Sigmund Freud’un odağı, kariyerinin en başından beri hafıza olmuştur. 1891 yılında afazi üzerine yazdığı ilk kitabından beri unutmak ve hatırlamak en sevdiği konulardan olmuştur. Yani Freud’un hafızaya ilgisi psikanaliz akımının kuruşundan dahi eskidir. Freud’un seneler içinde dünyaya kattıklarına baktığımızda onun temel meselesinin hatırlamak üzerine olduğunu söyleyebiliriz. Freud, seneler içinde hafızaya nasıl baktığını 1914 yılında yazdığı “Unutmak ve Hatırlamak Üzerine” makalesinde kaleme almıştır.

1880’lerde hocası Joseph Breuer ile çalışırken psikolojik sıkıntının üstesinden gelebilmek için sıkıntının oluştuğu an (örneğin bu çocuklukta travma yaratan bir anı olabilir) inceleniyordu. Hipnoz sayesinde hastanın bu anıları hatırlaması sağlanıyordu. Hastanın, hatırlayarak yeniden canlandırdığı zihinsel süreçleri, duyguları ve düşünceleri hastanın konuşmasıyla boşaltılıyordu. Fakat zaman içinde Freud hipnozdan vazgeçmiştir, bunun yerine hastanın hatırlayamadıklarını serbest çağrışımlarla çıkarmaya çalışmıştır. Psikanaliz kuramının gelişmesiyle beraber yöntem değişse de süreç, kökünde hep aynı kalmıştır: hastanın hatırlanması sağlanır, bilince taşınan içerik konuşularak boşaltılır. Freud’un makalesinde dediği gibi “amaç, hafızadaki boşlukları doldurmaktır”.

 

Unutulanlar yok edilemez, sadece bastırılır
Burada Freud’un temel bir varsayımı vardır. Hafıza tıpkı diğer bilinçdışı içerikler gibi yok edilemezdir. Freud, “Musa ve Tektanrıcılık” kitabında şöyle der, “Unutulanlar yok edilemez, sadece bastırılır; anı-izleri tüm tazeliğiyle oradadır”. Freud’a göre zihnin derinliklerine bastırılan izlenimler “adeta ölümsüzdür, yıllar geçse de sanki daha yeni yaşanmış gibidirler”.

Bu varsayımın tek istinası, erken çocukluk dönemlerinde gerçekleşen deneyimlerdir. Bu deneyimler çocuk tarafından o dönemde anlaşıp yorumlanamadığı için deneyimlerin anıları bilince getirilemez. Bu deneyimler rüyalar ve rüyaların yorumlanması sayesinde anlaşılabilir.

Freud’a göre bastırılanlar bilinçdışında yok olmaktan ziyade tekrar tekrar su yüzüne çıkar. Fakat bilinçdışına bastırılanların su yüzüne çıkması, bastırılan anıların hatırlanması demek değildir. Bastırılanlar geri dönmüştür, ama bilinçdışı tarafından tanınamayacak şekilde çarpıtılmıştır. Birçok zihinsel sürecimiz aslında bastırılanların su yüzüne çıkmış çarpıtılmış türevleridir. Psikolojik semptomlar, düşlemler, fanteziler, dil sürçmeleri, hatta bazı kişilik özellikleri bunlara örnektir. Fakat bastırılanlar sadece zihinsel süreçler değil, eylemler olarak da ortaya çıkabilir. Freud bu durumu şöyle anlatır, “Hastanın unuttuğu ve bastırdığı şeylerin hiçbirini hatırlamadığını, bunları eyleme döktüğünü söyleyebiliriz. Bunu bir anı olarak değil, bir eylem olarak üretir. Tekrarlar, ancak elbette bunu yaptığının farkında değildir”.



“Bilinçdışı, bilince taşınana kadar hayatını yönetir ve sen ona kader dersin”
Tekrar zorlantısı (repetition compuslion) denilen durum, bastırılanların çarpıtılarak ve eyleme dönüşerek çıkmasıyla ilişkilidir. Tekrar zorlantısında birey benzer travmatik durumları veya olayları devamlı tekrar eder. Örneğin kendini sürekli benzer ilişki örüntülerinde bulmak bir tür tekrar zorlantısıdır.

Benzer dinamikler yaşayacağımız insanları çekici buluruz veya kendimize çekeriz, kendimizi benzer durumlar içine sokarız, fark etmeden aynı yıkıcı şekillerde davranırız ve sonunda da tabii ki, aynı hayal kırıklıklarıyla karşılaşırız. Devamlı tekrar eden bir geçmişin içinden çıkamayız.

