Haber fotoğrafı: “La Rafle – İşgal” filminin posteri. Fransız polisini ön plana çekmesi ve Yahudi çocukları tartaklayıp götürürken, ardında bıraktıkları bavulları, eşyalarıyla oldukça dramatik.


“Yahudi Soykırımını lanetleyecek bir film yapacaksın, senaryosunu öyle bir yazacaksın ki, can acıtacak. Bir de, hangi akla hizmeten olduğunu anlayamadığım, aralara Hitler güzellemeleri ile dolu sahneleri serpiştireceksin. Oh! Ne şiş yansın ne kebap. Sonra da bu filme Holokost filmi diyeceksin. Hayır! Yineliyorum. Her Holokost filmi Holokost filmi değildir.”

Bir kez daha, bakmakla görmek arasındaki farkın altını çizen bir film anlatıyorum sizlere; Fransızca orijinal adı “La Rafle, İngilizce adı “The Round Up” olan ve dilimize “İşgal” olarak çevrilen filmin yönetmeni Roselyne Bosch. Baş rollerde Jean Reno, Mélanie Laurent, Gad Elmaleh, Hugo Leverdez oynuyor. 2010 yapımı bu savaş ve dram filmi 1 saat 55 dakika sürüyor. Yapımcı Alain Goldman. Filmin senaryosu, bir Yahudi çocuğun gerçek hikâyesine dayanılarak yönetmenin kaleminden çıkıyor. Filmin ImDb Puanı ise 7.0


Tutuklanan Yahudi ailelerin Vélodrome d’Hiver - Kış Stadyumu’nda insanlık dışı koşullarda tıklım tıklım tutulduğu gösteriliyor.

Kış Stadyumuna doldurulan Yahudi tutuklular
Yer: Paris. Tarih: 16-17 Temmuz 1942. Alman Nazi makamlarının emriyle işbirlikçi Fransız polisi tarafından tutuklanan Yahudi aileler, Eyfel Kulesi yakınlarında Vélodrome d’Hiver – Kış Stadyumu’nda insanlık dışı koşullarda tutuluyor. Yiyecek yok, su yok, hijyen yok. Sağlık hizmeti olmaksızın 13 bin 152 Yahudi, tutuklamaları takip eden hafta içinde toplu katliamları için tren vagonlarıyla Auschwitz’e gönderiliyorlar. Kış stadyumundan kaçmayı başaran çocuk Joseph Weismann’ın gerçek hikâyesi bu. Bu tutuklamalar, hem işgal altındaki hem de serbest bölgedeki Yahudi nüfusunu ortadan kaldırmayı amaçlıyor. Vichy Hükümetinin Holokost’taki sorumluluğunu anlatan bu filmin genel olarak sahneleri oldukça iç acıtıyor. Almanya Fransa arasında bir Yahudi pazarlığına dönen bu tutuklamaların olduğu dönemde, İkinci Dünya Savaşı sırasında Almanya’nın Fransa’yı mağlup etmesinden sonra Fransa’nın Vichy kentinde kurulan Fransız Hükümetinin başkanlığına Mareşal Philippe Petain getiriliyor. Bu general, Birinci Dünya Savaşı sırasında Verdun Muharebesinde kazandığı zaferle bir millî kahraman haline geliyor, ancak İkinci Dünya Savaşı sırasında Alman Nazilerle iş birliği yaparak Yahudi Soykırımına hizmet ediyor ve tüm saygınlığını kaybediyor. Almanlarla iş birliği yaparken, Güney Fransa’da “iş, aile, vatan” sloganıyla kurduğu otoriter yönetimde Yahudilerin belirli mesleklere girmelerini yasaklayan yasalar çıkarıyor. 23 Temmuz-15 Ağustos 1945 tarihinde Charles de Gaulle başkanlığındaki geçici hükümet Philippe Petain’i vatana ihanetten yargılıyor. Jüri onu ölüme mahkûm ediyor. İlerlemiş yaşı nedeniyle cezası ömür boyu hapse çevriliyor. Mahkeme, tüm askeri rütbe ve unvanlarından onu yoksun bırakıyor. Ölümünden sonra mezarı, yılda birkaç kez tahrip ediliyor. Çok sonraları dönemin Fransız Cumhurbaşkanı Jacques Chirac tarafından 1995’te Fransız polisinin ve memurlarının işgal ve baskında oynadıkları suç ortağı rolünden dolayı özür dilediği de kayıtlara geçiyor.

“Interdit aux Juifs” - “Yahudilere yasaktır” tabelası ve askerin Joseph’i ilk gördüğü an.

Paris gökleri altında bir şarkı uçup gidiyor
Bu filmde geçen tüm olaylar, hatta en aşırı olanları bile 1942 yazında gerçekten meydan geldi.” Bu uyarı yazısını filmin introsunda gördüğümde içimi bir ürperti kapladı. Ne ile karşılaşacağımı aşağı yukarı tahmin edebiliyor olmama rağmen ki onca Holokost filmi izlememin yerleştirdiği bir his bu, izleyebilmek için bu denli zorluk çekeceğimi tahmin edemedim. Defalarca filmi durdurup seyre ara verdim. Film Edit Piaf’ın “Sous le ciel de Paris” şarkısı fonda çalarak açılıyor. Yönetmen, Hitler ve avanesinin Eyfel Kulesi’nin dibinden Paris’e alıcı gözle baktıkları dokümanter çağrışımlı siyah beyaz görüntülerle sizi içeriğe hazırlıyor. Edit Piaf kulaklarınızı Paris’e götürüyor, görüntüler ise ruhunuzu toplama kampına…

