“Dünyanın mutlak ve gizli hakikati dünyayı bizim şekillendirdiğimiz ve kolaylıkla farklı şekillendirebileceğimizdir.” – David Graeber

Geçtiğimiz Şubat ayında İngiliz gazeteci Adam Curtis “Can’t Get You Out Of My Head: An Emotional History of the Modern World” isimli belgeselini yayınladı. Altı parçadan oluşan ve sekiz saat uzunluğunda olan bu belgesel Çin Komünist Partisi’nden Kara Panterlere, Karmaşıklık Teorisi’nden Brexit’e, Tupac Shakur’dan Vladimir Putin’e kadar geniş bir yelpazeyi konu alıyor. Fakat özünde bu belgesel, Adam Curtis’in geçmişteki belgeselleri gibi, modern dünyamız hakkında.

Sonu facia ile biten “büyük hikâyeler”
Adam Curtis’e göre, 20. yüzyılın ilk yarısında gerçekleşen toplumsal deneyler sonucunda yaşanan felaketler bizi derinden yaralamıştır. Bu yaşanan felaketler sonrasında “büyük hikâyelere” inancımız kalmamıştır. Örneğin Nazi Almanya’sını ele alalım. Adolf Hitler’in yarattığı tam anlamıyla büyük bir hikâyeydi; ulusal egemenlik, Bin Yıllık İmparatorluk, üstün ırk, katledilmesi gereken bir “öteki”, Hristiyan simgeler, antik semboller ve daha fazlası bu büyük hikâyenin parçalarıydı. İnsanların benliklerinin tamamını adadıkları bu büyük hikâyenin sonucu II. Dünya Savaşı ve Holokost oldu.

20. yüzyıl içinde sonu facia ile biten tek büyük hikâye bu değildi. Çeşitli ideallerle başlayan Çin ve Rus komünist devletleri de milyonların ölümüyle sonuçlandı. Bu deneyimlerin sonunda büyük toplumsal hareketlere çok ciddi bir şüpheyle yaklaşmaya başladık. Devletin güçlenmesini, faşizme veya diktatörlüğe doğru ilerlemek olarak görmeye başladık. Örneğin 1980’lerin başlarında hız kazanan neoliberalizm akımı, insanların benliklerini koruyabilmesi ve özgür kalması için ekonominin serbestleşmesi, devlet yapılarının da özelleştirilmesi gerektiğini savunarak yayıldı.



20. yüzyılın başarısız devrimleri
“Büyük hikâyeler”in sonunu getiren deneyimlerin öteki ekseninde ise 20. yüzyılın “başarısız devrimleri” vardı. 1968 protestoları, 1984-85 İngiliz Madenciler Grevi, 1989 Tiananmen Meydanı Protestoları, özünde demokrasi, eşitlik ve özgürlük talep eden toplumsal hareketlerdi. Fakat bu devrimlerin başarısızlığıyla beraber insanların güçlü sistemler karşısında dünyayı değiştirebileceklerine dair inançları tamamen yıkıldı.


Chai Ling


Adam Curtis’in, belgeselinde incelediği figürlerden Chai Ling, bu değişimin çok güzel bir özeti. Çin’de Tiananmen protestoları sırasında liderlik eden psikoloji öğrencisi Chai Ling, devletin kanlı saldırıları sonucu devriminin başarısız olacağını, kolektif eylemlerin ülkesini değiştiremeyeceğini anlar. Televizyonda hıçkıra hıçkıra ağlayarak verdiği bir röportajda şunları der: “Bazı kavgalar başarısız olmaya mahkûmdur, bunun da böyle olacağını biliyordum. Artık dayanamıyorum ve söylemek istiyorum, Çinliler, siz benim çabama değmiyorsunuz, kendimi feda etmeme değmiyorsunuz. Protestolara devam etmeyeceğim, bu devletin beni yok etmesine izin vermeyeceğim, yaşamak istiyorum.”

Kısacası, 20. yüzyılın sonuna vardığımızda toplumumuzda iki ciddi değişim yaşamış olduk. Öncelikle din ve ulus gibi “büyük hikâyelere” inancımız yıkıldı, böylece de hayatımıza anlam katacak, benliğimizi adayabileceğimiz çerçevelerden yoksun kaldık. Donald Trump gibi son yılların popülist figürleri, milliyetçilik ve ırkçılık üzerinden bu çerçeveyi geri getireceklerine dair verdikleri vaatlerden dolayı cazibeli geldi.

İkinci değişim ise dünyanın değişmez bir yer olduğuna, devasa ve durdurulamaz güçler tarafından işleyen bir dünyada yaşadığımıza dair inancımızın ortaya çıkması oldu. Bu iki değişim de ruhsallığımıza çok büyük bir darbe vurdu.

Büyük hikâyelerin yok olduğu ve değiştirilemez bir dünyada hala özgür olduğumuz tek bir alan kalmıştır: benliğimiz.

