Flores, Guatemala’nın Peten bölgesinin başkenti. Peten Gölü çevresinde yer alan ve kısa bir geçit ile anakaraya bağlanan bu küçük şehir, Arnavut kaldırımlı sokakları, Kolonyal döneme ait rengârenk evleri ve dar sokakları ile hiç beklemediğim kadar huzurlu ve güzel. Evler genelde bir iki katlı, kırmızı çatılı ve İspanyol tarzı Kolonyal binalardan oluşuyor. Portakal turuncusu, Parlament mavisi, bayrak kırmızısı gibi zengin ve canlı renklerden oluşan bu evler, İspanyol mimarisi ile birleşince kartpostal gibi bir görüntü çıkmış ortaya. Flores, genelde Tikal antik kentini gezmek isteyen sırt çantalı gezginlerin konaklamak için uğrak noktası olduğundan, yerel halk bu sayede iyi bir geçim kaynağı elde etmiş. Her ne kadar Guatemala tehlikeli bir ülke olarak tanınsa da ülkenin kuzeyinde bulunan bu şehir, oldukça güvenli bir bölgede yer alıyor. Çiçek anlamına gelen ‘Flores’, şehir olarak adını özgürlük savaşçısı Cirilo Flores’in soyadından almış. Otelimiz Peten Gölü manzaralı, ahşap görünümlü, renkli boyanmış balkonları ile tipik bir Flores binası.

Tikal Antik Şehri
İlk durağımız, Mayaların ihtişamlı tapınaklarının bulunduğu, Tikal Antik Şehri. 576 kilometrekarelik Tikal Ulusal Parkı, yağmur ormanlarının göbeğinde bulunan en önemli Maya şehirlerinden biri. Olağanüstü bitki çeşitliliği ile bir Biyosfer rezervi olup, 1990 yılında Dünya Biyosfer Rezervi unvanını almış. ‘Guatemala’ eski Maya dilinde ‘Bol ağacın bulunduğu yer’ anlamına geliyormuş. Muazzam güzellikte ve el değmemiş yoğun bir ormanın içinde kalan ihtişamlı antik kentin kalıntılarını görebilmek için, öncelikle bu ormanı geçmek gerekiyor. Parkın içine özel araçların girmesi yasak, bizi götürecek araç büyük bir kasası olan, eski bir kamyon. Bütün yolcularını kasasına aldıktan sonra, hoplaya zıplaya ilerlemeye başlıyoruz. Kimsenin beklemediği tarzda gerçekleşen bu neşeli yolculuk, keyifle geçecek bir günün habercisi gibi. Yağmur ormanlarının sık bitki örtüsü altında yıllarca gizli kalan Tikal Antik Kenti, 1848 yılında yapılmaya başlanan kazılarla tekrar gün yüzüne çıkmaya başlamış ve 1931 yılında Ulusal Anıt ilan edilmiş. Ancak şehrin halen büyük bir kısmı ağaçların ve toprağın altında yatmaya devam ediyor. Daha uzun yıllar süreceği düşünülen kazı çalışmalarında; tapınak, saray, adak platformu, top oyun alanı, yol gibi toplam 3.000 civarında nokta ortaya çıkartılmış. Bunların, toplamın ancak %30’u olduğu tahmin ediliyor. Tikal tarihinin, M.Ö. 900-600 yıllarına kadar uzandığı biliniyor. Gün yüzüne çıkan alanların en başında ‘Plaza Mayor’ yani ‘Büyük Meydan’ geliyor. Meydanda 1 numaralı (‘Büyük Jaguar Tapınağı’) ve 2 numaralı tapınaklar karşı karşıya.



M.S. 700 civarında yapıldığı tahmin edilen piramidin yüksekliği 45 metreye kadar çıkıyor. Piramit üst üste yerleştirilmiş 9 platformdan oluşuyor. 2 numaralı tapınak ise üzerindeki süslemelerden dolayı ‘Maskeler Tapınağı’ adını almış. Günümüzde yüksekliği 38 metre olan piramidin, orijinalde 42 metre olduğu tahmin ediliyor. Taş işçiliği, astronomik hesaplamalar, piramitlerin yapılışındaki düzen, mimari, diğer Maya kentlerinde olduğu gibi inanılmaz. Maya hiyeroglif yazısı ve takvim sistemi burada da ortaya çıkmış.

