Sovyetler Birliği’nin yıkılmasından 2 yıl sonra, kışın, ortağımla birlikte ürettiğimiz düğmeleri sergilemek için Ukrayna’ya fuara gittik. Boşu boşuna gitmiştik çünkü ticari formasyon önceki 70 yılda öldürülmüştü. Bizim ürettiğimiz düğmeleri alacak sanayici, iş adamı yoktu. Zaten halkta para da yoktu. İngilizce konuşabilen bir üniversite dekanından öğrendiğimize göre, en üst düzey bir devlet memurunun bile aylığı 10 dolar kadardı ve hiç kimsenin Türkiye’den getirilmiş tüketim ürünlerini (deri ve kumaş giyim eşyaları, çanta ve ayakkabılar, kalem ve kırtasiye ürünleri) alma gücü yoktu. Binlerce insan sabah erken saatlerde bir panayıra gelir gibi sadece mal görmek için eksi 20 derece soğukta fuar kapılarının önünde sıraya giriyorlar ve belli sayılarla fuara alınıyorlardı.

Biz de ortağımla standımızın kenarına iki iskemle çektik ve önümüzden gelip geçenleri seyretmeye başladık.

Yıpranmış birebir aynı kumaştan kostümlerinin sol ön ceplerinde II. Dünya Savaşı madalyaları ile yaşlı eski muharipler, kürk şapkaları ile kadınlar, teknoloji fuarında imişçesine heyecanlı gençler ve çocuklar, ilgi ile sergilediğimiz mallara, bize, duruşumuza bakıyor önümüzden geçiyorlardı.
Bazı kadınlar çekingen adımlarla standımıza giriyorlar, hayranlıkla duvarlara astığımız rengârenk düğme kartelalarına bakıyorlar, sonra da seçtikleri bir kartelayı kendilerine vermemizi istiyorlardı. Her biri farklı renk ve boyda düğme numunelerini ne yapacaklarını anlamamıştım, sonra elbiselerine mücevher gibi dikmek istediklerini işaret ettiler, o zaman pırıltısı olan insanların farklı olma içgüdüsünü hiçbir ideolojinin veya dogmanın söndüremeyeceğini gördüm ve babamdan bana miras, otuzlu yaşlarımın sonlarında sorgulamaya başladığım sosyalizme özen ve sempatimi biraz daha kaybettim.

Tam karşımızdaki stantta İstanbullu yaşlı bir tüccar, topladığı markalı ama seri sonu deri kadın çantalarını satmaya çalışıyordu. Her biri en az 50 dolar değerinde çantaları satması olanaksızdı. Kadınlar heyecanla çantalara dokunuyorlar, omuzlarına asıp arkadaşlarına fotoğraf çeker gibi poz veriyorlar, hüzünle, sırada aynı keyif için bekleyen başka kadınlara çantaları devrediyorlardı. Satıcı çok mutsuzdu. Geri döndüğünde ödeyeceği borçlarını mı düşünsün yoksa çantaları nasıl geri taşıyacağını mı, çantaların yıpranmaması için dikkat mi kesilsin, şaşırmıştı. Açıkçası biz, her yaştan çok güzel kadının ve durmadan söylenip duran satıcının bu ilginç pantomimini izlemekten sıkılmıyorduk.

Bir gün çantacıya, beline kadar uzamış at örgüsü ile örülmüş sarı saçlı, içleri gülen mavi gözlü, yuvarlak çok sevimli yüzlü, 6-7 yaşlarında bir kız çocuğu babası ile geldi. Üzerinde farklı renkte deriden kesilmiş çiçek deseni olan deri bir çocuk cüzdanını eline aldı ve babasına gösterdi. Anlaşılan babasının satın almasını istiyordu. Adam gülerek “tabi” anlamında başını salladı ve kızın elindeki cüzdanı satıcıya işaret ederek “kaç para?” der gibi baktı. Satıcı iki elinin de parmaklarını açıp göstererek Türkçe “10 dolar” dedi. Adam bu tutarı duyunca o kadar korktu ki, sarsıldı ve kızı tutan elini sertçe çekti sonra da cüzdanı kızının elinden koparıp yerine koydu.

