Asırlar boyunca insanın evrende özel bir konumu vardı. İnsan olmak bir ayrıcalıktı, insan olmak demek doğadaki diğer her şeyden farklı, hatta üstün olmak demekti. Bu düşünceyi “insan istisnacılığı”, yani insan türünün sıra dışı ve olağanüstü olduğu algısı olarak tanımlayabiliriz. Bu özel konumu sağlayan şey Tanrı’ydı, çünkü dinin öğretilerinde insan Tanrı’nın suretinde yaratılmıştı. Yaratılış Kitabında Tanrı insanlara şöyle emreder: “Yeryüzünü doldurun ve denetiminize alın; denizdeki balıklara, gökteki kuşlara, yeryüzünde yaşayan bütün canlılara egemen olun.”
Dinde insanın doğası veya özü de çok önemli bir rol oynar, örneğin Hristiyanlığın inancına göre İsa insan özüne sahiptir. 15. yüzyılda yaşamış İtalyan filozof Pico della Mirandola dinin insana bakışını şöyle özetler: “Tüm diğer canlıların doğası Tanrı’nın yazdığı yasalar ile tanımlanmış ve kısıtlanmıştır. Buna karşın insan böyle kısıtlamalarla engellenmemiştir, kendi özgür iradesiyle kendi doğasının sınırlarını çizebilir. İnsan dünyanın merkezindedir.”
Rönesans dönemine geçiş ile beraber insan olmanın tanımı ve önemi yavaş yavaş şekil değiştirir. Dünyanın merkezine “toplumsal insan” geçmeye başlamıştır. Artık insan, toplumu yaratabildiği için doğadaki diğer her şeyden daha üstündür. Dinin önemi ise hala devam etmektedir, toplumda dinin kuralları temel alınır, toplumsal insanın amacı kendi toplumunda tanrısal ve erdemli olmaktır. Fakat Tanrı’nın önemi Aydınlanma Çağında kaybolmaya başlar. Artık insanı tanımlarken liberal hümanizm ve sosyal sözleşme gibi felsefeler temel alınmaktadır. Liberalizme göre insanlar özgür doğar, çeşitli haklara sahiptirler ve eşittirler. İnsan medeniyetin sağladığı faydalardan yararlanabilmek için kendi çıkarlarından vazgeçmelidir. Yani toplum dediğimiz yapı doğal veya kutsal değildir, insanın mantığı ve yargısıyla oluşmuştur.
“İnsan istisnacılığı” Aydınlanma Çağında da devam eder, fakat temeli dine değil mantığa bağlıdır. İnsan özgür ve rasyonel olduğu için kendi yönetiminden sorumludur. İnsanın doğadan üstünlüğü ona seçme ve seçilme hakkı verir, hukuksal birtakım haklar sağlar. Modern anlamda demokrasi, hukuk ve eğitim Aydınlanma Çağının insan tanımı ile başlar. Fakat burada tabii ki çok önemli bir gerçeği de unutmamak gerekir. Liberalizm, hümanizm, demokrasi gibi olguların çıktığı Batı dünyasında bu dönemde toplumun sağladığı faydalardan yararlanabilen bir insan ya da birey sayılmak için belli bir yaşın üstünde, toprak sahibi, “beyaz” ırktan, erkek ve Hristiyan olmak gerekiyordu. Bu kriterlere sahip olmayanlar hümanist çerçevede insan ya da birey olarak görülmüyordu ve insan olmanın getirdiği haklardan da yararlanamıyordu. Bu eşitsizlik 20. yüzyılın ortalarına kadar devam etti, örneğin Amerika’da siyah vatandaşların aynı haklara sahip olabilmesi ya da dünya çapında kadınların seçme ve seçilme hakkı ancak protestolarla gerçekleşebildi. Aydınlanma Çağının ideallerinden bahsederken bu ideallerin oldukça dışlayıcı olduğunu, sadece çok keskin kriterlere uyanlar için olduğunu da hatırlamak gerekir.
Hümanizmi kısaca şöyle özetleyebiliriz: insan sıra dışıdır, doğanın güçlerini aşabilir çünkü irade özgürlüğü vardır ve geçmişini bilir. Böylece hem birey olarak hem de toplumsal olarak kendini gerçekleştirebilir. Yazımın başında da dediğim gibi insan asırlar boyunca insanın olağanüstülüğüne inandı. Ta ki Nietzsche’ye kadar. Friedrich Nietzsche hümanizme karşıdır, ona göre insan dinde dendiği gibi sıra dışı bir gücün ürünü değildir, aynı zamanda Aydınlanma Çağında dendiği gibi ideal bir medeniyet oluşturmaya çalışmanın sonucu da değildir. Nietzsche’ye göre Yahudilikten liberalizme kadarki insan tanımının yaptığı tek şey insanlığa çeşitli kurallar dayatmak ve onu hapsetmek olmuştur. Nietzsche için insanın amacı insan istisnacılığının yarattığı tanımlardan ve kurallardan kopup “Üstinsan” mertebesine ulaşmak olmalıdır. Bu bağlamda Nietzsche’yi ilk “post hümanist” olarak tanımlayabiliriz.
