“Bu filmler hiç bitmeyecek. Bu filmlerin acısı hiç dinmeyecek. Hiçbir özür gidenleri geri getirmeyecek. Yaralar kabuk bağladıkça bu filmler kanırtacak. Holokost filmlerinin acılı seyircileri, daima açık yarayla yaşayacak”

Holokost filmleri izlemenin herkeste nasıl bir etki yarattığını bilemem ama bende tam bir yürek yangını yarattığı çok açık. Yürek yangını denen şey, fiziki olarak görülmez, dumanı da tütmez. Kolay kolay değil, hiç soğumaz. Üstelik bir de zaman içinde kendi kendine harlanır. Sadece aşk ile olmaz, acı ile de olur. Her “Holokost Filmi” izlediğimde, senaryonun içine girip yaşamaya başlamam, filmin başrol karakteri ile kendimi özdeşleştirmem, o rolü ben oynuyormuşum gibi hissetmem, filmin sahne analizlerini, bir yün çilesini söker gibi akıtabilmem, sadece oyuncu, senarist ve yönetmen olmamdan kaynaklanmıyor, Holokost filmlerinin yüreğimde yarattığı sessiz çığlığı, yazar kalemimle susturmaya çalışmamdan da kaynaklanıyor. Çoğu zaman izlerken, kendimi filme konuşur halde buluyorum çünkü yürek yangınım kelimelerimde tütüyor.

…Ve, ŞALOM Sinema’nın perdesi açılsın!

Bu yazımla gerilimli bir savaş draması izlemeye başlıyoruz. 1956 yılının Ekim ayında İsrail’deyiz. Turistleri taşıyan külüstür bir dönem otobüsü köyün birine giriyor. Yönetmen bize otobüsün girişini köyün içinde durarak gösterdiği için köyün adını, nüfusunu, girişteki tabelasını göremiyoruz. Neden? Bilgileri sona saklıyor da ondan. Belli ki, aynı yerden filmi kapatacak. Köyün giriş kapısı dikenli tellerle çevrili ve iki yanında gözetleme kuleleri var. Seyirci, her iki kulede de İsrail bayrağını dalgalandığını görüyor. İki genç kızın ellerinde süt bidonu ile otobüsün yanından geçerken şortlu ve rahat giyimli olduklarına dikkat ediyoruz. Yönetmen, bize köyün içindeki insanlara şöyle bir göz gezdirtiyor, özgür ve mutlu olduklarını görünüşleriyle tespit ettiriyor. Köyün adı: Kibbutz. Turist otobüsünden eşiyle beraber bir kadın iniyor. Boynundaki, dönemin flaşlı fotoğraf makinesiyle, köy ilkokulundan gelen müzik sesine doğru yürüyor. Çocukların söylediği şarkı sesine karışan kadın sesini tanıyor gibi sanki! Yavaşça yaklaşıp, çocukların ve şarkıyı söylerken onlara eşlik eden öğretmen kadının fotoğrafını çekiyor. Bu duruma itiraz eden öğretmen kadını, kendisine İbranice söylenip, pencereyi de suratına kapatmak üzereyken, turist kadın tanıyor. Hollanda dilini bilip bilmediğini soruyor ve Ellis de Vries takma ismiyle Rachel Stein ve Den Haag’tan Ronnie birbirlerini hatırlıyorlar. Rachel İbranice konuşuyor, Ronnie Kanadalı bir adamla evli olduğu için önce İngilizce konuşuyor sonra da ikisi Hollanda dilinde konuşup anlaşıyorlar. Filmi dublaj izlemeyecekseniz ki hiç tavsiye etmiyorum, her zaman her filmi kendi dilinde izlemenizi öneriyorum, genel olarak filmde Hollandaca, Almanca, İngilizce ve İbranice dillerinin konuşulduğunu not etmek isterim. Zaman zaman bu dillerin başlama ve bitme anları bir kakafoni oluşturabiliyor. Evli ve iki çocuğu olan Rachel Stein artık Rachel Rosental olarak yaşamını İsrail’de, turistlerin gezdiği bu Kibbutz köyünde sürdürüyor. Neden? Bütün bu bilgileri seyirciye veren yönetmen bakınız tek bir “Şalom”a neler sığdırıyor: “Arkadaşı Ronnie, Rachel’e veda ederken “Şalom” diyor, “Şalom”. Rachel Ronie’yi uğurladıktan sonra göl kıyısında oturup, düşünceleriyle geçmişine derin bir “Şalom” diyor. Savaşa, katliama, kötü anılara, kaybettiklerine “Şalom” ve yönetmen bizi bu Şalom’un flashback’ine bindirip 1944 yılının Eylül ayına, Hollanda’ya götürüyor. Buyurunuz.

