Fotoğraflar: Teoman Cimit


Kamboçya seyahatimin en önemli amacı olan Angkor Wat’ı anlatmadan önce, tarihin en acımazsız ve korkunç diktatörlerinden biri olan Pol Pot ve yaptığı katliamdan bahsetmeden geçemeyeceğim.

Kamboçya iç savaşından sonra başa gelen Pol Pot, asıl adı ile Saloth Sari, Kızıl Khmerler adlı komünist gerilla teşkilatının kurucusu. Sözde tarım sosyalizmi üzerine kurulu bir devlet kurmak amacı ile yola çıkan ancak, işçi sınıfına muhalif oldukları iddiasıyla eğitimli kesime yapılan büyük katliamlara imza attı. Kızıl Khmerler rejimi döneminde, özellikle entelektüeller ve profesyoneller, önceki hükümetle ve yabancı hükümetlerle ilişkisi olan herkes tutuklanmış ve infaz edilmiş.


1963 yılında Kızıl Khmerler örgütünü kuran Pol Pot, 1975’te askeri idareyi devirerek başbakan olur ve hikâye böyle başlar. Başbakan olmasına rağmen tüm gücü elinde bulunduran Pol Pot, sözde ülkesinin dışa bağımlılığını bitirip, Kamboçya’yı tarım ülkesi yapmak istiyordu. Bu nedenle insanları şehirden köylere sürüp tarlalarda çalışmaya mecbur tuttu. Ülkesinden kapitalizmin izlerini silmeyi takıntı haline getirdiğinden katliamlara başladı. Özellikle eğitim sistemine kafayı takan Pol Pot, “kapitalist eğitim sistemini” yok etmek amacıyla öğretmenleri toplayıp kurşundan geçirdi. Şüphesiz tarihte pek çok katliam, soykırım yaşanmıştır; ancak hiçbirinin sebebi bir insanın dış görünüşünden kaynaklanmamıştır sanırım. Ruh hastası olan diktatör, sadece eğitimcileri değil, sırf insanları gözlük ve saat kullandıkları için öldürtmüş. Nedeni ise çok trajik. Ona göre gözlük ve saat takanlar kapitalist sistemin esiriydi. Gözlük, saat, kalem, ıslık gibi saçma sapan bahanelerle milyonlarca insanın kanına girdi Pol Pot. Yaklaşık 1 buçuk milyon insanı bu sebeplerden dolayı öldürmüş, ülkede terör estirmiş.


Tuol Sleng Soykırım Müzesi

Kurşun israfı olmasın diye insanları kesici aletler ile katledip, ileride intikam peşine düşmesin diye bebeklerin başına odun vurarak öldürtmüş. Öldürülen milyonlarca insan, bugün “Ölüm Tarlaları” adı verilen tarlalara gömülmüş. Kamboçya’nın başkenti olan Phnom Penh’in 15 km uzağında bulunan Ölüm Tarlaları ve burada bulunan Tuol Sleng Soykırım Müzesi bu katliamı daha yakından anlamak ve hissetmek için çok önemli bir yer ve milyonlarca turist tarafından ziyaret ediliyor. Ben de dünya üzerinde yapılan tüm soykırım ve katliamlara lanet ederek gezdiğim ölüm tarlalarının ardından Soykırım Müzesi’ni içim acıyarak dolaşıyorum. Yine burada bulunan eski bir lise binası, Pol Pot yönetimi tarafından bir işkence merkezi haline getirilmiş. En meşhur işkence yöntemleri, vücudun arkasına derin bir yara açmak ve üzerine tuz basmakmış! Yaklaşık 17.000 kişi burada hapsedilmiş, bunlardan yalnızca 12 tanesi sağ kalmayı başarabilmiş. Auschwitz toplama kampı ile yakın tutulan bu kampta dünya tarihinde görülmemiş bir katliam yapılmış. Bu binayı da insan olduğumdan utanarak geziyorum.