Büyük meydanda kısa bir yürüyüşten sonra, 3 numaralı ‘Jaguar Rahipleri Tapınağı’na doğru ilerliyoruz. M.S. 810 yılında yapılan tapınağın yüksekliği 55 metre. Jaguar, Maya kültüründe önemli bir yere sahip; yaşayanlarla ölüler arasında iletişimi kolaylaştırdığına ve kraliyet ailesini koruduğuna inanıyorlar. Bu nedenle pek çok yerde jaguar figürüne rastlamak mümkün. Jaguar ruhunun, tapınakları ve gizemli alt dünyalarını koruduğuna inandıkları için bu antik kentteki en yüksek yapılardan biri ‘Jaguar Piramidi’ olarak adlandırılmış. Maya sembolü olan jaguar, insanı kötü düşüncelerden koruduğu gibi şamanların güçlerini yükseltmek için de kullanılıyor.

İkiz piramitleri geçip, yolumuza devam ediyoruz ve antik kentin en önemli yapılarından biri olan 4 numaralı tapınağa ulaşıyoruz. Yüksekliği 64 metreye ulaşan bu piramit, Orta Amerika’nın en yüksek piramidi. Devasa ağaçlar, eski piramitlerin üzerini sarmışlar. Seyrettiğim güzel manzara, bana bir yerlerden tanıdık geliyor, meğer “Yıldız Savaşları 4” filminin bir sahnesi tam da bu noktadan çekilmiş.


Bir süredir aldırmamaya çalıştığımız yağmur, yavaşlamak yerine hız kazanıyor. Ne yağmurluk fayda ediyor ne pançolar, yağmur Ormanları bugün isminin hakkını tam anlamı ile veriyor. Yaklaşık 4-5 saattir gezdiğimiz, Tikal antik kenti gezisini noktalamak zorundayız. Restoran olarak ayrılmış yerde, damı sazlar ile kapatılmış dört tarafı açık bir alanda toplanıp, yağmurun biraz yavaşlamasını bekliyoruz ama nafile, sanki bize inat daha da hızlanıyor. Geri dönüş aracımızın yani kamyonumuzun yanına geldiğimizde, bizden başka bekleyen gruplar olduğunu görüyorum. Teker teker kamyon kasasına binip, neredeyse kol kola, omuz omuza saf tutup yolculuğa başlıyoruz. Araçta, yağmurdan korunmak için üzerimizi örtmeye yarayan bir branda var, ama hepimize yetmesi mümkün değil. Benim gibi eğlenmeyi seçenlerle beraber, brandayı korunmak isteyenlere bırakıp, kasanın açık olan bölümünde güle oynaya bu değişik yolculuğun tadını çıkarıyoruz. Kollarımın artık beni taşımayacağını düşündüğüm bir anda, kamyon aniden duruyor ve teker teker inmeye başlıyoruz. Kamyondan indikten sonra, bizi otelimize götürecek aracımıza binip, bu ıslak yolculuğu otelimizde sonlandırıyoruz. Nihayet güzel bir duş alıp, kuru kıyafetlerimize kavuştuktan sonra, Peten Gölü’nde tekne turuna çıkıyoruz.

Peten Gölü
Peten Gölü, Guatemala’nın İzabal Gölü’nden sonra ikinci büyük gölü. Çevresinde, geniş Maya yerleşim merkezleri bulunuyor. Yağmur durmuş, güneş açmış ve çarşaf gibi kıpırtısız bir göl bizi karşılıyor. Kendisinin gerçek bir Maya olduğunu söyleyen yerel rehberimiz eşliğinde, yavaş yavaş gölün içlerine doğru açılıyoruz. Gölün etrafı modern kasabalarla çevrilmiş, şehrin içinde olduğu gibi göl kenarındaki evler de rengârenk boyanmış. 2-3 saat süren tekne gezimiz sırasında, zaman zaman karaya çıkıp küçük yürüyüşler yapma şansımız oluyor.