1970’lerden sonraki dönemden başlayarak, birey, topluma değil kendine yönelmeye başlar. Chai Ling’in dediği gibi, belli ki toplumu değiştirmem imkânsız, kendimi dünyayı değiştirmeye adamak da buna değmez, o zaman en iyisi tek odağım kendim olayım. Adam Curtis bu döneme “Benliğin Yüzyılı”, Christopher Lasch ise “Narsisizm Kültürü” demiştir.

“Tek kişilik birlik”
Bu yeni çağa ait birey apolitiktir çünkü politik projeleri, ya umutsuz vaka ya da sığ bir şov olarak görür. Radikal bir şekilde bireyseldir, kendi dışındaki herkesi rakip olarak görür. Adam Curtis’in belgeselindeki en çarpıcı figür Mao Zedong’un eşi Jiang Qing buna çok iyi bir örnektir.


Jiang Qing

Çin’in komünist devrimi sırasında her devrimci askeri, işçi, eğitimci, vs. bir birliğin parçası olmak zorundadır. Fakat, Jiang Qing’e bir birliğin parçası olması gerektiği söylendiğinde “Ben tek kişilik bir birliğim” demiştir. “Tek kişilik birlik” günümüzün hiper-bireyselliğinin mükemmel bir tanımıdır.

Narsisizm Kültürü’ne ait birey, narsistik derecede kendiyle meşguldür, tüm gücüyle kendi mutluluğunu kovalar. Bu kovalamacada çabuk hazlar talep eder, sonucunda da kendini huzursuz, asla tatmin olmayan arzular içinde ve sürekli bir kaygı halinde bulur. Kendine dair bu güvensizliği sadece başkalarının ilgisiyle veya benliğinin güç, para veya ün saçan insanlara parazit gibi yapışmasıyla yatışabilir. Dünya onun için kendi yansımalarını izleyebileceği bir aynadan başka bir şey değildir. Fakat aynı zamanda duygusal olarak bir başkasına bağımlı olmaktan korkması ve dış dünyaya düşmanca yaklaşımı ilişkilerini sığ ve boş yapar. Geçmiş ile bağları zayıflamıştır, tarihsel zamana dayalı kökleri çürümüştür. Umut dolu bir gelecek algısı yoktur, bu sebeple gelecek umurunda değildir. Hem gelecekten hem de geçmişten yoksun bir insan için geriye kalan tek seçenek şimdiye ve kendine aşırı odaklanmaktır.

Mark Fisher’a göre aşırı bireyselleşmiş bir toplumda yaşanan problemlerin yükü topluma değil bireye yüklenir. Bu döneme hâkim düşünce “Depresyondasın çünkü beyin kimyan bozuk” ve “Çevre kirliliği var çünkü plastik pipet kullanıyorsun” düşüncesidir. Sorunların sorumlusu toplum veya sistem olamaz, mutlaka hata bireyde olmalıdır. Bu düşünce insanı muazzam bir kaygı ve çaresizlik içine sokar. Bu kadar kaygılı, çaresiz, bireyselleşmiş ve yalnız olduğumuz bir dünyada her yeni krizi çok sert yaşarız. Örneğin, zaten ruhen kırılmaya çok yakın bu çağa Covid gibi bir etken girdiğinde dünyadaki eşitsizliği büyük bir şiddetle deneyimleriz.



Yeni ve Farklı bir dünya hayal edebilmek
Günümüzün kriz halinde yaşadığımız kaygılarını ancak iki şekilde yatıştırabiliriz. Birincisi, benliğimizi Donald Trump gibi figürlerin din, ırk ve milliyetçilik üzerinden canlandırdığı eskinin çerçevelerine adayabiliriz. Fakat bu, anne karnının güvenliğine dönme arzusu gibi imkânsızdır, çünkü ok yaydan çıkmıştır ve bu arzu ancak faşizmle sonuçlanabilir. Benliğin yok olmasıyla sonuçlanan bu dünyada özgürlük de kalmaz haysiyet de.

İkinci seçenekte de korku ve şüphe dolu çemberimizden çıkmadığımız, “tek kişilik birlikler” olmaya devam ettiğimiz histerik, narsistik bir dünyada yaşayabiliriz. Ne yazık ki bu da yaşanan toplumsal problemlere karşı başımızı kuma gömmekten, olduğumuz yerde saplanıp kalmaktan başka bir şey değildir.

Adam Curtis, belgeselinin sonunda üçüncü bir seçenek sunuyor: tamamen yeni, daha önce hiç var olmamış bir gelecek hayal etmek. Bunu gerçekleştirmek için kaygılarımız ve çaresizliğimiz karşısında kolektif anlamda özgüvenimizi tekrar kazanmamız lazım.

Ben, insanlık olarak düşündüğümüzden daha kuvvetli olduğumuza inanıyorum. Eğer tekrar kendimize ve toplumumuza güvenirsek kendi geleceğimizi şekillendirme gücünü bulabileceğimize inanıyorum. Yazımın en başında aktardığım David Graeber’ın sözüne geri dönmek istiyorum: “Dünyanın mutlak ve gizli hakikati dünyayı bizim şekillendirdiğimiz ve kolaylıkla farklı şekillendirebileceğimizdir.”

Kendi geleceğimizi şekillendirmemizin ilk adımı yeni ve farklı bir dünya hayal edebilmektir.