Ölüm Tarlaları
Ölüm Tarlaları terimi rejimden kaçmayı başaran gazeteci Dith Pran tarafından ortaya atılmış ve filmlere konu olmuş. 1975 yılında toplam 8 milyon nüfusu olan Kamboçya’da; Kızıl Khmer cinayetleri, açlık ve hastalık gibi nedenler dahil, yaklaşık 2,5 milyon insanın hayatını kaybettiği düşünülüyor. 1979 yılında Vietnam’ın ülkeyi işgali ile Kızıl Khmerler devrilmiş ve böylece soykırım sona ermiş.  Ülkeden kaçan diktatör 15 Nisan 1998 yılında, ev hapsinde yaşadığı Tayland’da evinde ölmüş. Her ne kadar intihar ettiği yönünde dedikodular olsa da böyle bir katilin savaş suçlusu olarak yargılanıp cezalandırılmadan yıllarca yaşaması bana çok adaletsizce geliyor…


Angkor Wat

Dünyanın en büyük tapınağı: Angkor Wat
Angkor; Khmerce şehir, Wat da tapınak demek. Şehir Tapınak ya da tapınak şehir de denebilir. Siem Reap şehrinin 5,5 km kuzeyinde yer alan, 30 yıl süren yapımında yüz binlerce insanın çalıştığı ve tam olarak hiçbir zaman tamamlanamayan, ormanlar arasında unutulmuş gerçeküstü bir yapı olan Angkor Wat, 2007 yılında yapılan araştırmalara göre sanayileşme dönemi öncesinde dünyada kurulan en büyük şehir ve tam bir mühendislik harikası. Tonlarca ağırlığa sahip olan tapınak, bir gölün içine, kum taşı bir zemin üzerine kurulmuş. Khmer halkının yontma işçiliği ve inşa sanatının izlerini taşıyor. Güçlü Khmer Krallığının başkenti ve gücünün simgesi olan Angkor Wat, yalnızca büyüklük olarak değil, aynı zamanda su üzerine inşa edilmesi bakımından da şimdiye kadar gerçekleştirilen en çarpıcı mühendislik projelerinden biri. Angkor Wat’ı çevreleyen ve uzaydan görülebilecek kadar büyük, içi su dolu devasa bir hendek antik yapının çevresini sarıyor. İnanılmaz mühendislik becerisiyle toplanan nehir ve yağmur suyu, nüfusu 1 milyona yaklaşan dönemin en büyük endüstriyel şehrinin susuzluğunu gidermek, ayrıca bu sistem Khmer’de para yerine geçen pirinci sulamak için de kullanılıyormuş. Tapınak, eşsiz mimarisi, dönemin çok ilerisinde uygulanan mühendislik teknikleri ve sanatsal açılardan, Mısır Piramitleri ve Tac Mahal gibi eserlerle aynı kategoride anılıyor

Günümüzde milyonlarca turist, gün doğumu ya da gün batımını izlemek için bu tapınağa geliyor. Bizim ziyaret saatlerimiz maalesef gün doğumundan sonraya denk geldi. Seyahat ettiğimiz grup ile birlikte tapınağa giriş yaptıktan kısa bir süre sonra eşim fotoğraf çekebilmek içi bizlerden ayrıldı. Tapınağın girişinde gelinler ve düğün alayını görünce ben de kendimi fotoğraf çektirmeye kaptırınca bir anda grubumu kaybettim. Yani bu mistik tapınakta bir anda tek başıma kaldım. Üstelik o yıllarda telefonlar yeterince çekmiyordu ve kimseye ulaşmam mümkün olmadı. Ben de tapınağı tek başıma gezmeye karar verdim. Burayı gezmek için en az 5-6 saat ayırmak gerekiyor.


