Dünya borsalarından trilyonlarca dolar silindi, kültür, spor, okullar, hastaneler kuşatma altında, sosyal tecritler yasalaşıyor. İnsanlar, din - uyruk - etnik köken ayrımı olmaksızın hastalanıyor, ölüyor, hem de binlerle açıklanan sayılarda... Virüs sınır tanımıyor. Gezgenin tümü adeta kuşatılmış. Dünyayı kapsayan bir “pandemi” - yani Korona salgını konusunun, DERGİ’mizin doğa, çevre, iklim krizi temasıyla yayınlandığı sayıya rastlamasının bir tesadüf olup olmadığının sorgulamasını da okurlarımıza bırakıyorum…

Yaygınlıkla ölümcüllük taşıyan…

Genel bir ad ise de, kıtaya, hatta tüm dünyaya yayılarak etkisini sergileyen salgın hastalıklardır: Pandemi (veya epidemi).

Sanrılar içinde, post truth - gerçek ötesiyle çerçevelenmiş hayatlarımızda, dünyamız insanları ileri teknolojinin yanılsamasında günü gün ederken…

Veya salt kendini çevreleyen hakikat birikimlerine sığınırken…

“Süper” güçlerin amansız kibrinin taklidini bireysel tavırlara dek indirgerken…

Küresel bir felaketin, ‘kontrollerinin dışında’ olduğu bilincini cahilane reddedenler…

Doğanın hiddetine mi maruz kaldık?

Evrenin gazabı mıdır yaşananlar?

İçinde bulunduğumuz bugünlerde, kendi adıma, zamanın, toplumun ve kendimizin hayatlarımıza yerleştirdiği hiçbir şeyin mutlak olmadığını özümsedim…

 

Salgınla yaşam tecrübemiz yok

Dramatik düşünceler silsilesinden sıyrılarak tarih sayfalarını aralıyorum.

Dünya en az 100 yıldır böyle bir küresel salgın görmediğinden hiç kimsenin neler olup bittiğine dair yaşam tecrübesi yok. Geçmişe bakıldığında, insanlık böylesi salgınlarla başa çıkmıştı.

 

İspanyol Gribi

1918-1920 yıllarında İspanyol Gribi veya “Nezlesi” 18 ay içinde 50-100 milyon arası insanın (o dönemde yaşayan nüfusunun %15’i) ölümüne sebep olarak insanlık tarihinde bilinen en büyük salgın olmuştu. İspanyol Gribinin bir özelliği, zayıf, yaşlı ve çocuklardan çok, sağlıklı genç erişkinleri etkilemiş olmasıydı.

I. Dünya Savaşı’nın son yıllarında ülkemiz dâhil olmak üzere tüm dünyayı etkisi altına almış, bazı tarihçilere göre dört yıl süren savaşın sonlanmasında önemli bir etken olmuştu. Hindistan’da 17 milyon kişi, yani ülke nüfusunun %5’i bu hastalıktan ölmüştü. ABD’de nüfusun yaklaşık %28’i hastalığa yakalanmış ve 500.000 ilâ 675.000 kişi hayatını kaybetmişti. Britanya’da 250.000, Fransa’da 400.000 kişinin öldüğü tahmin edilmekte. Hastalığa, dönemin önemli isimlerinden de yakalananlar olmuştu. Max Weber, Ressam Gustav Klimt, İspanya Kralı XIII. Alfonso ve Sophie Halberstadt Freud bu kişiler arasında sayılabilir.

Nâzım Hikmet, Kuvâyi Milliye Destanı’nın dizelerinde kendisinin de yakalandığı İspanyol nezlesine yer verir:

Biz ki İstanbul şehriyiz,
Seferberliği görmüşüz:
Kafkas, Galiçya, Çanakkale, Filistin,
vagon ticareti, tifüs ve İspanyol nezlesi

bir de İttihatçılar,

bir de uzun konçlu Alman çizmesi
914’ten 918’e kadar

yedi bitirdi bizi.”

