“Çocuklar gibiler, evleri yanarken oyuncaklarıyla oynuyorlar.” - Gotama Buda

Psikiyatr Elisabeth Kübler-Ross, dünya çapında ünlü Ölüm ve Ölmek Üzerine kitabında popüler kültürümüze yerleşmiş “Yasın Beş Evresi” modelini kurgulamıştır. Ölüme yaklaşan hastaları inceleyen Kübler-Ross, hastaların ölümlerini kabullenirken beş evreden geçtiğini gözlemlemiştir. Birinci evre inkârdır: hasta aslında hasta falan değildir, öylesi imkânsızdır, kesinlikle ortada bir karışıklık vardır, hasta kendi doğru bildiği gerçeklikte yaşar. Bu gerçeklik sürdürülemeyince geçilen ikinci evre öfkedir: bu başına gelen haksızlıktır, mutlaka bir suçlusu vardır. Üçüncü evrede hasta pazarlığa geçer: eğer bunu atlatırsa daha iyi bir insan olacağına söz verir, eğer pozitif düşünürse hastalığının kendiliğinden geçeceğine inanır. Dördüncü evre depresyon, en yıkıcısıdır: hasta pazarlıklarına rağmen öleceğini anlar, kendi ölümlülüğünün karşısında yoğun bir çaresizliğe düşer, artık onun için her şey anlamsızdır. Sonuncu evrede ise hasta kaçınılmaz sonunu kabul eder, “Tamam, yenemiyorum, o zaman elimden geldiğince hazırlanayım” der, kendi hayatını ve geçmişini düşünür, tavrı daha sakin ve sağlamdır.


Dünyamız ölüyor                                                                    
Her geçen seneyle daha iyi kavramaya başladığımız bir gerçeklik var. İklim onarılamayacak bir hız ve şiddetle değişiyor. Dünyamız ölüyor ve biz de farkında olmadan yasın beş evresinden geçiyoruz. Önce iklim değişikliğine dair verilerle ve bu verilerin anlamlarıyla başlayalım. 2020’de yayınlanan bir araştırmaya göre günümüzde atmosferdeki karbon dioksit seviyeleri son 23 milyon yıldır olduğundan daha yüksek. Eğer yarın dünyadaki tüm karbon salınımını bitirirsek (bu hedeften, çok ama çok uzağız) yine de yükselen sıcaklığın önüne geçemeyiz. “Dünyamızın akciğeri” olarak düşünülen Amazon yağmur ormanları kasti çıkarılan yangınlardan ve iklim değişikliği kaynaklı kuraklıktan dolayı karbon ememiyor, tam tersine karbon üretiyor. Dünya ısındıkça buzullar eriyor ve buzulların altına milyonlarca yıldır hapsolmuş metan gazı serbest bırakılmış oluyor. Araştırmalar metan gazının karbondan çok daha güçlü bir sera gazı olduğunu ve ısıyı çok daha hızlı arttırdığını gösteriyor. Yani, dünya ısındıkça daha da çabuk ısınacak.



2021 yazında iklim değişikliğinin etkilerini hem ülkece hem de dünyaca yaşadık. Ege ve Akdeniz bölgelerindeki yangınlar ve Kastamonu’daki sel, dünya çapında yaşanan diğer iklim felaketlerinin bir parçasıydı. Kuraklık, sel, yangınlar, ormanların ve okyanusların ölümü iklim değişikliğinin öngörebildiğimiz etkileri. Bunlara bir de öngöremediklerimizi ekleyince iş daha vahim oluyor. Örneğin 2011 senesinde Japonya’da yaşanan tsunami, Fukushima nükleer santralinin çekirdeğinin neredeyse erimesine sebep olmuştu ve çekirdeği soğutmak için günde neredeyse 160 bin litre temiz su harcanmıştı. Kuraklık sebebiyle temiz su çok daha değerli olduğunda santralleri nasıl koruyacağız?

İklim değişikliğinin sosyo-politik boyutu
Öngörülemeyen etkilerden bir tanesi de iklim değişikliğinin sosyo-politik boyutu. Gazeteci Christian Parenti’ye göre, “İklim değişikliği krize hazır bir dünyada doğuyor. İklim değişikliğinin güncel ve yaklaşan etkileri şimdiden var olan yoksulluk ve şiddet krizleriyle kesişiyor.” Örneğin Madagaskar’da iklim değişikliğine bağlı olarak dört senedir yağmur yağmaması sonucu çok büyük bir kıtlık yaşanıyor. Kıtlıktan, açlıktan ve bunların yol açtığı şiddetten kaçmak isteyenler kaynakların daha bol olduğu, daha güvenli ülkelere gitmeye başlıyorlar. İklim değişikliğinin etkilerini en kuvvetli hissetmeye başlayan ülkelerden kaçanlar, “iklim mültecileri” konumuna düşüyor. İklim felaketlerinin kapsamı ve boyutu arttıkça yüz milyonlarca insanın Avrupa, Kuzey Amerika gibi zengin bölgelere göç edeceğini tahmin etmek zor değil. Bu da ne yazık ki, zaten var olan ırkçılığı ve mülteci düşmanlığını şiddete dönüştürebilir.