Nietzsche’den sonra insan olmanın tanımı giderek karmaşıklaşmaya başlamıştır. 20. yüzyılda yaşamış Fransız filozof Gilles Deleuze insanın belli bir özü olmadığını savunur. Sabit bir özümüz yoktur, bunun yerine tarihsel, yargısal veya arzularla oluşan güçler gibi durmadan devam etmekte olan akışkan süreçler vardır. Ağaçtan masa oyan bir marangoz gibi biz de devamlı kendimizi dünyada şekillendirme sürecindeyizdir. Amerikalı feminist düşünür Donna Haraway “Siborg Manifestosu” isimli makalesinde aynı şekilde sabit bir özümüz olmadığını ve insanın doğadaki öteki şeylerden ayrı olmadığını söyler. Yeni bir “insan” türü olan siborg, sabit bir özü olmamasından ve sınırlarının muğlaklığından zevk alır. Bernard Striegler’e göre kendimizi insan olarak tanımlayabilmemizin sebebi insan olmayan şeylerle ilişkimizdir. Buna belki en temel örnek olarak ilkel aletlerle ilişkimizi düşünebiliriz. İlkel insanlar ilkel aletlerle mağaralara resim çizerler, bu sonrasında kil tabletler üzerine yazı yazmaya dönüşür. İnsanın kendini ve yaşadığı toplumu anlayışı insan dışı olan teknoloji ile beraber gelişir. Yazı sayesinde tarihimizi üretmeye başlarız, din kitapları, ana yasalar, felsefe kitapları yazılır. Yazı ve sanat sayesinde geçmişimizden öğrenebiliriz, evrim geçiririz ve medeniyet olarak gelişiriz. Yani bizi dünyada özel yapan şey bizim özümüzde değil dünyanın kendisindedir ve bizim insan dışı teknolojilerle ilişkimizdedir. İnsan yazıyı üretmemiştir, yazı insanı üretmiştir. Bu bakış açısıyla düşündüğümüzde dünyanın merkezindeki insan değildir, dünyanın kendisidir. Post-hümanist dönüşüm de işte tam olarak buradadır, hümanizmin aksine insanın sabit bir özü olmadığını ve insanın doğadan üstün olmadığını savunur.
Modern çağ öncesi insan olmayı tanımlayan sıra dışılık Tanrı’nın insanlara tanıdığı haklara bağlıydı, Aydınlanma Çağı’yla beraber toplum ve medeniyet olgusuna bağlandı, 20. yüzyılın ilk yarısında ise varoluşçuluk felsefesinde insanın özgürlüğüne, seçim yapabilmesine ve kendine gerçekleştirmesine bağlandı. Fakat bugün kendimizi doğadan ayrı, geçmişi olan, bilinç ve öz sahibi bireyler olarak değil otomatik süreçler ve programlar olarak görmeye başladık. Bu, insanlığın sıra dışı olduğunu savunan hümanizme tamamen terstir. Bugün insanın “istisnalığına” inanmak gittikçe zorlaşıyor. Adam Curtis, Christopher Lasch ve Mark Fisher gibi düşünürlere göre 1970’lerden beri aslında hiç de sıra dışı olmadığımız düşüncesi artmakta. Kendimizi insan gibi değil de bir makine veya hayvan gibi insan-dışı şeyler olarak görüyoruz. 21. yüzyılda devasa, durdurulamaz güçler, sistemler ve süreçlerle ile işleyen bir dünyada yaşıyoruz. Yapay zekâ tarafından her hareketimiz önceden biliniyor, teknoloji sayesinde devamlı gözetim altındayız ve bu sistemlerin yanında o kadar zayıfız ki ne kadar uğraşırsak uğraşalım şartlarımızı değiştiremiyoruz. Yani, yaşantılarımız hümanizmin insan tanımından çok doğal veya mekanik süreçlere benziyor. Bu kadar güçsüz olduğumuz bir dünyada kendimizi özel hissetmemiz gerçekten de çok zor. Özel olduğumuz hissini kaybettiğimiz bir dünyada yaşamanın psikolojik sonuçlarını bir sonraki yazımda inceleyeceğim.