Rachel Nazilerin karşısında şarkı söylerken, hemen dibine yapışık duran kene zararlısı ise ailesini ve teknedeki tüm Yahudilerle birlikte, nerede Yahudi görse infaz ettiren, hazinelerini savaş sonrası kendi için kasasında saklayan kişi. İsrail’de bir köy, onun biriktirdikleriyle kuruldu, düşünün…


Bir sözlü taciz: “Yahudiler de İsa’yı dinlemiş olsalardı, başınıza bunca bela gelmezdi.”
İkinci Dünya Savaşının son yıllarına geldik, yıl 1944. Bir zamanlar oldukça popüler ve zengin olan güzel şarkıcı Rachel Stein, Almanya Berlin’de sahne alıyorken, Avrupa’daki pek çok Yahudi gibi ailesinden ayrı, her an Gestapo tarafından yakalanma korkusuyla, savaşın bitmesini Hollanda’da saklanarak bekliyor. Hollanda kırsalında kalabalık çocuklu bir ailenin yanında aile reisinin ezici Katolik baskısı ve Yahudileri aşağılayıcı tutumu karşısında sabırla dayanıyor. “Yahudiler de İsa’yı dinlemiş olsalardı, başınıza bunca bela gelmezdi” sözüyle bir başka sözlü tacizi daha sineye çeken Rachel, durumu idare edebilmek için İncil’den dualar öğreniyor ve masada okuyor. Aile reisinin Yahudilere o kadar nefreti var ki, adamın gözünde Hristiyan olacağı izlenimini yaratmak için pirinç lapasının üzerine haç biçiminde sos döküp adamı etkilemeye çalışıyor. Aslında öyle bir niyeti olmadığını, bu sahneyle tamamen Rachel’in zeki bir kadın olduğuna işaret edildiğini, adam bakışlarını çevirir çevirmez, tabaktaki yemeği kızgınca sosa bulamasından, lapayı sinirlice karıştırmasından anlıyoruz. İzlerken, kendimizi filmin akışına kaptırıp düşünmeyi ihmal etmeyelim. Ancak düşünerek izlersek Holokost filmlerinin şifresini çözebiliriz. Niye yapılıyor bu filmler sorusunun yanıtı da bu cümlede gizli. Rachel göl kenarında uzanmış kendi plağını portatif dönem pikabından dinlerken yelkenlisiyle yaklaşan genç denizci kendisiyle arkadaşlık kurmaya çalışıyor. O sırada Alman uçakları istihbaratını aldıkları Rachel’in saklandığı çiftliği bombalıyor. Böylece Rachel’in geçici güvenli evi, Alman savaş uçaklarının hava bombardımanı sırasında yok oluyor. Tanıştığı genç Rob da onunla beraber göründüğü için birlikte kaçmaya karar veriyorlar.

Tuhaf, herkes öldü ve ben bunun için ağlayamıyorum bile…


Kaybettiklerine ağlayamamanın asaleti, yüreğine oturan acının yüze vuran ifadesi.
Carice Van Houten’in oyunculuğunun başarılı olduğunu düşünüyorum.