İklim felaketini nasıl deneyimliyoruz
İçinde bulunduğumuz iklim felaketini nasıl deneyimlediğimizi Kübler-Ross’un yas modeli ile inceleyebiliriz. Yasın ilk evresi inkârdır ve çoğumuz hala o evredeyiz. İklim değişikliği üzerine yazmayı 2019 yılından beri düşünüyordum ama pandemi ile beraber “şimdi bunun sırası değil, bu konu hakkında yazmam çok ağır olur” diye düşünerek ertelemiştim. Fakat gerçeklik benim isteklerime göre ilerlemiyor, ben düşünmek istemesem bile iklim felaketi gün geçtikçe kuvvetleniyor. “İklim krizinin etkileri abartılıyor”, “Aslında o kadar kötü değil”, “İki derece ısı artışından ne olacak?”, “Mutlaka teknoloji bizi kurtarır” gibi cümleler bütün verilere rağmen inkâr etmek ve daha kabul edilebilir bir gerçeklikte yaşamaya çalışmaktır. Ama son yıllarda dünya çapında yaşanan felaketler artık inkâra izin vermiyor, farklı bir gerçeklikte yaşamayı zorlaştırıyor. İklim değişikliğinin etkilerini yaşadıkça inkâr etmek imkânsızlaşıyor, dikkatimizi bu konulara yönlendirdikçe yaklaşan felaketin kanıtlarını her yerde görmeye başlıyoruz. İklim krizi artık kapıyı çalmayı bıraktı, kapıyı kırdı, evin içinde ve evi ateşe veriyor.

İklim değişikliğinin varlığı inkâr edilemeyince çoğumuzun tepkisi öfke oluyor. Aktivist Greta Thunberg’in Birleşmiş Milletler toplantısındaki “How dare you?” (“Ne cüretle?”) konuşması özellikle de gençlerin hissettiği yoğun öfkenin olabilecek en iyi örneği. “Boş laflarınızla hayallerimi ve çocukluğumu çaldınız. İnsanlar acı çekiyor. İnsanlar ölüyor. Ekosistemler çöküyor. Kitlesel yok oluşun başındayız ve sizin tek bahsedebildiğiniz para ve sonsuz ekonomik büyümeye dair peri masalları.” Öfkeden sonra gelen evre pazarlık evresidir. Petrol, kömür gibi fosil yakıt tüketimini azaltıp yeşil enerjiye geçmek, sera gazı salınımını azaltmak, “karbon ayak izimizi” küçültmek, çöplerimizi geri dönüşüm kutularına atmak felaket ile pazarlık yapmaya çalışmaktır. Sera gazı salınımının %24,2’si sanayiden, %16,2’si nakliyattan, %18,4’ü de tarım ve ormancılıktan kaynaklı. Yani iklim değişikliği kişisel değil, sistematik bir sorundur. Kapitalist sistemin işleyişi doğaya karşı bu kadar yıkıcı olduğu sürece, çözümü “yeşil kapitalizmde” aramak yanıltıcı bir pazarlıktır.



İnkâr imkânsız ise, öfkemiz önemsiz ise ve pazarlık işe yaramıyorsa umutsuz ve çaresiz hissetmeye başlarız. Bu dördüncü evre depresyondur. Her gün haberlerde, sosyal medyada iklim krizinin etkilerini yakından takip ederiz, yaklaşan felaketten kaçış olmadığını fark ederiz. Zihnimizden geçirdiğimiz tüm felaket senaryolarının gerçekten de başımıza gelebileceğini görmeye başlarız ve yenilmiş hissederiz. Bizi ne kadar zor bir geleceğin beklediğini düşünmek bizi derin bir üzüntüye sokar. Kaygı ve depresyon kitlesel yok oluş karşısında normal bir tepkidir. Son zamanlarda üretilen “eko-kaygı” veya “ekolojik yas” gibi terimler tam da bunu betimler.

Ekolojik depresyon
Ekolojik depresyona karşı yapabileceğimiz tek şey, yas modelinin son evresi, kabulleniştir. Evet, alıştığımız haliyle dünya sona eriyor. Bizi çok daha zor bir gelecek bekliyor. Ama bu kabulleniş, bugüne dair eylem ve tavırlarımızın önemsiz olduğu anlamına gelmemeli. Pulitzer ödüllü Amerikalı şair W.S. Merwin “Yer” isimli şiirinde şöyle yazar: “Dünyanın son gününde bir ağaç dikmek isterdim. Ne için? Meyvesi için değil. Yeryüzünde ilk kez ayakta durmasını isterim. Gün batmaya başlamışken, ve ölülerle dolu toprakta su, köklerine dokunurken, ve bulutlar teker teker yapraklarının üzerinden geçerken.”

Alıştığımız dünyadaki belki de son eylemlerimiz meyvesini toplayamayacağımızı bilmemize rağmen merhametli, zarif ve asaletli olmalıdır. Bugün, kendimizi sevdiklerimize adamanın tam zamanıdır.