Bu tekrar, kelimenin tam anlamıyla trajiktir, fark etmeden kendimizi kendi yarattığımız bir labirent içinde buluruz. Geçmiş travma tekrar hayata gelir, şimdiki zamandan beslenir ve bugün yaşananları kendisine köle eder. Freud, bu tekrarı oyuncağını fırlatıp atan, kaybı sonucu ağlayan, oyuncağını geri aldığında ise tekrar fırlatıp, tekrar ağlayan bir bebeğin durumuna benzetir. Psikanaliz de bunu aynı zamanda “kader nevrozu” olarak adlandırır. Nevroz, kişinin temel bir karakter özelliği haline gelmiştir, hiçbir zaman değişmez ve aynı deneyimleri tekrar tekrar yaşatarak kendini ifade eder. Oysaki tüm tekrarın sorumlusu, bilinçdışına bastırarak unuttuğumuzu sandığımız hatıralarımızdır. Freud’un öğrencisi ve meslektaşı Carl Jung, “Bilinçdışı, bilince taşınana kadar hayatını yönetir ve sen ona kader dersin” diyerek tam da bu duruma işaret etmiştir.

Terapist, bastırılanların eylemle tekrarını seans sırasında tüm açıklığıyla görebilir. Freud, “Unutmak ve Hatırlamak Üzerine” makalesinde şöyle anlatır, “Hasta tedavisine bu tür bir tekrarla başlayacaktır. Olaylı bir yaşam öyküsü ve uzun bir hastalık tarihçesi olan bir hastayla, psikanalizin temel kuralını paylaşıp ondan aklına geleni söylemesini istediğinizde, oluk oluk bilgi akmasını beklersiniz. Oysa genelde hastanın ilk başta söyleyecek hiçbir şeyi olmaz. Sessiz kalır ve aklına hiçbir şeyin gelmediğini söyler. Elbette bu, herhangi bir şey hatırlamaya karşı bir direnç olarak, öne çıkan tutumun tekrar edilmesinden ibarettir. Hasta tedavide olduğu müddetçe bu tekrar zorlantısından kaçamaz. Nihayetinde ise, onun bu şekilde hatırladığını anlarız.” Yani, Freud’a göre geçmişin hem seans dışında hem de seans içinde eylemlerle tekrar yaşanması aslında bir tür hatırlamadır. Freud’un dediği gibi hastanın tekrarı, seans içindeki direncinden veya terapiste olan tutumundan anlaşılır. “Hasta unutup bastırdığını hatırlamaz, eyleme döker, tabii ki de tekrarladığının farkında olmadan. Örneğin, hasta, ailesinin otoritesine meydan okuduğunu hatırlamaz, bunun yerine aynı şekilde doktoruna davranır.” Psikanalizde buna aktarım denir, yani hastanın geçmiş ilişki dinamikleri, hasta farkında olmadan terapiste aktarılır. Freud’un işaret etmek istediği aktarımın da bir çeşit tekrar, yani bir çeşit hatırlama olduğudur. Freud’un kelimeleriyle aktarım “tekrarın bir parçasıdır” ve tekrar “unutulmuş bir geçmişin aktarımıdır.”

 

Hastanın bu labirentten çıkabilmesi için…
Freud’un aktarım ve tekrar arasında kurduğu ilişki, aynı zamanda terapide hastanın bu labirentten nasıl çıkabileceğini de gösterir. İlk başta geçmişi bilinçte hatırlamak gerekir, tekrarı fark ederek geçmişin bugünü nasıl etkilediğini anlamak gerekir ve sonunda bu tekrarın ötesine geçebilmek gerekir. Kendimizi bir tekrarın içinde bulduğumuzda, “Ben bu filmin sonunu biliyorum” deyip bugüne kadar tekrar ettiklerimizden farklı bir eylem almayı seçebilmek gerekir. Geçmişin yankıları hissedilir ama tekrarlanması engellenir. Tabii ki, bunu yapabilmek için insanın kendisini ve bilinçdışı süreçlerini çok iyi tanıması şarttır. Psikanalizde danışanın terapiste olan aktarımı üzerine çalışmak aynı zamanda tekrar zorlantısı üzerine çalışmak demektir. Freud’a göre danışanın terapistle olan ilişkisi bu aktarımlar serbestçe konuşulabildiği için geçmişin tekrarlarından kaçabilecek önemli bir ilişkidir. Danışanın seansta aktarım üzerine çalışması terapisti ile geçmiş örüntülerden kopabilmiş, otantik, gerçekçi bir ilişki kurabilmesi demektir. Bunu başarabilen danışan, hayatını trajediye mahkûm eden tekrarlardan artık özgürdür.