 

Şaman’ın erincinde huzur
Amazonlarda, Borneo’da, Papua Yeni Gine’de veya Afrika’nın Omo Vadisi’ndeki kabilelerdeki insanlar Şaman Tanrı’nın erincindeki huzur ile dirlikte sığınak buluyorlar. Onlar yaşamsal tehdidi nasıl algılıyorlar? Acaba bizlerin şimdilerde karşı karşıya kaldığımız tehditleri anlayabiliyorlar mı?

 

İnsanlık tarihinin en sancılı günlerinde irdeleyerek neler yaşandığını düşünmeden edemiyorum…

Örneğin geçmişteki salgınları…

Eskilerde salgının, ölümün adı çoğunlukla veba idi. Avrupa’da MS 540’lardaki salgında nüfusun yüzde 40’ı kadarının (25 ila 50 milyon şeklinde kayıtlara geçmiş…) ölümüne sebep olmuş.

XIV. yüzyılda KARA ÖLÜM idi salgının adı.

Dünya olarak tanınan Avrupa kıtasında, Orta Doğu ve Asya’da...

 

Her yılın Ekim ayının ikinci Pazartesi’si, 1492 yılında Amerika’ya ayak basan, keşfeden Kristof Kolomb’u anmak amacıyla “Columbus Günü” olarak kutlanması, Kızılderililer için bambaşka bir anlam taşıyor.

Kıta’nın keşfiyle birlikte topraklarının gerçek sahiplerine uygulanan etnik temizlik, soykırım, katliam, tehcir (zorunlu göç) ile birlikte yerlilerin rezervler gibi kapalı alanlara kapatılmaları, bağışıklık sistemlerine hiç tanış olmadıkları çiçek hastalığı gibi Eski Dünya hastalıklarının bilinçli olarak bulaştırılması, yaşananların dramının tek paragraflık anlatımıdır.

 

Moğolların mancınıkla fırlattığı vebalı cesetler

Ölümcül salgınların silah gibi, bomba gibi kullanılmasını da anlatır tarih sayfaları.

Aynen bugünümüzde Çin’in Wuhan kentinde başlayan Korona virüsü gibi, 1347’de veba Çin ve Orta Asya’da başlar. Moğol Ordusu Kırım’a ulaşır ve bir Ceneviz ticaret merkezini kuşatır. Moğol askerlerinden vebaya yakalanıp ölenlerin cesetleri mancınıkların yardımıyla kentin içine atılır.

Böylece Orta Asya menşeli kara ölüm Avrupa’ya taşınmış oldu.

 

Hastalığın pençesinden kurtulamayanlar

Soylular, prensesler, kraliçeler bile kurtulamadı hastalığın pençesinden (!):

Aragon Kralı IV. Pedro’nun karısı Kraliçe Leanor gibi…

İngiltere Kralı III. Edward’ın kızı Joan, Kastilya Kralı XI. Alfonso’nun oğlu ile evlenmek üzere yollara düşmüştü, Bordeaux’da yaşamını yitirdiğinde.

Kendinden önceki iki asırlık şiir geleneğinin tüm özelliklerini kendine özgü klasik anlayışını değişime uğratarak modern lirik şiirin anlatısını, biçemini yaratmış olan Petrarca idi, esin kaynağı, büyük aşkı Laura’yı vebadan yitiren.

 

Kara Ölüm, Eski Dünya’nın sosyal yapısını değiştirdi

Avrupa’nın nüfusu üzerinde büyük etkisi olan Kara Veba, Eski Dünya’nın sosyal yapısını değiştirmekle kalmadı. Roma Katolik Kilisesi için de büyük bir darbe ifadesi taşıyan Kara Ölüm, Yahudiler, Müslümanlar, yabancılar, dilenciler başta olmak üzere bütün azınlık mensuplarının zulmedilmesine sebep olmuştu.

Salgının adı Kara Ölüm idi… Veya Büyük Ölüm… Bu hastalık esnasında derialtı iç kanamalar sebebiyle ten renginin siyaha dönmesiyle “kara” sıfatını kazanmıştı, ölüm. Salt bir mecaz değildi, kara: Kederi, sıkıntıyı, kasveti de simgelemişti.

