Kimi isimlerin peşi sıra açıklama gerekmez. Günümüz deyimiyle onlar “marka”dır. Hangi meslekte olurlarsa olsunlar, istikrarlı şekilde işlerine odaklanırlar, yılmadan her sorunu çözerler ve zorluklardan öğrenerek çıkarlar. Mesleklerinde ilerlerken, belki de peşinde koşmadıkları başarı kendi ayaklarıyla onlara gelir.

Hayatının büyük bir kısmını okuyarak, inceleyerek ve bizlere aktararak geçiren Gazeteci Sami Kohen’le işte o büyük kısımla ilgili konuştuk. Dediği gibi, o kısıtlı zamanda mutlaka bize anlattıklarından çok daha fazlasını biliyor. Keşke bir kitap yazsa diyor, hemen Sami Kohen’in anılarına ve deneyimlerine kulak veriyoruz...

Gazetecilik baba mesleğiniz. Ondan neler öğrendiniz, öğrendiklerinize neler eklediniz?

Babam dar bölgeye hitap eden gazetecilik yapıyordu. Çocukken, babamın yazı işlerinden arkadaşları bazen evde toplanırlardı. Onları takip ederdim ve ben de böyle bir şey yapabilecek miyim, diye çok özenirdim. Gazetecilik hevesi öyle doğdu, 14-15 yaşındaydım. Benim için ilk okul, babamın gazetecilik çevresiydi, onlardan çok şey öğrendim. Aldığım nasihat şuydu: Çok çalışacaksınız, çok şey öğrenmeye bakacaksınız çünkü öğreneceklerinizin ancak bir kısmını verebilirsiniz. İkinci prensip de: makale yazmak için öğrendiklerinizi naklederken hislerinizden arınacak, objektif olacaksınız. Okuyucunun her şeyi bilmesi mümkün değil, yazarken bilgiye dayanacaksınız. Benim için bunlar temel oldu.

Babam vefat ettiğinde 18 yaşındaydım. Ondan öğrendiklerim bende bir birikim yarattı. Üniversiteye gittiğim yıllarda dünya meselelerine, uluslararası ilişkilere meraklıydım. Başka alanlara dağılmadım. 1950’li yılların siyasi ortamını ve maddi imkânsızlıklarını düşününce bu, kolay değildi. Sonradan yönetimde yer aldığım için, özellikle dış haberler servisinde yeni gelen arkadaşlara aynı telkinlerde bulundum.

Gazeteye yazdığım yıllar boyunca olaya gittim; olay bir ihtilal veya Çekoslovakya’nın işgali olabilir. Bunu haber olarak yazmak, bir de ülkeleri her haliyle tanıtmak var. Yani daha öncekilerin tavsiyelerine de uyarak mümkün olduğu kadar bilgi paylaşmak… 1960’larda bu işe giriştiğim zaman dünyayı yakından izleyen bir toplum değildik. Dış politikaya fazla ilgi yoktu. Ben gazetemde bunun mücadelesini verdim. Beş sayfa dış haberin Milliyet’te kabul edilmesi devrimdi. Zaten az sayfamız var, okuyucu dış haberi okumaz diye düşünülüyordu. Ben, “Belki okumaz ama biz okutalım,” diyordum. Okutmak için de yazılarımı herkesin anlayacağı bir dille, basitleştirerek yazmaya çalıştım. Cazip bir başlıkla, karikatürler, vinyetler koymak suretiyle okuru cezbedecek yazılar yazdım.

Esas kaygım okuyucuya bilgi vermekti; bunu hem habercilikle hem gittiğim birtakım ülkelerin tanıtımıyla ilgili röportajlarla yaptım. Soğuk savaş yıllarında girilemeyen ülkeler vardı: Enver Hocanın Arnavutluk’u, Mao’nun Çini, Kuzey Kore… Buralara giden ilk Türk gazetecisi ben oldum. Büyük bir rekabet ve mücadeleyle, imkânsızlıklarla ülkeleri yalnız siyasetiyle değil, günlük yaşamıyla, eğitim sistemiyle, her haliyle anlatmaya çalıştım ki okuyan herkes istifade etsin. Türkiye enflasyonla bunalan bir ülke iken Arjantin, Bolivya, Brezilya da aynı durumdaydı. Bunlar ne çare buluyorlar diye yazmak için haftalarca Latin Amerika’da dolaştım. II. Dünya Savaşı’ndan sonra milli gelir itibariyle Türkiye, Kore’den daha ilerideydi. Kore birden bir hamle yaptı. Bunlar öğretici şeylerdir. Bunları anlatmak gazetecinin hizmet görevidir. Gazetecilik vizyonum şuydu: topladığım bilgileri cömertçe paylaşmak. Kavga etmeden uzlaşma yoluyla bütün meselelere nasıl çare bulabiliriz…

Kariyerinizden bahsedebilir misiniz, nerelerde bulundunuz?

