaptığı Hasan Âli Yücel Klasikler Dizisi sonrası 2015 yılından bu yana yine YKY’de devam ediyor.