 

***

 

WHO - World Health Organization, Dünya Sağlık Örgütü Korona’nın bir “pandemik” olduğunu gecikmeyle de olsa neden mi ilan etti:

Çünkü dünya nüfusunun daha önce maruz kalmadığı bir hastalık niteliğinde…

Çünkü hastalığa neden olan etmenin insanlara bulaşması ve tehlikeli bir hastalığa yol açması…

Çünkü hastalığın insanlar arasında kolaylıkla ve devamlılıkla yayılması…

Yaygınlık, ölüme neden olması, bulaşıcılık… Bütün bunlar salgının “pandemi” olarak nitelendirilmesinin sebepleri...

 

***

 

Kolera günlerinde annem

Anımsıyorum…

Lise öğrenimimin son yıllarındaydı, kentimde baş gösteren kolera salgını.

Gözüme, gönlüme bugünlerden hayli uzak: “Kolera günlerinde annem…” diye adlandırdığım o dönem.

Lakin güncel endişeler anımsatıyor geçmişi, yaşanmışlıkları.

Oraya dokunma - buraya el değme”, Onu yeme… Bunu ağzına değdirme”, evham, korku ve kimi kez annemin çığırtıları içinde.

Sokak kapısında paspas ile başlardı eve giriş.

Paspas sirkelere bulanmış.

Girer girmez boylu boyunca soyunup, yıkanıp dezenfektasyona uğramak…

Mutfağa, yemeğe değecek her şey ama tamamen her şey sirkeli sularda bekletilerek yıkanmış, arınmış…

70’li yıllardı… O kolera günleri. Bayrampaşa semti gecekondulaşmasında Mimar Sinan’dan kalma temiz su kanallarına yanlışlıkla pis su kanallarının bağlanması ve bu suyun çeşmelerden akması neticesinde 1890’larda İstanbul’da görülen büyük kolera salgınından sonraki en büyük kolera salgınıydı, bizzat tanık olduğum.

Gerçek bir sağlık seferberliğiydi yaşanan. Anımsadığımca ucuz atlatılmıştı. Hafızamda kalan bin küsur şüpheli hasta ve 50 kadar hemşerimin yaşama veda etmesiydi.

 

Şehirleşme, seks ve uyuşturucu: AIDS

Kolera gibi… Gençliğimden bu yana, 60’lı yıllardan beri konu olan HIV/AIDS salgını…

AIDS teşhisi konan ilk hastaların çoğu hastalığı cinsel yolla kapan eşcinsel erkekler ve şırıngaları ortak kullanan damardan alınan uyuşturucu bağımlılarıydı. 1983’te araştırmacılar, konu olan hastalığın nedeninin HIV olduğunu buldular. Takip eden bir-iki yılda ise virüsü tespit eden testler geliştirildi. AIDS’in muhtemelen Afrika’da ortaya çıktığı bildirilirken Kara Kıta’daki şehirleşmenin artması, seks alışkanlıkların değişmesi, damardan uyuşturucu kullanımının artması, ülkeler arası seyahatlerin çoğalması nedenlerinin başında geliyordu…

Birleşmiş Milletlerin 2004 yılı raporu uyarınca dünyada 38 milyon kişi HIV taşıyor, her yıl 5 milyon kişi virüsü kapıyor ve 3 milyon kişi AIDS’ten ölüyordu.

Sonuçta 1982-2008 yılları arasında 20 milyon kadar insan bu hastalığa yenik düştü.

Genç kızlığımın yakışıklı ve romantik kahramanı, daha çok Doris Day ile oynadığı filmlerle bilinir. AIDS’e bağlı hastalıktan ölen dünyaca ünlü ilk kişi Rock Hudson idi.

Ünlü İsrailli şarkıcı, söz yazarı ve oyuncu Ofra Haza iki kez mucizevî şekilde uçak kazalarından kurtulmuştu. 2000 yılında AIDS’e bağlı organ bozukluklarından ölmüştü. Yönetmenliğini Alfred Hitchcock’un üstlendiği Sapık filmindeki Norman Bates karakteriyle muhteşem bir oyunculuk sergileyen, sinema tarihinin en ünlü biseksüel aktörlerinden ABD’li Anthony Perkins 1992 yılında AIDS nedeniyle 60 yaşında yaşama veda etmişti.

