Çok güzel bir sözümüz vardır: “İnsan umut ettiği müddetçe yaşar.” Gerçekten de insan doğası, yaşamın olumsuzluklarına karşı bireyin uyum içinde yaşaması ve direnci için, geleceğe dair olumlu beklentilere sahip olma veya arama duygusunu, yani umudu tetikler. Amerikalı psikolog Charles Snyder der ki, “Umut, üç kilit unsurdan oluşur: hedef, yol ve inanç.”
Umut, insan zihninin mevcut durumdan daha iyi bir durum beklentisine dayalı bir eğilimidir. Umutla baktığımız beklenti türleri, karmaşık olduğu kadar çeşitlidir. Bunlar, iş yerinde terfi almak veya bir hastalıktan kurtulmak gibi gündelik arayışlardan, Tanrı’nın vaadinde yer alan ilahi bir beklenti gibi, manevi umutlara kadar uzanır. Hasılı umut, henüz gerçekleşmemiş bir sonuca bağlı olarak gelişen olumlu bir duygudur.
İnsanlar umutlarını düşüncelerinde yaşattığı gibi, hikâyelerinde, şiirlerinde, şarkılarında da yaşatırlar.

Müziğin gücü ve hedefi
Orta çağın gezgin şarkıcıları Trubadur’lar, görsel ve yazılı medyanın olmadığı yıllarda, bölge-bölge, ülke-ülke gezerek gerek destanlarını gerekse toplu ve ortak umutlarını halklara duyurmuşlardır.
Neden şarkı peki? Müzik, insanların duygusal deneyimlerini ifade etmek ve paylaşmak için evrensel ve güçlü bir araç olması yanında, umudu yeniden kazanmak, stresi azaltmak içsel huzuru bulmak açısından terapötik bir araçtır. Üstelik, şarkılar umut, sevgi, hüzün, coşku verirken, konser, festival, bayram etkinliklerinde bir toplulukta hep birlikte söylenip dinlenildiğinde insanların o umudu paylaşması ile coşku kazanmasına, yaygınlaşmasına, güçlenmesine, toplu hareketlere yol açar. Kaldı ki, enerji bilimi ile ilgilenenlerin yorumunca, tapınakların amacı da toplu halde yapılan dualarla salınan pozitif enerji miktarının arttırılmasıymış, yoksa herkes her yerde dua edebilir. Demek ki, toplu olarak bir hedefe kilitlendiğimizde, içimizde uyanan umudun terapötik özelliği artıyor.


Esasen umut için, yaşamın temel direği diyorlar, yaşam oldukça umut da var. Müziğin, umudun yanında toplumsal bir olumsuzluğa karşı da global bir duyarlılık hareketi başlattığını çok yaşamışızdır: Michael Jackson ve Lionel Richie’nin hepimizin bildiği “We are the world” adlı parça gibi, ya da umutsuzluğa kapılmış halklara, gençliğe din, ülke ve maddiyat ayrımının olmadığı, barış içinde bir dünya hayal etmeye teşvik eden John Lennon’un “Imagine” adlı protest şarkısı, ya da istikamet değiştirelim, milli duygulara hitap eden 1959 çıkışlı Amerikan sivil haklar hareketi ile ilişkilendirilen bir “We shall overcome” veya Küba ihtilalinin sembolü haline gelen “Hasta Siempre” gibi örneğin... Hadi, bir de güncel bir çeşit marştan örnek verelim: 1914’te Ukrayna’nın bağımsızlık şarkısı olan “Chervona Kalyna”nın günümüz şartlarında da Ruslara karşı kazanılan her zaferde tekrar gündeme gelerek hep bir ağızdan söylendiği gibi, İstiklal Marşımızın her duyduğumuzda yüreğimizi titrettiği, “Dağ Başını Duman Almış” veya “Onuncu Yıl Marşı” adlı marşlarımızın bize her zaman elimize bayrak alıp sokağa fırlatacak coşkuyu verdiği gibi. İşte bu tür nesilden nesile aktarılmış bir parçadır Hatikva da...

Hatikva’nın doğuşu
Yıl 1856, yer Avusturya Macaristan İmparatorluğunun Galiçya bölgesi (şimdiki Ukrayna sınırları içinde) Zloczow kasabası. Burada doğan Naphtali Herz Imber adlı bir genç, ilk aliya’nın bir parçası olarak 1882’de zamanın Osmanlı İmparatorluğu sınırları içindeki Filistin’e gelir.


Naphtali Herz Imber

Doğu Avrupa’dan ve Yemen’den kaçan Yahudilerin bu topraklarda “kibbutz” denilen tarım köylerini kurmaları Imber’in yüreğinde atalarından beri söylenegelen bir umudun yeşermesine yol açar ve “Tikvateinu” (Umudumuz) başlıklı dokuz kıtalık bir şiir yazar. Zamanla şiir, sadece ilk iki kıtasını kapsayacak şekilde kısaltılır ve ona Romanya’dan Filistin’e gelen besteci Samuel Cohen tarafından bir melodi eklenir.
Müzik evrenseldir sözüne uyacak şekilde, bu melodi, yüzyıllardır Avrupa’yı dolaşan ortak bir kalıptan ilham almıştı. Şöyle açıklayalım: melodi 16. yüzyılda Sefarad Yahudileri tarafından getirilmiş bir kalıptan Flamanca bir şarkı olan “Ik zag Cecilia Komen” ile, bir Ukrayna ezgisi olan “Kateryna Kuchervaya”, Bedřich Smetana’nın bir Çek ezgisi olan “Die Moldau” ve Romence “Carul Cu Boi” ile ilişkilendirildi. 1800’lerde şarkı, seküler İbranice şarkılar ve halk danslarından (hora gibi) oluşan yeni kültürün bir parçası olarak Yahudi öncüler arasında hızla yayıldı ve İsrail Devleti’nin kuruluşu hareketinin gayrı resmi marşı haline geldi.