Rachel ailesini de bulup sınır dışına kaçmayı planlıyor ve babasını tanıyan bir avukata gidiyor. Anne, baba, erkek kardeşi ve kendisinin olduğu fotoğrafı iki parça baklava şeklinde kesmiş ve kolyesine yerleştirmiş olduğu için Rachel, avukatın bir kitap içerisinde gizlediği yerden çıkardığı fotoğraf kartındaki aynı ölçüde boşluklara fotoğrafları yerleştirebiliyor ve kendisinin o kişi olduğunu karşısındakine ispat ediyor. Sözüm ona Yahudilerin gizlice kaçmasına yardımcı olan avukat, ona alması gerekenden daha az para ve bir kese elmas veriyor. Rachel bunları saymadan alıyor. Avukat sorduğunda ise kendisine güvendiğini söylüyor. Avukatın Rachel’e cevabı şu oluyor: “Rachel! Birisine gözü kapalı güvenmek, böyle bir zamanda, bu imkânsız!” Bu cümle film boyunca Rachel’e ciddi bir hayat dersi oluyor. Seyirci de herkese gözü kapalı güvenmemesi gerektiğini bir kez daha hatırlıyor. Oldukça öğretici bir sahne. Ailesi için başsağlığı dileyip kendisine mendilini uzatan avukata Rachel şöyle diyor: Tuhaf, herkes öldü ve ben bunun için ağlayamıyorum bile.” Avukatın mendili uzatışındaki sahtelik ile Rachel’in ağlayamayışındaki gerçeklik bir kez daha seyirciyi acıtıyor. Avukat, gönülsüzce de olsa Rachel’i düşman hattından geçirip müttefik topraklarında ailesiyle buluşması için ayarlama yapacağını söylüyor. Bunu yapıyor da ancak pusuya düşürülmelerine de imkân sağlıyor. Tehlikeli bir nehir geçişi sırasında, Rachel, ailesi ve Rob’un da aralarında bulunduğu Yahudileri taşıyan tekneye Alman devriyelerince ateş açılıyor. Naziler acımasızca, ailesi ve Rob da dahil teknedeki herkesi öldürürken, Rachel nehre atlayıp kurtulmayı başarıyor. Sonraki sabah direniş örgütünün liderlerinden biri olan Gerben Kuipers tarafından kurtarılıyor. Kuipers, Rachel’e bir iş ve güvenli bir ev öneriyor. Fakat ailesinin ve diğer Yahudilerin canice katliamını unutmayan Rachel, Hollanda direnişine katılıp Almalara karşı savaşmaya karar veriyor. Yahudilerden toplanan mücevherlerin, altınların, paraların bir Nazi subayının kasasında bulmasına ve savaşın bitmesine kadar mücadeleye devam ediyor. Filmin sonunda yönetmen bizi bir tabelayla bilgilendiriyor: “Kibbutz Stein, İkinci Dünya Savaşı kurbanlarının bulgularıyla kurulmuştur”. Filmin gerçek olaylardan esinlenildiği bilgisini filmin başında alan seyirci, köye dışarıdan bakan kamera ile filmin bitiminde gözetleme kulelerine askerlerin çıkışı ve yeni bir savunmaya hazır olduklarını görüyor. Yönetmenin, seyirciyi bu son sahne üzerinde düşündürmek istediği görülüyor.


“Kibbutz Stein, İkinci Dünya Savaşı kurbanlarının bulgularıyla kurulmuştur”.