20. yüzyılın en ses getiren bilim-kurgu yazarlarından biri olan Amerikalı yazar biyokimyacı Isaac Asimov, 1983 yılında bypass ameliyatı geçirdi. Hastanede kendisine virüslü kan verilmesiyle AIDS’in pençesine yakalandı. Ancak bu gerçek, ölümünden sonra bile gizli kaldı. Asimov’un hayatını kaybetmesinden 10 yıl sonra eski eşi, Asimov’un bu sebepten hayatını kaybettiğini kamuoyuna açıkladı.
Sovyet-Rus baleti, 1938 doğumlu Rudolf Nureyev de Ocak 1993’te bu hastalığın kurbanı oldu.

İngiliz popçu Queen grubunun solisti, 1946 doğumlu Freddie Mercury de Kasım 1991’de AIDS’ten ölen ünlüler arasında yer aldı.

 

Sınırlar insan dünyası ile virüs küresi arasında olmalı!

Kudüs İbrani Üniversitesi’nde Tarih profesörü, insan doğası hakkında “Sapiens” gibi hasılat rekorları kıran kitapların yazarı, filozof Yuval Noah Harari, geçtiğimiz günlerde CNN International’de, Christiane Amanpour’un konuğu oldu.

Harari’ye göre bu salgınla açığa çıkan en korkutucu olgunun liderlik ve iş birliği eksikliği ve dünyada gördüğümüz eşitsizlik, ülkeler arası koordinasyonun yetersizliği, hem ülkeler arasında hem de halk kitleleri ile hükümet arasında güven yoksunluğu...

Salgınların “sosyal tecrit” yoluyla önlenemeyeceğini savunan Harari, “Bunları yalnızca bilgi ile engelleyebilirsiniz. Gerçekten kendinizi salgın hastalıklara karşı bir strateji olarak izole etmek istiyorsanız, taş devrine kadar geri dönmelisiniz ve kimse bunu yapamaz.”

Ve şöyle devam ediyor: “Çok dikkatli bir şekilde korumanız gereken gerçek sınır, ülkeler arasında değil, insan dünyası ve virüs küresi arasındaki sınırdır. İnsanlar her türlü virüslerle çevrilidir. Ve eğer bir virüs dünyanın herhangi bir yerinde bu sınırı geçerse, tüm insan türünü tehlikeye sokar. Bu gerçekten düşünülmesi gereken sınır!”

 

Ekosistem bozuldu

Bilim insanları, ekosistemin böylesine bozulmasından sonra virüs saldırısını normal karşılıyor. Bu tür salgınlarla ilgili sorunlar aslında virüsün hızlı bir evrimi sonucu oluşur.

Daha önce 2014 Ebola salgını ile gördüğümüz üzere gerçek salgın, bir kişide ve bir virüsün genetik mutasyonu ile başladı. Bu tek mutasyon, Batı Afrika’da Ebola’yı nispeten nadir görülen bir hastalıktan öfkeli bir salgına dönüştürerek bulaşıcılığı arttırdı.

 

Noah Yuval Harari’ye dönecek olursak:

“Tüm dünyanın sağlık sistemleri desteklenmeli.

Şu anda en çok etkilenen ülkelerin krizle başa çıkmalarına yardım etmek için WHO - Dünya Sağlık Örgütü gibi çok daha fazla organizasyona, uluslararası dayanışmaya gereksinim var. Ekipman, bilimsel bilgi, ekonomik destek…

Etkili karantinaya sahip olmak için insanların iş birliğine ihtiyaç var. Burada asıl mesele halkın hükümetlerine olan (hayli aşınmış) güvenlerinde yatıyor.”

 

Geçmiş salgınlarla başa çıkmak konusunda muhtemelen daha iyi durumda olduğumuz tesellisini taşıyorum. Çünkü şimdilerde Korona virüs salgını ile bilim adamları ve doktorlar sadece salgının arkasındaki virüsü tanımlamıyorlar. Aynı zamanda tüm genetik kodunu çözümleyerek kimlerin virüsü taşıyıp taşımadığını belirleyebilen testler de geliştiriyorlar.

Kısacası, tarihin önceki zamanlarından daha iyi bir konumda olduğumuzu anımsayalım ve umalım ki, yakında COVIT-19’a yönelik bir aşı piyasaya çıkacak.