Angkor Wat, 12. Yüzyılda, o zamanki kral 2. Suryavarman’ın inancından ötürü bir Hindu tapınağı olarak inşa edilmiş, daha sonra Budist tapınağına çevrilmiş. Tapınağın dışında olan duvarlarda ünlü Hint destanları Ramayana’dan alıntılar ve kişiler tasvir edilmiş. İki küçük, bir büyük kubbesi olan Angkor Wat’ın büyük kubbesi 65 metre yüksekliğinde ve Hint mitolojisinde adı geçen ve tanrıların yaşadığı mekân olarak kabul edilen Meru dağını simgeliyor. Kuleler lotus çiçeğine benzetilmiş. Hinduizm’de bu çiçeğin ayrı bir yeri vardır; temizliği, saflığı simgeler. Tapınağın etrafı hendek ve duvarlarla çevrili. Dev tapınakta kemerler, lotus çiçeğini andıran kuleler, teraslar, asma katlar bulunuyor. Tüm şehri gezmeye yetecek vaktim olmadığı için, en önemli olan belirlediğim Cüzzamlı Kral Terası, Filler Terası gibi belli başlı yerleri gezmeyi hedefliyorum. Zaman zaman tapınağı gezen Japon turist gruplarına karışıp rehberlerinin anlattıklarına kulak misafiri oluyorum, zaman zaman elimdeki notları okuyarak tapınağı dolaşıyorum.

39 ayrı tapınaktan oluşan ve 400 kilometrekarelik bir alana yayılan bu dev yapıyı gezmek kolay değil, arada fotoğraf molaları ve dinlenme molaları veriyorum. Benim gibi yorulan Budist rahipler, sevimli Kamboçyalı güler yüzlü çocuklar ile sohbet edemesek de fotoğraf makinama poz vermeye ikna edebiliyorum onları.


Khmer İmparatorluğu’nun 1431 yılında yıkılmasından sonra tapınağın bir kısmı kullanılmaya devam edilmiş, bir kısmı ise doğaya yenik düşmüş ve ağaçlar tarafından sarılmış. Daha sonra krallığın başkenti Phnom Penh’e taşınınca, tapınak tamamen terk edilmiş. Zamanın krallarının neden modern Phnom Penh’e yerleşmeyi tercih ettikleri bilinmiyor. Varsayımlara göre, 13. yüzyılda komşu ülke Siyam Krallığından gelen saldırıların artması ve buna karşı koyamayan krallığın şimdiki başkent Phnom Penh’e taşındığı yönünde. Ancak halen bunun bir gizem olduğu ve tarihçilerin kafasını kurcaladığı yolunda söylemler var. Her terk edilen tarihî kent gibi, burası için de çeşitli efsaneler üretmek insanların hoşuna gidiyor. Terk edilen tapınak orman tarafından sarılıp sarmalanmış. Ta ki, 1858 yılında Fransız doğa bilimci Henri Mouhot tarafından keşfedilene kadar. Tapınağın üzerini kaplayan toprak ve otlar ancak 20. yüzyılda temizlenmiş ve günümüze dek iyi bir koruma altında ulaşabilmiş. 1992 yılında da UNESCO Dünya Kültür Mirası Listesi’ne girmiş ve turistlerin ilgi odağı haline gelmiş. Tabi burada çekimi yapılan ve Angelina Jolie’nin rol aldığı filmin katkısını da unutmamak lazım.

Artık gezimi tamamlayıp tapınağın giriş kapısına doğru geri dönüyorum. Buluşma yerine ulaşıp grubu beklemeye başlıyorum. Buluşma saati geçip kimse gelmeyince ilk defa hafiften endişelenmeye başlıyorum; Kamboçya gibi bir ülkede çekmeyen bir telefon ile tek başına kalmak fikri çok iç açıcı gelmiyor. Üstelik ülkeye henüz o gün gelmişiz ve yerel para temin etme şansımız da olmamış! Zaman uzadıkça endişem artmaya başlasa da uzaktan eşimi telefonla bana ulaşmaya çalışırken görünce rahat bir tebessüm yüzüme yayılıyor ve bu macerada gezi anılarım arasında yerini alıyor.