Leh Leha
“Yolculuğu sen yapacaksın. Gideceğin yeri de, kim ne derse desin sen seçeceksin. Geçen zaman terk edecek seni ve bilinmeyene yürüyeceksin. Git, vaat edilene doğru kendi içinde git. Ve sakın şaşırtmasınlar yolunu. Seni durdurmalarına da izin verme.”


Çok anlamlı ve güzel bir kitabı sizlerle tanıştırmanın mutluluğu içerisindeyim. Büyük bir ilgiyle okuduğum bu kitabın yazarı halihazırda sürdürdüğü görevi ile Türk Yahudi Toplumu Başkan Vekili. Ocak 2018- Haziran 2021 süresi boyunca Cemaat Vakıfları Vakıflar Genel Müdürlüğü’nün Vakıflar Meclisi temsilcisi, 500. Yıl Vakfı eski dönem Başkanlarından MORİS LEVİ. Kendisinin deyimiyle öykü macerası, şahsen gördüğüm en büyük vizyonerlerden, aynı zamanda çok yaratıcı ve yaratıcı fikirlerini çevresinden hiç esirgemeyen Türk Yahudi Toplumu Eşbaşkanlarından İshak İbrahimzadeh’nin yüreklendirici bir yorumu ile başlamış; “… Neredeyse kendimi bildim bileli öykü dinler, öykü okur, biriktirir, fırsat buldukça da öykü anlatır, hatta yazarım… Macera, 2016 yılının başında bir gün, bir öykü paylaşmamla başladı. Ertesi gün İshak İbrahimzadeh bana; ‘Dün Facebook sayfanda bu Şabat’ın Peraşası ile ilgili bir öykü paylaşmışsın!’ dedi…” Sevgili Moris’in kitabın önsözünde yer alan bu paragrafı, tatlı diliyle anlattığı macerasının devamı ile sürüyor.

“Yetmiş Duvaklı Gelin” adlı bu geliştirici, düşündürücü ve bence dönüştürücü kitabın isminin nasıl koyulduğunu yine Levi’nin anlatımı ile yer vermek istiyorum: “… Dünyanın her yerinde Yahudiler Cuma akşamı, Şabat’ı “Gelin” olarak karşılarlar. Ve atalardan binyıllardır hiç değişmeden aktarılan Peraşalara ve öykülerine yetmiş farklı açıdan bakarlar, nesiller arasında yüzyıllar boyunca tartışırlar, paylaşırlar ve farklı farklı yorumlamalarda bulunurlar. Geçen binlerce yılda pek çoğumuz farklı bakış açılarının ve yorumlamaların zenginlik olduğunu artık içimize sindirecek kadar olgunlaştık. Bu, dünya durdukça böyle sürecek ve dünyanın her yerinde Yahudilerde çeşit çeşit yaşam şekli, düşünme çeşitliliği / zenginliği olduğu sürece hiçbir yoruma asla ‘bu nihai yorumlamadır’ denmeyecek. Bu yüzden kitabın adını “Yetmiş̧ Duvaklı Gelin” koymayı tercih ettim…”


Moris Levi ve Renan Koen

Bence öyküler çok önemliler. Ben büyükbabamın masallarıyla büyüdüm. Aynı şeyi Moris Levi’nin babası ile olan ilişkisinde okuyunca çok etkilendim. Sevgili Moris’in babası, öykü anlatımını adımlarca ileriye götürmüş, kendi çocuğunun yapısını keşfederek ona uygun olan yol ile öyküler üzerinden oğlunu yaşama hazırlamış, bir babanın güç veren eliyle ona arkasında olduğunu hissettirmiş. Moris ise ondan aldığı bu eli tam altı buçuk senedir her hafta kendi öykü yolu ile binlerle paylaşıyor.

Kitabın tanıtım yazısı için Moris Levi’ye ve çok özel kareleriyle kendi objektifinden nefes veren fotoğrafçı Emel Benbasat’a merak ettiğim soruları sordum.