“On dolar”, herhalde o yıllarda Ukraynalı bir aile babası için bir servet niteliğinde idi. Küçük kız hiç şımarıklık yapmadı, hiç itiraz etmedi sadece için için sicim gibi gözyaşı dökerek sessizce ağlamaya başladı. Hepimiz ne yapacağımızı şaşırmıştık. Satıcı küçük cüzdanı gerisin geriye çocuğa uzattı ve hediye olarak vermek istedi. Kız cüzdana baktı, sonra babasına baktı ve almadı. Baba kızını “gidelim” der gibi çekti. Satıcı kendisini işaret edip bir yandan da Fransızca ve Türkçe, “Ben hediye ediyorum lütfen alın” dedi. Baba kesin işaretlerle başını “olmaz” anlamında salladı ve cüzdanı geri itti ama satıcı tekrar önlerine geçip stanttan çıkışı tıkadı ve çok ısrar etti. Sonunda babası kızına “ne yapalım?” der gibi baktı, kız babasına öyle bir bakış attı ki, hiç unutmuyorum. Bakışları ile ne yalvardı ne de soru sordu. Kız ezilmiş babasına, “Merak etme sen!” der gibi bakıp başını salladı. Konuşmadan anlaştılar ve adam yumuşadı, kız cüzdanı aldı, eğilerek teşekkür ettiler, kız hepimize gülücük attı, gittiler.


Ertesi sabah yağan karla uyandık ve standımızın başına geçtik. Her gün olduğu gibi kapılar ziyaretçilere açıldı ve ilk kapıdan girenler arasından aynı küçük kız, babası, annesi ve muhtemelen büyükanneleri koşarak hiçbir yere bakmadan karşımızdaki standa geldiler. Yaşlı satıcı da biz de kızı tanımıştık. Küçük kız evde dikilmiş kumaş çantasının içinden özenle kâğıda sarılmış bir şey çıkardı, gülerek çanta satıcısına uzattı. Yaşlı adam kâğıdı açınca, paketten, küçük kızın muhtemelen gece boyunca boyadığı bir tahta kaşık çıktı. Kaşığın üzerine çanta şirketinin ismi ve amblemi boyanmıştı. Yaşlı adam kaşığa baktı baktı, sonra bize baktı, gözlerini kaçırdı hıçkırdı ve ağlamaya başladı. Kıza ve babasına ailesi gibi sarıldı. Sonra da yüksek sesle bize “Bu insanlarda para yok ama paradan çok daha fazlası var, görüyor musunuz?” dediğini hatırlıyorum.

O iş seyahatinde epey para harcadık. Sonunda ne çantacı tek bir çanta satabildi ne de biz tek bir düğme satabildik. Ama paradan çok çok daha değerli unutulmaz bir anı ve bolca ders kazandık.
------------------
Babam bana derdi ki; “Bak oğlum, iyi bir kadın hiçbir şey yokken üç şey yaratabilir;

Bir - Evde, mutfakta hiçbir şey yoktur ve sana, çocuğuna, misafirine; olan az şeyden lezzetli, doyurucu yiyecek, doyacak bir şeyler yaratabilir. Bir salata, birkaç kurabiye, ilginç bir omlet, bir meyve salatası…

İki - Olanaklar kısıtlıdır ama olan çok az şeyden kendini, çocuğunu, evini, odaları, yuvasını, çalıştığı yeri süsleyecek, güzelleştirecek, ilginç kılacak bir şeyler yaratır. Eski kumaşlardan bir yastık kılıfı, yün örme çileleri artıklarından bir süs ipliği, deniz kabukları - renkli taşlarla doldurulmuş küçük cam bir kâse…. (Yıllar sonra kırık dökük gecekonduların pencerelerinin pervazlarını süsleyen saksı niyetine kullanılmış konserve kutularını görünce bu sözünü hatırlamıştım.)

Üç - Koşullar elverişsiz, hüzünlü, tekdüze ve karamsardır. Ve kadın; bir hareketi, bir jesti, söylediği bir ezgi, bir bakışı, bir kahkahası, bir sözü ile havayı yumuşatır / dağıtır, ferahlatır, şenlendirir, duygulandırır, özendirir, cesaret verir, ortam yaratır, yeşertir, ümitlendirir.”*

Ben o gün o küçük kızda babamın bana anlattığı “kadını” gördüm ve hiç unutmadım.

O küçük kadın, o gün o yaşlı adamın (ve hepimizin) torunu, kızı, annesi, anneannesi ve meleği idi…

*Galiba bazen babam son cümleyi, “Bir de kadın, ortada hiçbir şey yokken bir kavga da yaratabilir” diye de bağlardı ama hem çok iyi hatırlamıyorum hem de babamı tanıdığım için, söylemiş ise anneme takılmak maksadı ile şaka yapmış olduğuna eminim.
Hem zaten bu yazıda yeri de yok.