Ben her zaman günlük gazetede çalıştım. Milliyet’te 65. yılımı doldurdum. Daha önce İstanbul Ekspres’te çalıştım. Neredeyse 70 yıllık bir kariyerim var. Gazetecilik hayatımda hem içeride hem dışarıda dergide de çalıştım. İçerde çalışmam kısa sürdü.

Haber dergiciliğinde bu hamleyi ilk Metin Toker yaptı. Akis dergisini kurdu. Ankara’da onunla rekabet eden Ali İhsan Göğüş’ün çıkardığı Kim dergisi vardı. Bunlar 60-70’lerin çok okunan siyasi haber dergileriydi. Maalesef bir süre sonra kapandılar. 80’lerin başında Altemur Kılıç, Devir adında bir dergi çıkarmaya karar verip Milliyet’le anlaştı. Dergi Milliyet’te basılıyordu. Altemur dergiyi Newsweek, Akis gibi yapmaya çalıştı, bana da dış haberler kısmını verdi. Her hafta 5 sayfa yetiştirmeye çalışıyordum. İyi bir dergiydi ama maddi imkânsızlıklar, yeterince okuyucu bulamama sebebiyle bir yıl sonra kapandı.

Yabancı dergilerle daha enteresan tecrübelerim oldu. 1970’lerden itibaren 30 yıl boyunca Newsweek’in Türkiye muhabirliğini yaptım. Newsweek, Time gibi dünyada tanınan bir dergiydi; çok popülerdi, 2,5 milyon tirajı vardı. Kadrosu son derece zengindi, önemli isimlerin yazar olarak çalıştığı bir dergiydi. Ömrünün bir gün sona ereceği aklımıza gelmezdi. Maddi imkânları olan bir dergi gibi görünüyordu. Maalesef 17 yıl önce kapandı ve şimdi internet dergisi oldu.

1980’lerde Economist dergisinin muhabirliğini yaptım. Economist özel bir dergi, ofisi bile dışişleri bakanlığı gibi, kompartımanlar, uzmanlar vs… Muhabir olarak buradan gönderdiğiniz yazı, uzman editörlerin elinden geçiyor. Mesela benim editörüm sadece üç ülkeye bakardı: Türkiye, Yunanistan, Kıbrıs. Talimatı o verirdi. Böyle bir çalışma tarzı tektir, benim için de büyük tecrübeydi.

Dergi olayı dar bir bölge haline geldi. Türkiye’de magazin türünde çok güzel dergiler çıkmıştır: Hayat ve Ses. Avrupa’da da Paris Match gibi benzer dergiler hâlâ çıkmakta, ama o parlak dönemler bitti.

Dünya basınındaki haberler içeri yansıtılırken, iç politikanın rüzgârına göre edit edilir mi?

Benim prensibim objektif olmak. İç siyasi olayların etkisi altında kalmamaya özen gösterdim. Zor zamanlarda bana sormuşlardır, “Rahat mısın, gazetede problem oluyor mu,” diye… Diyordum ki, “Ben dünya meseleleriyle, dış politikayla uğraşıyorum, iç meselelerle uğraşanların belki daha çok problemleri oluyor.” Bunca yıllık meslek hayatımda ve habercilik alanında sorumluluk taşıyan görevlerimde bana hiç kimse “Bunu şöyle yaz, bunu yazma, bu yazı olmadı” dememiştir. Galiba, objektif ve ölçülü davrandım. Hiçbir zaman dış politika yazıları yüzünden sıkıntı çeken meslektaşlarım da olmadı. Biz dış haberciler pek o kadar etkilenmedik.

Meslek hayatınız boyunca takip ettiğiniz dünya liderlerindeki değişimden, ekonomik ve siyasi süreçleri de gözeterek biraz bahsedebilir misiniz?

Çocukluğum ve gençliğim savaş yıllarında geçti. Evvela II. Dünya Savaşı, sonra Soğuk Savaş denilen farklı bir savaş türü. Bu yıllar boyunca birtakım toplumlar büyük liderler yetiştirdiler. Mesela Churchill, Roosevelt çıktı. Gerek Amerika gerek Avrupa’da çok önemli, sağduyu ve vizyon sahibi liderler vardı. Maalesef zaman içinde biz eskilere, “nerede o eski liderler,” dedirtiyor bu şartlar. Özellikle Avrupa basınında fikir yazılarında, “ne oldu bizim topluma ki, doğru dürüst liderler yetişmiyor,” deniyor. Bugün dünya büyük krizler geçiriyor ve maalesef bu krizlerle baş edecek kapasitede liderler yok. Yani bugün uluslararası camia lider sıkıntısı içinde…

Politikacılar hariç, tanıştığınız ünlü isimlerden sizi etkileyen oldu mu?