Gözlem Yayıncılıktan çıkan bu kıymetli kitap bir başucu kitabı niteliğinde. İster baştan sona okuyun ister her gün “Bugün alacağım mesaj nedir?” diye sorup rastgele açıp okuyun dönüştürücülüğü ile yaşamınızı bir sanat eserine çevireceğine eminim.

Sevgili Moris, öyküler seni nasıl bir yolculuğa çıkarıyor?
Moris Levi: Öyküler hep benim yaşamımın önemli bir parçası oldu. Babam çok güzel öykü anlatırdı. Daha da ötesi beni eğitmek için bile öykülerden faydalanırdı. Anımsadığım en eski anılardan bir tanesi, sofrada yemek yememizle ilgili olanıdır. Zayıf ve iştahsız bir çocuktum, beni yedirebilmek için babam tabaktaki her bir lokmaya isim takar ve o lokmalar arasında geçen bir uyduruk öyküyü anlatmaya başlardı. Bir yandan da o isim taktığı, kişilik kazandırdığı lokmaları ağzıma tıkıştırırdı. İlkokula başladığım yıl bir türlü okumayı sökemedim. Sanırım disleksi gibi bir kusurum vardı, harfleri hep ters görüyordum. Babam yine kollarını sıvadı ve her harfe çıkardığı ses ile ilgili bir isim taktı. Harfler birlikte gezmeye gittiler ve kelimeleri oluşturdular. Ben harflerden önce öykülerini öğrendim. 

Yıllar geçti ve etrafıma benden küçük çocukları toplayıp öykü anlatmaya başladım. Daha sonra da fırsat buldukça öykü okudum, öykü biriktirdim, öyküler anlattım daha da önemlisi hep öykülerle düşündüm durdum. 

Yazdığın öykülerdeki mesajın yerine ulaşacak olması sende nasıl bir his yaratıyor?
M.L: Öncelikle, yazmak inanılmaz keyifli bir macera benim için. Her hafta yeni bir macerayı aralıklı 11-12 saat yaşıyorum. Ve bu yazdığım / paylaştığım alıntı ve öykülerdeki mesajları deşiyor duruyorum. Önce kendim için. Her bir öykü, paylaşılmadan önce en az 13-15 kere yazılıyor ve her seferinde bana göre derinleşiyor. Kendi kendime ve okuyanlara mesaj çıkarmaya çalışıyorum.

Öte yandan itiraf edeyim ki, mesaj yerine ulaşıyor mu şüpheliyim. İnsan öykü, mesel dinlemeyi okumayı sever ama onlardan sadece işine gelen dersleri alır. Öyküleri doğal olarak gerçek yaşamdan kopuk bulur. O yüzden çok büyük bir keyifle bir ikinci kitabı tarihî öykülerle hazırladım. 100 adet gerçek tarihî olayı araştırdım ve yazdım. O tip öykülerin ya da anekdotların daha fazla yerine ulaşabileceğini zannediyorum. Esasen yaşadığımız devirde elimizde paha biçilmez bir hazine var. Ne yazık ki “Tarih” deyince biz savaşları, yengi ve yenilgileri sıralamaktır sanıyoruz. Okullarda bize öğretilen bireylerin tarihi değil. Çok defa ideolojiler ve sistemler bireyleri ezmiş, birtakım, zamanla anlamını yitirecek kurum ve ilkeler - amaçlar - menfaatler insanların önüne geçmiştir. Oysa bireylerin başlarından geçenler ve onların olaylar hakkındaki tutum ve kararları tarihin kendisini değiştirmiştir. Gerçekten mesel gibi okunması gereken ve bize çok şey öğretebilecek olanlar tarihi öykülerdir.

Öyküler bizleri bilmediğimiz görmediğimiz atalarımızla bağlayıcı mıdır, bu bağlamda dönüştürücü müdür sence?
M.L: Bir topluluğa kimlik kazandıran onun kolektif hafızasıdır. Ve kolektif hafıza en çok öykülerle taşınır inancındayım. 


