2016 yılında dünyaca ünlü bilim yayını Nature, 1500 bilim insanı ile yaptığı bir ankette bilim insanlarının yarısının kendi deneylerini tekrarladıklarında aynı sonuçları bulamadıklarını keşfetmiştir. Başka bilimcilerin deneylerini tekrarlamaları istenince bilim insanlarının yüzde 70’i farklı bir sonuç bulmuştur. Bilim camiasında “tekrarlama krizi” olarak tanımlanan bu olay, bilimsel araştırmalarda elde edilen sonuçların bir daha denendiğinde tekrarlanamaması anlamına geliyor.
Şöyle düşünelim: bir pantolonu tamir eden terzi kumaşı kesmeden iki kere ölçü alır, ancak iki defa da aynı boyu bulursa sonucundan emin olabilir. Aynı metot bilimsel araştırmalar için de geçerlidir, bulguların tekrar edilebilir olması bilimin temel prensiplerinden biridir. Yapılan araştırmalar tekrarlandığında aynı sonuçların bulunması bu sonuçların tutarlı ve sağlam olduğunu kanıtlar. Bir deneyin başarılı bir şekilde tekrarlanabilmesi, o deneyde bulunan sonuçların hakiki olduğunu gösterir, deneyi tekrar etmeden gerçekten emin olamayız. Fakat “tekrarlama krizinin” gösterdiği üzere birçok bilimsel deneyin tekrarlanamaması bilim camiasını derinden sarsmıştır. Biyoloji, kimya, tıp, ekonomi gibi farklı bilim dalları bu krizden etkilenmiştir fakat psikoloji, özellikle de sosyal psikoloji, bu krizin merkezindedir.
Başarısızlıkla sonuçlanan deneyler
Yaklaşık on sene önce psikoloji alanında birçok bilim insanı standart araştırma metotlarının yanlış ve güvenilemez sonuçlar verdiğini fark etmiştir. Çok ünlü ve psikolojinin temelini oluşturan deneyler tekrar denenmiştir ve başarısızlıkla sonuçlanmıştır ya da bulguların eskiden düşünüldüğü kadar çarpıcı olmadığı anlaşılmıştır. Bir grup araştırmacı dünyanın en prestijli bilimsel dergileri Nature ve Science’ta yayınlanmış 21 psikoloji deneyini tekrarlamıştır. Tekrar denenen 21 araştırmanın arasında Psikoloji 101 öğrencilerine öğretilen, popüler kültüre yerleşmiş, etkileyici TED konuşmalarına konu olmuş birçok araştırma da vardır. Örneğin, 2011’de yayınlanan, Google gibi araştırma motorlarının kullanımının hatırlama becerimizi negatif etkilediğini savunan bir araştırmanın bulguları tekrarlanamamıştır. “Hazırlama etkisinin”, yani subliminal uyaranların davranışlarımızı değiştirebildiği düşüncesinin aslında o kadar da etkili olmadığı görülmüştür. “Ego tükenmesinin”, yani özgür irade gücünün kullanılabilecek sınırlı kaynaklara dayandığı fikrinin tekrarlanamadığı görülmüştür. “Yüz geri bildirim teorisinin”, yani gülümseyerek mutlu hissedebileceğimiz fikrinin hatalı olduğu bulunmuştur. Kısacası, tekrarlanan 21 deneyden sadece 13’ünün sonucu aynı bulunmuştur. Dahası, bu sınavdan geçmeyi başaran araştırmaların yarısının sonuçları doğru çıksa da etkilerinin abartıldığı bulunmuştur.
Psikolog ve araştırmacı Dr. Simine Vazire’ye göre “tekrarlama krizinin” sonucunda psikologlar “umdukları veya medya ve siyasette reklamını yaptıkları kadar sağlam sonuçlar bulamadıklarını kabul etmelidir. Bu, kısa dönemde güvenilirliğimizi zedeleyebilir, fakat bu kadar güçlü kanıtlar karşısında bu sorunu inkâr etmek uzun vadede çok daha zararlı olur.” Çağdaş psikolojinin temelini oluşturan bu araştırmaların tekrarlanamıyor oluşu psikoloji bilimini derinden sarsmıştır ve bu yeni farkındalık sonucu alanda zorlu bir içe dönüş ve hesaplaşma dönemi başlamıştır.
Tekrarlama krizinin olası nedenlerini tartışmadan önce farklı bir yere dikkat çekmek istiyorum.
Belki de insanlık olarak sandığımız kadar zayıf değiliz
Yukarıda örneğini verdiğim dört araştırmanın da (arama motorlarının hatırlama becerisini zedelemesi, hazırlama etkisi, ego tükenmesi ve yüz geri bildirim teorisi) ileri sürdüğü ortak bir fikir vardır. Bu dört araştırma da iç kaynaklarımızın eksikliğine ve dış dünyadan bazen farkında olmadan ne kadar güçlü etkilendiğimize işaret eder. Bu araştırmalara göre insan teknolojiye aşırı dayanan, zihni hemen kanan, sınırlı özgür irade gücüne sahip olan zayıf bir canlıdır. O zaman bu deneylerin tekrarlandığında teker teker başarısız olması bize ne anlatıyor olabilir? Belki de bu başarısızlıklardan çıkaracağımız ders, insanlık olarak sandığımız kadar zayıf olmadığımızdır.