Peşinden koştuğum, söyleşi yaptığım insanlar genelde siyaset dünyasının insanları. Dış memleketlerde dolaştım durdum. Çok liderle temasım oldu; Willy Brandt’tan tutun Kissinger’a varıncaya kadar, büyük lider diyebileceğimiz insanlarla tanıştım. Açıkçası bunların içinde ben Kissinger’ı seviyordum; fikir, entelektüel tarafını beğeniyordum. Sizinle günlük siyasetle ilgili bir mesele konuştuğu zaman, bir cümle içinde siyasetin felsefesini yapardı. Toplumu çok iyi bilen, analiz eden, tarih kültürüne sahip bir insandı. Babacan ve vizyonerdi.

Monşerlerin dışişlerinden çekilmesi sizce ilişkileri değiştirdi mi?

Türkiye’de büyük bir değişim var ve bu da değişimin bir parçası. Kimse değişimin aleyhinde değil, ama dünyanın her yerinde, her zaman geçerli olan birtakım kurallar var. Mesela ameliyatı operatör yapar. Şimdi siz, ben değişiklik yapacağım, bir parça tıp bilgisi olan ameliyat yapsın, derseniz, olmaz. Bazı meslekleri, monşerleri, uzmanları yapar.

Mao Çinine gittiğim zaman 1971’de kültür devrimi vardı. Kültür devriminin değişim diye yaptığı hamlelerden biri, bütün diplomalıları komünlere göndermekti. Bu arada meşhur Çin tıbbını bilen ama operatör olarak yetişmemiş insanlara, sözüm ona milli tababete uygun tedaviler yapsınlar diye yetki verdiler. Sonra gördüler ki, neticeler çok kötü. Kültür devriminin sakıncaları sonradan ortaya çıktı, Mao döneminde ses çıkarmak pek mümkün olmadı.

Dışişlerinde de hayatını bu konuya vakfetmiş insanlar lazım. Monşer dediğiniz insan Mülkiyeden mezundur, lisan bilir. Onlara elit deniyor, ama yaptıkları iş bunu gerektiriyor. Onlar benim muhitim; hep büyükelçilerle, konsoloslarla beraber olduk. Aralarında sade ailelerin çocukları da vardır; anne-babaları fedakârlık yapıp onları okullara göndermişler. Hepsi iyi yetişmişlerdir; hep kendi imkânlarını, kendi zekâlarını kullandılar.

Dışişlerine girmek bazı insanların tutkusuydu. Bu bir kültür, bilgi ve tecrübe işidir. Her önünüze geleni elçi olarak gönderirseniz, sonuç alamazsınız. Bu ancak bazı durumlarda mümkündür, mesela çok başarılı iş adamıdır, geniş kültürü vardır… Amerikan sisteminde görürüz, ticari ilişkiler kurulması için bazı ülkelere iş adamları gider, çünkü onlar da o alanın monşeridir, uzmanıdır. Her mesleğin kendi kuralları var, bunları bozmanın hiçbir faydası yok.

Gazetede ve dergide yazmanın farkı var mı sizce?

Gazete anlık meseledir. Yorum yazıları daha sübjektif olabilir. Ben yorumlarımda da objektif kalmaya gayret ederim. Dergi periyodiktir; haftalık, 15 günlük ya da aylık… Bir toparlama ve analiz yapmak, günlük gazetelerde pek yer almayan detayları vermek gerekir. Mesela ben Newsweek için Türkiye’deki bir seçimi ele alıyorum. Türkiye’deki bir gazetede seçimle ilgili yazı yazdığımda, seçmen zaten memleketi bilir. Bize düşen kim, neden bu kadar oy aldı meselesini anlatmak. Dışarıya gönderdiğiniz zaman karşınızdaki Türkiye’yi bilmiyor, ona önce seçimlerin ne manaya geldiğini anlatmak lazım.

Newsweek’in çalışma tarzı çok öğreticiydi. Orada staj yaptığım için sistemi biliyorum. Buradan gönderdiğiniz yazıya Newsweek, “story” yani haber ya da yazı değil, “file” yani dosya diyor. Dosya konuya göre 2.000 kelime de olur 5.000 kelime de… Editör sizden mümkün olduğu kadar detay bekler, fakat günlük gazetede çıkanların dışındaki detayları… Renk ister; nasıl oldu, kim ne yaptı, bir anekdot ister. Üslubu bile farklıdır, buna alışmak kolay değil, dergicilik bambaşka bir şey. Çünkü hafta sonu koltuğunda oturup kahvesini içerken dergiyi eline alan okuyucu için, yazının bir albenisi olmalı ve bir şeyler öğretmeli. Bunun formatını kurmuşlardı. Biz de muhabir olarak buna göre hazırlanmak zorundaydık. Günlük gazete ve dergi arasında, yazı içeriği ve yöntemi konusunda fark var. Dergiye yazı yazmak daha zor, daha çok uğraşmak lazım, çünkü burada çok özel şeyler istenir.