Fotoğraflarıyla kitaba katkıda bulunan Emel Benbasat, kitabın yazarı Moris Levi ile kapak çalışmasını incelerken

Sevgili Emel, dünyaya fotoğraf gözünden baktığından beri görüşün, bakışın değişti mi?
Emel Benbasat: Kameranın arkasından dünyaya bakmak farklı bir perspektif kazandırıyor elbette; insan o zaman bakmakla görmek arasındaki farkı gerçekten hissediyor. Fotoğraf, benim dünyayı algılama şeklimi değiştirdi; eskiden olaylara daha yüzeysel yaklaşabiliyordum şimdiyse mutlaka arkasında olanı da görmeye çalışıyorum. Bir karenin binlerce hikâyeyi anlatabileceğini ve pek çok yaşanmışlığı o tek karelik an’a sığdırabileceğini biliyorum.

Bir anı sonsuzlaştırma anını nasıl hissediyorsun, nasıl bir ses geliyor ki içinden o anı ölümsüzleştirmek istiyorsun?
E.B: İnsan önce gözünün gördüğü her şeyi çekmek istiyor, bir süre sonra deklanşöre basmadan önce sadece gözünle çekmek istiyorsun bazı kareleri. Bunu yaptığında fotoğrafa yansıyacak kompozisyon senle konuşmaya başlıyor. Sabırla beklemeyi gerektiriyor bazen tek bir kare çekmek. Bazen de, şans mı demeliyim bilmiyorum ama doğru zamanda doğru yerde oluyorsun, işte o anda hızlı karar verme mekanizmasını da devreye sokman gerekiyor. Parmağın deklanşöre zamanında giderse kendi şanslı karenin sahibi oluyorsun

Fotoğraflamayı en çok sevdiğin alan hangisi?
E.B: Sokak fotoğrafçılığı benim vazgeçilmezim. İnsana dokunmak, yaşamın karmaşasında hayat hikâyelerinde kaybolmak bana inanılmaz keyif veriyor. İzleyicinin bir karede gördüğü bazen hüzünlü, bazen gülümseyen bir yüz, bazen pis bazen boyalı ve düzgün bir sokak oluyor. Sizse bir kameranın arkasından bakarak o sokakta yaşananları izliyor, kendinizle özdeşleştiriyor ve adeta o hayatın bir parçası oluyorsunuz. Makineni alıp arka sokaklarda yaşam içinde kayboldukça insanlarla vakit harcamak gerektiğini, bazen bir kare için saatlerce kurulan diyaloğun ne kadar önemli olduğunu fark ediyorsun. Sokağın insanı özgürleştiren ruhuna iyi gelen bir büyüsü var, en azından ben buna inanıyorum. Sonra heybende bir sürü hayata dair binlerce hikâyeyle dönüyorsun eve. Bazı kareler uzun bir aradan sonra baktığında bile sana o yaşanmışlığı anımsatıyor ve işte o zaman yaptığın işin keyfini almaya başlıyorsun.

Portre fotoğrafları çektiğin zaman gerek yüz gerek beden gerekse duygusal ifadeler sana nasıl konuşuyor?
E.B: Açıkçası portre çekmeyi, yoldan geçerken gördüğün bir yüzü kareye yansıtmak olarak algılamamak gerekiyor. Hele ki, öznesi insan olan bir fotoğrafı çekerken bunun oldukça özen isteyen bir şey olduğuna inanıyorum. Bu da çoğunlukla ciddi bir zaman harcamanı gerektirebiliyor. Bir portre çekmek için bazen günlerce o kişiyi ziyaret etmeniz onla uzun uzun sohbetler etmeniz gerekebilir, bazen de ilk karşılaştığınızda bir bakış, ufacık bir mimikle o duygu size akar ve doğru anı yakalarsınız. Ben sanırım en çok yaşlı insanların portresini çekmeyi seviyorum. Onlarla diyalog kurmak, hayatlarına dokunmak, yaşanmışlıklarını paylaşmak beni çok etkiliyor. Çok hızlı bir şekilde duygusal bağ kurabiliyorum ve o zaman onlardan yakalamak isteyebileceğim karelere göre onları sorularımla yönlendirebiliyorum. Bu da karelerime gözlerindeki derin bakışların aynı anda hem hüzün hem neşesi olarak yansıyor.