Sanırım ben kimsenin ilgilenmediği şeylerle ilgilenirim.
Örneğin her yıl kimilerinin Oscar Ödülü törenlerini, kimilerinin Eurovision elemelerini, kimilerinin de Dünya Kupası maçlarını beklediği heyecan ile, İsveç Kraliyet Akademisinde verilen Nobel Edebiyat Ödülünün verildiği töreni beklerim. Nobel Edebiyat Ödülü kabul töreni, bana göre tekrar tekrar izlenilecek bir törendir.

Bir ozan ya da yazarın, ulaşabileceği bu en görkemli ödül öncesi içinden ne geçer?
Neleri, nasıl, çekinmeden, kendini kısıtlamadan, artık beğenilme kaygısı olmadan, içinden geldiği gibi kelimelere döker?
Bana göre, işte o konuşma gerçek bir şölendir.

2003 yılının sonunda Nobel Edebiyat Ödülünü Güney Afrikalı yazar J.M. Coetzee aldığında işte böyle bir şöleni yaşamıştım. O yıl bir kaç ay önce kız kardeşimle ben babamızı kaybetmiştik. Benim gibi kitap tutkunu olan annemizi yalnız bırakmamaya çalıştığımız, çocukluğumuzdan sonra onu daha fazla yaşadığımız, babamla birlikte yitirdiklerimizi daha fazla fark ettiğimiz, annemizin bize tutunmasını, bizi sarmasını hissettiğimiz günlerdi.


J.M. Coetzee


Türkiye’de o yıllarda pek fazla tanınmayan J.M. Coetzee Stockholm’ün tarihî konser salonunda kürsüye çıkmış ve alçak bir sesle şu konuşmayı yapmıştı:

Majesteleri, Majesteleri, Bayanlar ve Baylar; Değerli Konuklar, Arkadaşlar
Geçen gün, tamamen farklı bir şeyden bahsederken, birdenbire, hayat arkadaşım Dorothy “Öte yandan,” deyiverdi… 
“Öte yandan, annen ne kadar gurur duyardı. Ne yazık ki, artık hayatta değil! Ve baban da! Seninle ne kadar gurur duyarlardı.”
“Doktor olan oğlumdan daha mı fazla gurur duyarlardı?” diye sordum. “Profesör olan oğlumdan da daha mı gururlu olurlardı?”
“Daha da gururlu.”
“Annem hala yaşasaydı,” dedim, “doksan dokuz buçuk yaşında olurdu. Muhtemelen bunamış olurdu. Neler olup bittiğini anlamazdı.”
Ama tabii ki asıl noktayı kaçırmıştım. Dorothy haklıydı. Annem gururdan coşardı. “Benim oğlum Nobel Ödülü aldı” diye.
Sanırım zaten, bizleri Nobel Ödüllerine götüren şeyleri annelerimiz için yapmıyor isek kimin için yapıyoruz ki?
“Anne, anneciğim, ben bir ödül kazandım!”
“Çok iyi canım. Şimdi havuçlarını soğutmadan ye.”
Neden, biz onlara onca zahmet verdikten sonra, eve koşarak ödül alıp geldiğimizde, annelerimiz 99 yaşında ve belki de uzun bir süre mezarda olurlar?
Bizim için bu muhteşem akşamı yaratan, mezarda 107 yıldır duran Alfred Nobel’e ve onun iradesini sadakatle yöneten Vakfına, en kalbi şükranlarımı sunuyorum. 
Anne ve babama da, burada olamadığınız için ne kadar üzgünüm!
Teşekkür ederim.

Stockholm’ün konser salonu o güne kadar bu denli “ıslak” bir törene ev sahipliği yapmamıştı. Anne ve babalarını yitirmiş olanlar, o özenle sarıp sarmalayan saf sevginin yumuşaklığını uzun zaman hissedemediklerini anımsadılar. Anne ve babaları halen yaşayanlar, onları çok özlediklerini fark ettiler. Hıçkırıklar boğazlarda düğümlendi ve Coetzee o gün bir başka coşku ile alkışlandı.
Bir annenin insanda hissettirdiği duyguları annenizin yokluğunda ancak bir sanatçı anımsatabilir. Annenin yokluğu insana gurbette yaşama duygusunun en ağırını hissettirir.
Amerika’da en çok okunan ozanlardan biri de Nayyirah Waheed’dir. Kimsenin görmediği, tanımadığı ama okuyan herkesin kalbine dokunan gizemli bir ozan Waheed. Annesi ile ilgili olağanüstü bir kısa şiiri var;
Benim
annem
benim ilk vatanım.
Yaşadığım ilk yerdi.*

-------------

Benim yaşadığım ilk yer anılarımda kaldı artık.
Bu yazıyı kaleme aldıktan sonra anneme koşup şunları haykırmak geldi içimden:
“Anne, anneciğim, ben artık Şalom DERGİ’de yazılar yazıyorum!”
Eminim şöyle yanıt verirdi:
“Çok iyi canım. Sen şimdi anlat bana bakalım, evde herkes iyi mi?”

* Gizemli ozan Nayyirah Waheed’in “Lands” şiirinin aslı şöyle:
my
mother
was
my first country.
The first place I ever lived.