Dergimizi nasıl buluyorsunuz? Görmek istediğiniz konular var mı?

Önce, Dergi’ye basınımıza hoş geldin demek istiyorum. Dergi hem vardı hem yoktu, ek olarak çıkıyordu. Bugünkü koşullar içinde bu Dergi’yi çıkarmak cesaret işi. Nana Tarablus ve ekibine tebrikler demek istiyorum. Büyük bir hamle bu, umarım başarılı olursunuz. Yeni bir şekilde çıkma ihtiyacı, anladığım kadarıyla okuyuculardan gelen bir istek. Bu önemli bir şey.

Dünyanın pek çok yerinde maalesef dergicilik gerilemiş vaziyette. Mesleğimin ilk yıllarında Türkiye’de ve dünyada çok güzel dergiler vardı. Bir kısmı yok oldu. Son zamanlarda popüler dergiler kapanmak zorunda kaldı. Bunun nedenlerinden biri, hayat tarzı değişti. Yazılı basın zaten popülaritesini kaybetti. Onun yerine televizyon, internet geldi. Teknolojideki gelişmeler yazılı basını bir parça kenara itti. Dergicilik özellikle bunun içinde, çünkü bugünkü maliyetler yüksek. Çok müesseseleşmiş dergiler bile buna dayanamıyor. Ayrıca reklamlar televizyona, internet gazeteciliğine gidiyor, dolayısıyla pasta payı küçüldü.

Dergi’yi profesyonel bir seviyede görüyorum. Sayfa düzeni fevkalade güzel ve profesyonelce. Çeşitli yazılar olması önemli. Bu derginin başarı şansı var, çünkü ilgi alanları çok farklı insanlara hitap ediyor. Genç, yaşlı, kadın, erkek, mesleği ne olursa olsun, Dergi’yi eline alan herkes mutlaka kendine uygun, kendi alanına dair yazılar bulabilir. Bunu evimde de görüyorum, ben de eşim de okuyacak bir şeyler buluyoruz. İçerikteki çeşitlilik bunu sağlıyor. Konular hep güncel olmayabilir. Birtakım ülkelerin tanıtımı ile ilgili yazıları enteresan buluyorum.

Türkiye’de bu tür dergi yok denecek kadar az, o bakımdan bir boşluğu doldurabilir. Temennim ve ümidim başarılı olacağıdır, çünkü birincisi amatör bir ruhla ve hevesle hazırlanıyor; ikincisi Dergi’nin fazla bir ticari amacı yok. Bir iş kurulurken, bundan para kazanacak mıyım, diye bir fikirden hareket edilir, o zaman maliyet vb. faktörler öne geçiyor. Bu, Dergi için pek söz konusu olmadığı için yaşama şansı var.














Sami Kohen meslek hayatı boyunca kullandığı
daktiloları saklamış. Siyah daktilo, babası
Albert Kohen’e ait. Zaman zaman hâlâ yazılarını
daktiloyla yazıyor ama artık şerit bulunmadığı için
iki kâğıdın arasına karbon kâğıdı koyuyor.


SAMİ KOHEN

Gazetecilik eğitimine İstanbul Üniversitesi Gazetecilik Bölümü’nde başladı, Pennsylvania Üniversitesi’nde bitirdi. Babası Albert Kohen’in 1939-49 yılları arasında Ladino ve Fransızca çıkarttığı La Boz de Türkiye gazetesini babasının vefatından sonra Türkiye’nin Sesi ve Haftanın Sesi adlarıyla devam ettirdi. Daha sonra Tan, Yeni İstanbul ve İstanbul Ekspres’te dış haberlerde çalıştı. 1954’te dış haberler şefi olarak Milliyet’e geçti. Makaleleri Christian Science Monitor ve New York Times’da yayınlandı. The Guardian, The Economist, Newsweek muhabirliği yaptı.

1960’da eşi Mirka ile evlendi ve iki çocukları oldu.

1980-84 yıllarında Uluslararası Basın Enstitüsü yönetim kurulu üyeliği ve Türkiye Basın Enstitüsü Derneği başkanlığında bulundu. 2019’da Global İlişkiler Forumu kendisine “Onur Üyeliği” ödülü verdi.

Anıları Özer Yelçe tarafından Dünyanın Yazısı adıyla kitaplaştırıldı. İzlenimlerini Bugünkü Japonya (1982), Değişen Çin (1982) kitaplarıyla kaleme aldı. Sami Kohen halen Milliyet’e yazıyor.

https://www.biyografi.info/kisi/sami-kohen

F
oto: Teri Erbeş