Herzl’in “Hatikva” ile sorunu ve muhtelif tartışmalar
Gelmesine geldi de, Hatikva’nın da halk arasında yerini bulması, benimsenmesi için onlarca yıllık tartışmalardan geçmesi gerekti. Mesela daha dindar kesim, güftede Tanrı’nın belirtilmemiş olmasına karşı çıktı. İşçi kesimi, daha sosyalist bir versiyon aradı. En belirgin direniş, ki bugün halen mevcut, İsrail’deki bazı azınlıklar, ezgide Yahudilere odaklanmış olmasından hoşlanmamıştı. Popülerliği artsa da ülkenin kurulmasına destek verenlerin tamamı, bu ezgiyi hareketin marşı olarak benimsemedi. 1897’de Theodor Herzl, şarkıyı beğenmediği için, birkaç uluslararası yarışma başlattı. Herzl güftenin sahibi Imber’in bohem görüntüsüne de takılmıştı. Edebi yetenekleri, bariz bir karizması olsa da o çağdaşlarınca “serseri ve ayyaş İbrani şair” olarak tanımlanıyordu. Nitekim cemaat liderlerinin yardım etmek için yoğun çabalarına rağmen, bir süre Londra’da, ardından da Boston’da yaşadıktan sonra 1909’da New York’un aşağı-doğu yakasında alkolizmden öldü.
Kimine göre sorun, şairin kendisinde değil de melodisinin Yahudi olmayan kökenindeydi. O zaman da çözüm olarak şiire yeni melodiler yazıldı. Her ne kadar bazıları bu düşünceye karşı çıkarak melodinin aslında Sefarad Yahudilerinin geleneksel “Hallel” ayininden türediğini ileri sürdüyse de “Yahudi müzikolojisinin babası” Abraham Zvi Idelsohn buna da itiraz etti, tartışmalara akademisyenler de katıldı. Dinî kesim Tanrı’dan bahsetmediğine takıldı, sosyalist Yahudiler genellikle küçük tonlu melodiyi kasvetli ve moral bozucu olmakla eleştirdiler ve Imber’in İbrani tarzını katı ve modası geçmiş olmakla suçladılar…

Fırtınalı denizden selamete çıkış
Tüm bu tartışmaların üstesinden gelen melodi, Avrupa’daki Yahudiler tarafından 1940’larda hem Nazi Holokost’u hem Stalinist teröre karşı bir direniş olarak söylendi. İkinci Dünya Savaşı’nın sonunda BBC, kampın kurtarılmasından sonraki ilk Şabat gününde Bergen Belsen’de kolektif umut ve azmin sarsılmaz sembolü olarak kamptan canlı kurtulanlarca bu marşın söylendiğini kaydetti. Hatikva artık İsrail’deki spor etkinlikleri öncesinde ve ülkedeki önemli etkinliklerde ulusal marş olarak çalınmakla kalmıyor, Diaspora’da örneğin New York’ta Brooklyn Nets ile Maccabi Ra’anana arasındaki maç öncesinde İsrailli şarkıcı Noa Kirel tarafından söyleniyor. Marş, Barbara Streisand’ın da muhtelif fırsatlarda seslendirmesi ile uluslararası sahnelere taşınmış oldu.
Hatikva bir şarkıdan çok daha fazlasıdır. Zaman içinde muhtelif platformlarda, farklı anlamlar geliştirmiş bir semboldür ve 2004 yılında parlamento kararı ile yasalaşarak İsrail’in millî marşı kabul edilene kadar gönüllü olarak halk arasında, aynen bizim “Bir Başkadır Benim Memleketim” ile olduğu gibi marş coşkusunda söylenegelmişti.

Millî marşların toplumca benimsenmesi
Millî marş, bir ülkenin var oluşunun kahramanlık destanı gibidir ve halk tarafından beklentisini tam olarak karşılamasına kadar eleştirilmesi, üzerinde tartışılması, kabul veya reddi çok doğaldır. Pek çok ülkenin halen tartışmalıdır mesela millî marşları: İrlanda’nın 2 marşı vardır çünkü biri fazla militarist olarak değerlendiriliyor; Avustralya’nınki sıklıkla Aborjinleri yok saydığı için eleştirilir. Oysa ülke nüfusları hiçbir zaman saf bir ırktan ya da bir milletten oluşmaz. Ama az ama çok, her birinin halkı farklı kökenleri olan topluluklardan oluşur. Nitekim İsrail’de de nüfusun %21,1’i, İsrail parlamentosunda sandalyelere sahip ve ülkenin birçok sektöründe iş sahibi en büyük azınlık olan Araplardan oluşur. Başkent Kudüs dört bölgeye ayrılmıştır: zengin bir kültür ve çeşitlilik ağı oluşturmak üzere bir araya gelen ve bir arada sorunsuz yaşayan Yahudi Mahallesi, Müslüman Mahallesi, Hıristiyan Mahallesi ve Ermeni Mahallesi. Ancak, Hatikva’nın güftesinin Yahudiliğin asırlık hasretini yansıtıyor olması, ülkedeki azınlıkların önemini gözden düşürmüyor, yalnızca İsrail’in var oluş nedenini onurlandırıyor. Hatikva sadece ulusal umudun değil, aynı zamanda uluslararası Yahudi umudunun da sembolü olmaya devam ediyor; yüzyıllarca süren sürgün, antisemitizm ve Holokost’un ardından Yahudi halkının evlerine dönüp barış içinde yaşayabileceğinin umudu…