Haber fotoğrafı: Palazzo Corpi - Amerikan Elçiliği / Başkonsolosluğu Binası - bugün Soho House 


Amerikan Konsolosluk Binasının hikâyesi

“İstanbul, kraliçe şehir, kral şehir, sefih, şizoid, yaz-boz tahtası, gürültülerin ve derin sessizliklerin şehri. Çok renkli, çok sesli çok dilli, kaynakları talan edilmiş, katmanlarının üzerine katman binmiş, kâbus şehir: haçlı seferleri, fetihler, depremler, yangınlar, düşmeler kalkmalar antolojisi, Anka kuşu, “ars moriendi” (ölme sanatı) şehir, an be an açmakta olan gül şehir” demiş Enis Batur “İstanbul des Djinns” adlı eserinin bir paragrafında. Sonra da devam etmiş: “Marmara’nın dibinde nicedir gergin bekleyen, yarığın dibinden Büyük Kıyamet harekete geçer, İstanbul hızla cehenneminin yedinci katına inmeye koyulur, cinleri zincirlerinden boşanır, gecenin kapıları birdenbire kapanır… Her şeye gün doğarken yeniden başlanacaktır.” Bu kadim şehir hakkında aklınıza gelecek her türlü sıfatı büyük bir ustalıkla kullanmış!
“An be an açmakta olan gül gibi” demiş ya, gerçekten on dokuzuncu yüzyılın son yıllarında öyle bir ivme kazanmış ki İstanbul, an be an açmakta olan gül gibi her köşesinden bir güzellik çıkmış, her köşesinde tarih yazılmış kimisi bilinen, kimisi unutulmuş, kimisi de saklı tutulmuş.
İşte onlardan birinin inanılmaz hikâyesini irdeleyeceğiz sizlerle birlikte bu sayımızda.

Bir İstanbul gerçeği
Giuseppe Zaccagnini diyor ki, “İstanbul; Akdeniz’in diğer liman kentleri olan İskenderiye, İzmir, Selanik gibi kozmopolit ve çok katmanlı bir yapıya sahipti. İtalyanlar, bu çok yönlü varoluşa önemli katkıda bulunan unsurlardan biriydi ve İtalyan ticaret odasının resmî tespitine göre şehirdeki nüfusları yaklaşık 14.ooo idi. Bu insanlar, şehirde ve tarihte izlerini sürebileceğimiz ayak izlerini bıraktılar. “İtalyanlar” terimi, bu isim altında toplanmış farklı kronolojik, etnik ve dini katmanlardan oluşan çok heterojen bir mozaikti.”


Binanın rölöveleri

Corpi’ler

Corpi’ler Cenova’dan gelen Levanten ailelerdendi. İtalyan asıllı olmalarına rağmen İstanbul’a yerleşmeden önce yüzyıllarca Sakız Adası’nda yaşamışlar, şehrin her yerinde sayısız mülkleri olmuş. Hasılı, varlıklı bir aileymişler. İstanbul’a gelince de yine varlıklı ve yerleşik Glavany ve Tubini aileleri ile evliliklerle varlıklarını sağlamlaştırmışlar. Konumuz ana karakterlerinden Ignazio Corpi de bu ailenin çocuksuz vefat eden fertlerinden biriydi.

Osmanlı’da mülkiyet
Osmanlı Devleti’nde 1867 yılına kadar, yabancıların, elçiliklere izin verilen araziler dışında mülk sahibi olma hakları yoktu. Osmanlı hukukunda teorik olarak ya Osmanlıydınız ya da yabancı, ikisi birden olamıyordunuz. Yine de yabancılar bir şekilde Osmanlı tabiiyetine sahip varsa karıları, bir akrabaları üzerine kaydettirerek mülk sahibi olmuşlardı. İtalya, mülkiyet haklarına ilişkin protokolü 23.03.1873 tarihinde imzalayınca, artık resmî olarak İtalyanlar mülklerini kendi adlarına kaydettirebilip işlemleri yürütebildiler.