Tekrarlama krizinin nedenlerini tartışırken öncelikle bir araştırmanın yayınlanma sürecine ve bir araştırmacı için yayınlanmanın önemine bakmamız gerekir. Üniversitelerde veya araştırma merkezlerinde çalışan bir akademisyen veya araştırma görevlisi için başarı demek, prestijli bilimsel dergilerde yayın yapmak demektir. Bir araştırmanın prestijli yayınlar tarafından yayınlanmaya kabul edilmesi oldukça rekabetli, bazen seneler sürebilen zorlayıcı bir süreçtir. Bunun üzerine prestijli üniversiteler, işlerini koruyabilmeleri için profesörlerden bir yıl içinde belli bir sayıda araştırma yayınlama zorunluluğu koymuştur. Hatta aynı zorunluluk bazen doktora öğrencileri için bile geçerlidir. Yayın yapma zorunluluğu, doktora okuyan veya akademisyen olan tanıdıklarımdan sıkça duyduğum bir duruma sonuç verir: “publish or perish”, yani “yayınla ya da yok ol”. Filozof ve bilim tarihçisi Jerome R. Ravetz, bilim insanlarına konulan bu şartların bilim adına kötü etkilerinin olabileceğini 1970’te yazdığı “Bilimsel Bilgi ve Toplumsal Problemleri” isimli kitabında öngörmüştür. Ravetz’e göre “yayınla ya da yok ol” şartı, bilim insanlarını, sonucu ne kadar şüpheli olursa olsun araştırmalarını yayınlamak zorunda bırakır. Bu şartlarda önemli olan araştırmanın kalitesi değildir, olabildiğince fazla araştırma yayınlamaktır. En prestijli yayınların sadece en yeni ve etkileyici araştırmaları kabul ettiğini de hesaba katarsak bilim insanlarının neden başarılı sonuçlar bulmak adına, bazen kasten bazen de fark etmeden, kötü araştırma metotları kullandığını anlayabiliriz.
Bilimin metalaştırılması
Tarihçi Philip Mirowski de bu krizin sebepleri için benzer bir tanıda bulunur. 2011 yılında yazdığı Science Mart kitabında (burada Mart kelimesi devasa perakende satış zinciri Walmart’a bir göndermedir) bilimin metalaştırılmasından bahseder. Mirowski’ye göre büyük şirketler masraflarını azaltmak ve kârlarını arttırmak için araştırmalarını önce üniversitelere, sonra da sözleşmeli araştırma örgütlerine devretmiştir. Büyük şirketlerle sözleşerek çalışan bu araştırma örgütlerine anlamlı bir sonuç bulacaklarından emin olmadan fonlar verilmez. Yani, araştırmalara zaten beklenen ve istenilen bir sonuç bulmak için başlanıyor. Mirowski’ye göre bilim piyasada alıp satılabilen bir mala dönüştüğünde bilimin kalitesi sert bir çöküşe uğruyor.
Tekrarlama krizinin sorumluları olarak sadece bilim insanlarını suçlarsak sorunun kökünü göz ardı etmiş oluruz. Bu krizden çıkmak için daha sistematik bir çözüm gerekir. Bilim camiasında uygulanmaya başlanan sistematik çözümlerden en çok hoşuma giden örnek İsviçre’deki CERN’den esinlenen psikolog Christopher Chartier’in “psikolojik bilim hızlandırıcısı” isimli çalışması oldu. Chartier’in hayali, aynı CERN’deki gibi dünyanın her bir köşesine yayılmış, uluslararası, demokratik ve işbirlikçi prensiplerle çalışan bir psikoloji araştırmacıları ağıdır. Bu ağın içindeki araştırmacılar hangi konular üzerinde çalışacaklarını beraber seçip, araştırma sürecini ve metotlarını paylaşıyorlar. Bu sayede erişilebilir, denetime açık, şeffaf ve titiz bir araştırma pratiği geliştiriyorlar. Bu projenin uluslararası oluşu deney sonuçlarının farklı ülkelerde, farklı katılımcılarla tekrarlanmasını sağlıyor, bu sayede insan psikolojisinin dünya çapında farklı kültürlerde nasıl değiştiğini görebiliyorlar. Günümüzde bu projenin içinde 70 ülkeyi temsil eden 500 laboratuvar ve bini aşkın araştırmacı var.
Yazımın başından beri bilime karşı takındığım eleştirel bakış, bilim karşıtlığıyla karıştırılmamalıdır. Bu yazımda amacım bilime karşı çıkmak değil, bilime eleştirel bakmaktır. Gönülden inanıyorum ki, bu krizden bizi kurtaracak olan yine bilimdir - kapitalist baskıların karşısında objektif kalmayı başarabilen, işbirlikçi, şeffaf ve dürüst bir bilimdir.