Hayat kurtaran çikolata mı, daima tetikte kalmak mı?
Yahudi bir kadın başına gelen eziyetlere, acılara daha ne kadar katlanabilecek olabilir? Mesleği olan şarkıcılığı Nazilerin karşısında icra ederken, ailesini ve Yahudileri katleden cani ile nasıl burun buruna sahne alabiliyor? Yahudi kadın, güzel kadın, zeki kadın Rachel, yıllar önce beraber çalıştığı şeker hastası bir revü kızının, vücudundaki fazla insülini bertaraf edebilmek için çikolata yemesini, ölümün eşiğindeyken hatırlıyor ve kendisini öldürmek için şırınga edilen insülinden böylece kurtuluyor. Bu hayatta kalma içgüdüsünü besleyen nedir? Kadınsı tepkiler olan; “Ailesinin katilini gördüğünde koşa koşa lavaboya girip kusması, duygusal yakınlık hissettiği ve onun Yahudi olduğunu anlayan ama caniler gibi davranmamaya çalışan Alman subayının yine Nazilerce hain yaftası yapıştırılıp infaz edilmesinde şiddetli titreme nöbetine tutulması” neden? Tüm bu tepkilerini bastırabilme gücünü bularak kendine güvenli dik duruşu sayesinde Nazilerin arasında rahatça dolaşan bu kadın, Hollandalı direnişçiler için SS’lere karşı çalışırken, aynı safta olduğunu düşündüğü kişilerce hangi hain tuzaklara düşürülüyor? Direnişçiler tarafından bile yeri geldiğinde Yahudi olduğu için ikinci sınıf insan muamelesi görmeye tahammül edebilmesinin nedeni ne? Bu soruların tamamının cevabı: “İntikam”. Ailesinin ve diğer Yahudilerin intikamını alabilmek. Rachel’in aldığı intikam Yahudilerin hazineleri ile İsrail’de bir köy kurulması. Sonunda düşünmeden filmi bitirmeyelim.

20 Milyon Dolar bütçeli film: ZWARTBOEK (Kara Kitap)
Bir kez daha eziyet, bir kez daha Soykırım, katliam ve acı bir arada. Bunları yapanlar tarihin tozlu çöplüğüne çoktan diri diri gömüldüler. Kayıplarının acıları ise sevenlerinin kalplerinde hiç soğumayacak. Bugün Şalom Beyazperdemizde sizlerle, orijinal ismi ZWARTBOEK olan, “Kara Kitap” filmini izledik. Bu bir Paul Verhoeven filmi. 2006 yılında 20 milyon Dolar bütçe ile çekilen filmin senaryosunu Paul Verhoeven ve Gerard Soeteman birlikte yazdı, Verhoeven yönetti. Başrollerde Carice Van Houten, Sebastian Koch, Halina Reijn, Tom Hoffman oynadı. Filme IMDb puanı olarak 10 üzerinden 7.7 verildi. Bu film, Venedik Film Festivali’nde En İyi Yönetmen ve Kadın Oyuncu Altın Aslan Ödülü Adaylığı ve Toronto Uluslararası Film Festivali’nde Özel Ödülü hak eden bir film. Hollanda asıllı yönetmen, yapımcı ve senarist Paul Verhoeven’in en çok hatırımızda kalmış filmleri Robocop (1987), Temel İçgüdü (1992), Gerçeğe Çağrı (1990), Yıldız Gemisi Askerleri (1997) ve Görünmeyen Tehlike (2000). Paul Verhoeven’in sinema tarihine kült olarak kazınmış filmlerinin bir ortak noktası bulunuyor: “Filmleri seyirciyi bir şekilde rahatsız ediyor. Konfor alanlarından uzaklaştırıyor.” Matematik ve Fizik konularında bilimsel eğitim almış bir yönetmenden her filminde harikulade kurgular, insanı şok eden kanlı sahneler ve gerilim yaratma uzmanlığı görüyoruz. Önce belgeseller sonra bilim kurgular çeken Verhoeven gerilimi ve erotizmi en iyi şekilde harmanlıyor. Yönetmen Paul Verhoeven’i iyi anlamak gerektiğine inanıyorum. Yönetmenin diğer filmlerini de izlemenizi önerirken bir noktaya dikkatlerinizi çekmek istiyorum o da şu ki: “Yönetmen Paul Verhoelen, çıplaklığı göstermeyi seviyor. Filmlerinde erotik gerilim yaratmaya bayılıyor. İnsanı bir anda şok ediveren kanlı sahnelerden de kaçınmıyor.” “Kara Kitap” filmini izlemeye karar verirseniz çıplaklık ve kan seyretmeye hazır olun. Bu arada söylenilenlerin aksine yönetmenin Showgirls filmi hakkında olumsuz düşünmüyorum, Verhoelen demişken bunu da belirtmek istedim. Hissederek izlemeler, anlayarak izlemeler. Filminiz, kitabınız, sanatınız bol olsun. Dostlukla…