Palazzo Corpi - sonradan Amerikan Elçiliği Binası, Tepebaşı


Palazzo Corpi

Levanten armatör Ignazio Corpi de Tepebaşı’nda, o yıllardaki adı ile “Rue des Petits Champs”daki Pera Palas’ın karşı köşesindeki arsasında metreslerinden biri için, Pera çevresinde kimsede görülmemiş görkemde bir 19. yüzyıl İtalyan tarzı saray yaptırmaya karar veriyor. İtalyan mimar Giacomo Leoni ile Levanten mimar Giorgio Stampa’nın iş birliğiyle yapılan binada, tarihî kayıtlardan anlaşıldığına göre inşaat malzemesinin büyük kısmı İtalya’dan getirtiliyor, gül ağacı kapı ve pencereler Piemonte’den, taban ve duvar mermerleri Carrara’dan, mobilyaların tamamı da farklı İtalyan şehirlerinden. Zemin kattaki muhteşem davet salonunun ve üst kata çıkan devasa mermer merdivenlerin duvar ve tavanlarını kaplayan freskler, Zeus’tan Diana’ya, Neptün’den Pan’lara mitolojik karakterlerin rol aldığı sahneleri yansıtırken, üst kattaki Büyük Salon Baküs’ün izinden giden fresklerle süsleniyor. Kesme ve renkli işlemeli camlar, kakma süslemeli parke taban, zarif şömineler ve diğer göz alıcı mimarî ve sanatsal dokunuşlar sonuçta binayı eşsiz kılmıştı. Bu prototipik Palladien binada Barok’un izinden daha fazlası vardı.
Palladien mi neydi? Onu da öğrenelim, 1500’lerin ünlü mimarlarından İtalyan Andrea Palladio, villa cephelerini genellikle Roma tapınağı cephesi tarzında tasarlardı. Haç biçimli bu tasarımdaki tapınak etkisi, daha sonra çalışmalarının alameti farikası haline geldi.
Bu arada, Mösyö Corpi’nin kahve falına bakan bir Çingene falcı, ona binanın inşaatının bitiminde öleceğini söylemesin mi? Almış mı Ignazio’yu bir ölüm korkusu? Bunun üzerine Corpi, Pera’nın en görkemli binası olacak olan sarayının inşaatını on yıl geciktiriyor. 1882’de, artık bakıyor ki, on yıldır bir şey olacağı yok, eh ne yapsındı yani, bir Çingenenin falına mı inansındı? Gel gör ki, kaderden kaçılmaz. Ignazio Corpi, sarayına yerleştiği gece ölmesin mi? Aldı mı bu sefer İstanbul halkını bir korku? Üstelik hikâye duyulunca, halkın lanetli görüp önünden bile geçmeye korktuğu binaya mirasçılar ne girebiliyor ne satabiliyordu.

Grand Jackpot!
Atsan atılmaz, satsan satılmaz, şans mirasçıları hepten biçare bırakmadı, bina üç-beş kuruşa hiç yoktan iyidir hesabı Amerikalılara sefaret olarak kullanılmak üzere kiraya verildi.
O zamana kadar Fas Sultanı’nın 1790’larda Amerika’ya hediye etmiş olduğu elçilik binası dışında, Amerika’nın dünyanın hiçbir ülkesinde kendisine ait bir resmî gayrimenkulü yoktu, çünkü meclisleri de maliyesi de bu tür yatırımları israf görüyordu. O yılların Büyükelçisi John G. A. Leishman, ticari düşünen zengin bir çelik üreticisiydi. Devrin yangınlarından kaçan tüm kordiplomatik, o sıralar Pera’da birbirleri ile zenginlik yarışındayken Amerikan sefareti pek bir sefil görünüyordu. Leishman, Corpi’lerin teklifini kabul edip bu görkemli binada hiç değilse kiraya geçti.
1907’de kontrat bitiyordu. Corpi mirasçıları tekrar satış teklifinde bulundular. Binanın hikâyesini öğrenen Büyükelçi, pazarlığa oturuyor ve 99.000 Osmanlı lirasına mal olmuş bu Palazzo’yu 22.000 Osmanlı lirası gibi çok kelepir bir fiyata şahsen satın alıyor, sonra da parasını nasıl geri alabileceğinin tezgâhını kuruyor. Amerika’ya gidiyor ve konuyla ilgili bütün üst düzey yetkililerle Meclis ve Senato’nun “Dış İlişkiler” ve “Bütçe” Komisyonları üyelerini muhteşem malikânesinde bir hafta sonu geçirmeye davet ediyor.



Davet muhteşemdir, kuş sütü eksik sofralar ve su gibi içilen içkilerden sonra pokere oturuluyor. Leishman başta kasten art arda oyun kaybettikten sonra sonuncu turda da, hani kumarbazlar varını yoğunu ortaya koyar ya, Kostantiniye’deki Palazzo Corpi’yi masaya sürerek: “Siz kazanırsanız, bina sizin olur, ben kazanırsam benden satın alırsınız şartı ile tek elde oyunu kazanıp parasını çatır- çatır geri alıyor. Temsilcilere kalan ise, işi kulpuna uydurmak. Acilen Meclis ve Senato’dan kendi oyları ile Palazzo Corpi’nin satın alınması kararının onaylanmasını sağlıyorlar ve bina, Amerika’nın sınırları dışında ilk, üstelik de kumar parası ile satın aldığı resmi mülkü oluveriyor.

Cumhuriyet sonrası
Cumhuriyet’in ilanı ile tüm elçilikler başkent Ankara’ya taşınınca, bina 2003’e kadar İstanbul Başkonsolosluğu olarak kullanıldı. Önündeki kuyrukları hatırlayacaksınız. Ancak, 11 Eylül saldırılarından sonra dünyada, ABD temsilciliklerinin daha korunaklı binalara geçme süreci başladı. O zaman da İstinye tepelerinde, kelimenin tam anlamı ile “kale” niteliğinde bir yerleşke inşa ettiler ve 2003 yılında buraya taşındılar.
Binanın atsan atılmaz, satsan satılmaz niteliği gene devreye girdi ve ABD uzun süre binayı ne yapacağına karar veremedi, ta ki 2013’te Serdar Bilgili ile anlaşarak 51+51 yıllığına kiralayana kadar. Bilgili’nin de bir sözleşmeyle binayı dünya zenginlerinin kulübü “Soho House” zincirine eklemesiyle, Palazzo Corpi, bugün İstanbul’un en lüks kulüp/oteli olarak varlığını sürdürüyor.
Onlar ermiş muradına…


Soho House iç mekân