Son derece duygusal ve yüksek performatif başlayan bu filmi içiniz acıyarak izlemeye başlıyorsunuz. Dokümanter çağrışımlı sahnelerde, Nazilerin üstü açık bir arabayla Paris sokaklarından geçerken, Fransız polisinin saygı duruşuna geçip selam vermesi dikkatleri çekiyor. Demek ki bu polisin içinde olacağı bir olay izleyeceğiz. Bir Alman askeri ve bir Fransız kadının romantik davranışlarıyla film lunapark duvarına asılmış bez afiş vasıtasıyla renkleniyor ve atlı karıncaya gözlerimizi kilitliyoruz. Fonda lunapark müziği çalıyor. Kazık kadar Nazi askerleri atlı karınca üzerine tünemiş, sözüm ona eğleniyorlar. Fotoğraf çeken bir Nazi askerinin hemen dibinde, okul çantasını göğsüne yapıştırmış 11-12 yaşlarında bir erkek çocuğu ona bakıyor. Nazi, fotoğraf makinesinin vizöründen çocuğu görüyor, siyah beyaz. Çocuğun kaşları çatık, çantasını indiriyor. Göğsündeki, Yahudi yazılı sarı yıldızı görüyoruz. Asker suratını asıyor ve fotoğrafını çektirecek başka birini buluyor. Çocuk kızgın, çocuk mutsuz… Atlıkarıncadan uzaklaşırken kamera bize tabelayı gösteriyor: “Interdit aux Juifs” – Yahudilere yasaktır. Göğsündeki yıldız yüzünden okula yalnız gitmekten çekinen Joseph’e beklediği arkadaşının gelir gelmez ettiği söz: “O yıldız yüzünden değil mi? Bu neyi değiştirir ki? Biz Yahudi’yiz değil mi? Dahası bundan gurur duyuyoruz.” Birinci sahnenin sonu. Yönetmenin neyi nasıl gördüğünü, seyirciye hangi sırayla verdiğini ve sahne sonundaki cümleyi nasıl tokat gibi yapıştırdığını, tabelanın yarattığı etkiyi, çocuğun Yahudi yıldızını korkudan değil kızgınlıktan kapattığını görüyoruz. Dönem dekorları, aksesuarları, kostümleri üzerinde iyi çalışıldığını anlıyoruz. Filmin sepia renkleri seyirciyi 1942 Fransa’sına götürüyor ve orada bırakıyor. Akan sahnelerde ise Fransızların kendi içlerinde bölünmelerini de gözden kaçırmayalım. Yahudi karşıtı Nazi yanlısı Fransızlar ve Nazi karşıtı Fransızlar olmak üzere… Nitekim, Nazi karşıtları, tutuklananların dışında, on bin Yahudi aileyi Nazilerden kurtarıyor.

Fransız polisinin Yahudi aileleri tutuklaması sırasında alınan bir sahne görüntüsü. Yetkili polisin dik ve tepeden bakışlı duruşuna, hemen arkada bir başka polisin ona kötü bakışına dikkat edelim. Fransızların o dönemde Nazi yanlıları ve karşıtları olarak ayrılmasını gösteriyor.

Gelelim zurnanın zırt dediği noktaya…
Yönetmen Roselyne Bosch. Fransız gazeteci, senarist, yönetmen ve yapımcı Alain Goldman ile evli. Babası İspanya’dan kaçan sığınmacı bir Katalan, annesi İtalyan. 1961 doğumlu, yaptığı toplam üç filminden biri “İşgal”. Şimdi bir bakalım. Birazdan okuyacağınız cümleleri, gazeteci ve senarist şapkamı masaya koyup, kurmaya çalışıyorum, olmuyor. Yönetmen şapkam ise bu durumun hakkından geliveriyor. Sen, Roselyne Bosch. Yahudi Soykırımını lanetleyecek bir film yapacaksın, senaryosunu öyle bir yazacaksın ki can acıtacak. Bir de, hangi akla hizmeten olduğunu anlayamadığım, aralara Hitler güzellemeleri ile dolu sahneleri serpiştireceksin. Oh! Ne şiş yansın ne kebap. Sonra da bu filme Holokost filmi diyeceksin. Hayır! Yineliyorum. Her Holokost filmi Holokost filmi değildir.”


Hitler’in çocuklara şefkatli görüntüsü, arkadaki generalin bakışına lütfen dikkat edelim. Sevgi, huzur, mutluluk ve barış mı var o gülümsemede? Haydi canım!..

Hem Soykırımını anlatayım hem de Hitler’in sıradan, naif, çocukları seven, yakın dostlarına ilgili, hassas olduğu gibi bir yalanı, allayıp pullayıp filme yedireyim. Hitler’e övgü dolu güzellemeleri içeren sahneleri nasıl olsa seyirci anlamaz mı diyorsun? Ne yapmaya çalışıyorsun? Hitler’i sanatsever duyarlı bir insan formatına mı sokmaya çalışıyorsun? Ne yaptığını bilmiyorsun, demek isterdim ancak pekâlâ biliyorsun.

İşgal” filminin etkisi, hikâyenin ne denli çarpıcı anlatıldığında değil, satır aralarına gizlenen Hitler güzellemelerinden geliyor. Gözümüz açık film seyredelim.