ANI - Arda Eşberk
Hayatta bazı anlar vardır ya, içinden bir ses yükselir: “Artık hiçbir şey eskisi gibi olmayacak…” İşte, benim için 78. Cannes Film Festivali, tam da böyle bir andı.
17-24 Mayıs 2025 arasında, hayatım ikiye ayrıldı: “Cannes’dan önce” ve “Cannes’dan sonra”
Her şey, yol arkadaşım ve ilham kaynağım modacı Jade Gritsfeldt’in, “Arda, hadi Cannes’a geliyorsun!” çağrısıyla başladı. Gazeteci akreditasyonum son dakika yetişmedi, ama bir kapı kapandığında bir diğeri açılırmış: Bu kez film yapımcısı ve yazar kimliğimle başvurdum. Ve bu, tam anlamıyla bir işaretti: Evren bana, “Senin için yeni bir yol açılıyor, hazır mısın?” diye fısıldıyordu.
Astrolojik olarak, tam da bu dönemde Neptün’ün Koç burcuna geçişi vardı: hayallerin, sezgilerin, cesaret ve hareketle buluştuğu bir dönem. İçimde bir şeyler, artık sadece düşlemem değil, harekete geçmem gerektiğini söylüyordu. Cannes’a gidişim hem mesleki hem ruhsal bir yolculuğun başlangıcıydı.
1. Gün: Sabahı Fransız Rivierası’nın o dingin denizinde yüzerek ve meditasyon yaparak karşıladım. Cannes’ın kalbine indiğimde ise kendimi büyülü bir atmosferin içinde buldum. Tanıştığım her insan bir sürprizdi: fotoğrafçılar, yönetmenler, modacılar… Ama beni asıl şaşırtan, kırmızı halıların, ultra lüks otellerin ardında bile aydınlanma arayışında olan, Kundalini’nin uyanışına ilgi duyan ruhlarla karşılaşmamdı.
Bir fotoğraf çekimi sırasında tanıştığım ünlü Türk-Alman yönetmen Fatih Akın ile olan sohbetim, Cannes’ın bana sunduğu ilk büyülü tesadüftü. Fotoğraf karelerinde, Hotel Martinez’in, o sinema tarihine damgasını vurmuş sahnesinde duruyordum. Marilyn Monroe’nun iz bıraktığı yerde, biz Jade ile modanın, sinemanın ve sanatın kesişiminde kendi hikâyemizi yaratıyorduk.
“Cannes sadece kırmızı halı değil,” dedim içimden. Gerçekten de değildi.
Bir günümüz, Eden Roc’ta geçti. Belle Époque ruhuyla dolu bu tarihî otel, Picasso’dan Hemingway’e nice yaratıcı ruhu ağırlamıştı. Denizin kıyısındaki restoranda sohbet ederken, güneş Altın Palmiye gibi parlıyordu üstümüzde. Akşamında, caz melodileri eşliğinde geçmişe ve bugüne tanıklık ettik. Eden Roc, bana Cannes’ın sadece bir festival değil, bir ruh hali, bir hayal, bir sanat duruşu olduğunu hatırlattı.
Ve sonra sahilde, hayatımın en beklenmedik karakterlerinden biriyle tanıştım: Jasz.
O bir yapımcıydı, bir tanrıça gibiydi; anlattıklarına göre Cannes yakınlarında bir şato kiralamış, filmler çekmiş, başka bir dünyadan gelmiş gibiydi. Ancak gerçek sonradan ortaya çıktı: Sahilde, eski bir Peugeot’nun içinde yaşıyordu, kaybettiği kedisi Paşmina’nın hatırası ve hayalleriyle baş başaydı. Ama işte, tam da bu yüzden Jasz en büyülü figürdü: Çünkü o, Cannes’ın kırmızı halısının arkasındaki gerçekti. Simülasyonun içinde yaşayan bir samimiyet. Ve bana şunu söyledi: “Sizin gelişinizle Cannes değişti.”
Astrolojik olarak düşündüğümde, Neptün’ün Koç’a geçişi, bana ve bize şunu fısıldıyordu: Artık sadece hayal etmek yetmez, harekete geç!
Ve Cannes’da gerçekten de bunu sahada hissettim. Bir tarafta şampanyalar, prestijli galalar, bir tarafta ruhsal arayışlar, yalnızlıklar, umutlar… Herkes, kendi filminde, kendi yolculuğundaydı.
Festivalin son günlerinde bir sınav daha geldi. Son anda Martin Bourboulon’un “13 Days 13 Nights” galasına iki biletin mucizevi şekilde bize ulaşması, evrenin bize “test bitti, geçtiniz” dediği andı. Cannes’da hiçbir şey parayla ya da planla olmaz; orası niyetle, enerjiyle, kalbinle açılır. Öyle de oldu... Sonuç zaferin ve bütünlüğün sarhoşluğunda fotoğraflarda beden bulan sevginin gücü...
Ama Cannes’ın bizi asıl test ettiği yer, görünüşümüzdü. Bu yılın sıkı kırmızı halı kuralları, erkeklere siyah-beyaz smokin dışında bir şey tanımazken, Jade ve ben bir moda manifestosu yarattık. Jade, Ukrayna’nın pembe başörtülerinden yapılmış özel bir takım elbise giydi; ben ise Cannes’ın sembolü palmiye yaprağı broşumu papyonumun yanına taktım. Jade ile düzenlediğimiz atölye olan “Inner Union”, “İçsel Bütünleşme” ruhuna uygun bir bicimde iç dünyamızdaki dişil eril dengesini tarzımızda yansıtıyorduk.
Stil, içsel dengedir. Stil, bir tavırdır
Ve bu yolculuğun en önemli mesajı şuydu: Gerçek büyü, kırmızı halıda, gösterişli otellerde, sahne ışıklarında veya büyük isimlerin arasında değil; aşkın gücündeydi! Egonun direncine rağmen bir ve bütün olmayı becerebilmekteydi. Tüm korkularına, zihnin tüm tuzaklarına rağmen sevgiyi seçebilme cesaretini gösterebilmekteydi. An’da olma becerisinde, kalbin derinliklerinden gelen sevgiyi ifade edebilme gücündeydi. Denizle bütünleşen yağmur damlasında, sevgiden akan gözyaşlarında saklıydı…
Ve evet, Cannes dönüşü artık biliyorum: Kendi filmimi yazmak, yönetmek ve yaratmak için yeni bir yolculuğa çıkıyorum. Ve bu yolculukta en heyecan verici duraklardan biri, kendi tiyatro oyunum “Kibele’nin Kızları”nı bir film projesine dönüştürme hayalim olacak.
Şimdi sıra sende, sevgili okuyucu: 2025’e yaklaşırken, sen hangi hayaline cesaret edeceksin?
Kendi filmini yazmaya, kendi kırmızı halında yürümeye hazır mısın?
Çünkü Cannes’ın gölgeleri sana bir şey fısıldıyor: “Cesur ol. Hayallerinin peşine düş. Kendi filmini yaz.”