1526-1528 yıllarında Francisco de Montejo’nun, İspanya Krallığı’nın temsilcisi olarak bu topraklara gelmesi, Maya topraklarının resmî işgalinin başlangıcı olur. İspanyolların Güney Amerika kıtasına gelişiyle beraber, İnka, Maya ve Aztek uygarlıklarının işgali başlar. İspanyollar geldiğinde Mayalar, bilinmeyen sebeplerden dolayı zaten çöküş dönemindedirler; ancak yine de İspanyollara karşı direnirler. Bu direnişin karşılığı acımasızca olur ve yüzbinlerce yerli halk soykırıma maruz kalır. İspanyolların kıtaya gelmesi ile beraber, bu kıtada daha önce hiç görülmeyen bulaşıcı hastalıklar Mayalar arasında yayılmaya başlar, Orta Amerika’nın nüfusunun önemli bir kısmı kızamık ve grip hastalıklarının yayılması ile yok olur. 1720 yılında ise, İspanya Krallığı, Maya halkını Hıristiyanlaşmaya zorlasa da Mayalar dinlerini korumak için oldukça uğraşmışlar. Bugünün Mayaları, Katoliklik ile Mayaların eski geleneklerinin harmanlandığı bir dine mensuplar ve Şamanik imgeler halen göze çarpıyor. Orta Asya’dan göçtüğü düşünülen Güney Amerika halklarında, halen Şamanizm’in izleri dikkat çekici. İspanyollar Maya dilini tanımasalar da, bugün Guatemala’nın resmi dili İspanyolca olsa da, yerel halkın %60’ı halen Maya dilini kullanıyor. Mayaların çoğunluğu bugün tarım ile uğraşıyor ve ataları gibi mısır, fasulye yetiştiriyor.



Teknemiz bir süre sonra, küçük bir kara parçasından oluşan minik bir adacığa yanaşıyor. Adada, sazdan damları olan küçük evlerin bulunduğu bir mahallede gezmeye başlıyoruz. Aylardan henüz kasım olmasına rağmen, evlerde Noel süslemeleri çoktan yapılmış bile. Küçücük bahçeleri, çiçekler ve yeşilliklerle dolu olan evler, hafif kapalı olan havada Noel ışıkları altında masal evlerini andırıyor. Yürüdüğümüz toprak yolun üzerinde, ışıl ışıl süslenmiş minicik bir evin yanından geçerken, saçları tamamen beyazlamış, hafif kamburu çıkmış yaşlı bir Maya teyzesinin evinde Noel ağacının yanında, elinde içkisi ile bakışlarının uzaklara dalmış olduğunu görüyorum. Daha sonra, tekrar teknemize binip göldeki gezimize devam ediyoruz. Doğayı izlerken, tropik iklimler de yaşayan egzotik bir tür kertenkele olan iguananın, yüksek bir ağacın tepesine tünemiş olduğunu fark ediyoruz. Gölün ortasında, çatısı sazlarla örtülmüş dört tarafı açık bir kafede küçük bir mola veriyoruz ve Hindistan cevizi sütünden yapılmış değişik bir içecek eşliğinde, manzaranın tadını çıkarıyoruz. Gün hafiften batmaya başlamış, gökyüzü harika renklere boyanmış. Bu güzel ve keyifli molanın ardından tekrar teknemize biniyoruz ve hava kararırken otelimizin bulunduğu iskeleye yaklaşıyoruz. Kıyıya yanaşırken, şehrin manzarasının gölden çok daha güzel göründüğünü fark ediyorum. Hava alacakaranlık, şehrin ışıkları teker teker yanmaya başlamış, akşam üzeri sessizliği yerini henüz akşam yemeği telaşına bırakmamış, keyifli bir geceyi müjdeliyor gibi.