Savaşçılar birbirlerine mızrak attıkları zaman bu silahın ilk hızı, yörüngesine bakılarak görülebilecek ve etkisi kalkan yardımıyla önlenebilecek kadardı; ama mızrağın yerini kurşun aldığında hız o kadar yüksekti ki, vuruşu savuşturmak olanaksız hale geldi…” Paul Virilio

Sanayi devrimiyle birlikte şekillenen modern çağın ritmini karşılayan hızın, mantığını tarif etmek için icat ettiği “dromoloji” terimiyle tanınan Fransız kent bilimci ve estetik felsefecisi Paul Virilio’ya göre, günümüzde artık yalnızca hızlandırılmış bir zaman tanımı yapmak mümkündür. Bu, yeni zaman tanımında basitçe “geçmiş, şimdi ve gelecek” kurgusuyla hareket etmek gerçeklikleri açıklamaya yetmeyecektir. Zaman ve mekân kavramları yeni çağ ile farklı bir uzaya işaret etmektedir. Bu yeni uzayı temsil eden ortamlardan en önemlisi de sanat olmuştur. Özellikle geç modern çağda artan hakikat ihtiyacı, artık klasik bağlamda anlaşıldığı şekliyle biçim ve renk ile tatmin edilemiyordu. Tuval üzerinde üretilecek olan hareket izlenimi Rönesans’tan beri süre gelen evrensel kompozisyon değerleriyle açıklanabilen dinamizmde sabit bir an olmayacaktı. Dinamizmin bizzat kendisi olacaktı. O güne dek ressamlar seçtikleri nesneleri ve insanları izleyiciye eşsiz bir deneyimin ürünü olarak sunarken, o günden sonra izleyici resmin merkezinde yer alacaktı. İnsan aklının her alanında olduğu gibi, ileri görüşlü bireysel araştırmalar, dogmanın değişmeyen belirsizliklerini silip süpürdü; bilimin canlandırıcı keşifleri de yakında resim sanatını akademizmden kurtaracaktı. Bu, yeni bir medium olan görüntü kaydının zaferiydi. Sanata ve çağa kazandırdığı yeni görme biçimi sayesinde bugün hala genişlemekte olan bir evrenin kapılarını araladı.



Genişleyen sınırlar
On dokuzuncu yüzyılın tüm teknik yenilikleri gibi, fotoğrafın icadı da sanat ve bilimde insan vizyonunun sınırlarını değiştirdi ve genişletti. Ancak, belki de bu değişikliği yaratan asıl unsur fotoğrafın gösterdiği şeyler ve suretlerden çok, henüz hiçbir şekilde insanın deneyimlemediği fotografik zaman ve mekân algısında yatıyordu. Görüntülerde her şey hareket ediyor, her şey koşuyor, her şey hızla değişiyordu. Algılanamayan bir anı yakalama yeteneği, fotoğrafı bir gerçeklik kaydının ötesine taşıyarak yeni bilgiler üreten bir ortama dönüştürdü. Fotoğraf, yalnızca bir yardımcı anı olmaktan çok, kısa sürede resimde tonun, perspektifin ve kompozisyonun da temel özelliklerini belirledi.



Bu etkiyi oluşturan ve devinim çağının önemli aktörlerinden biri sayılan İngiliz fotoğrafçı Eadweard Muybridge insanın tüm devinim, hareket ve hızı algılama biçimlerine yeni ve daha gerçekçi bir alternatif sunduğunda bir dönemin başlangıcını da işaret etmiş oldu. 1873 yılında eski bir Kaliforniya valisi ve gelecekteki ABD Senatörü, Orta Pasifik Demiryolu başkanı ve zengin bir at meraklısı olan Leland Stanford, Eadweard J. Muybridge’i, hareketinin bir noktasında bir atın aynı anda dört ayağını birden yerden kestiğini fotografik olarak göstermek için işe aldı. O zamanlar hiçbir fotoğrafçı böyle bir fenomeni yakalayacak kadar hızlı bir deklanşör tasarlamamıştı. Muybridge, beş yılı aşkın deney ve denemelerinin ardından 1978 yılında Parlak Kaliforniya güneşi altında, kireçli bir pistte beyaz bir arka plana karşı, atın hareket hattına dik açılarda on iki kamera yerleştirdi. Deklanşörlere bağlı ipler, ray boyunca gerildi. At hızla geçti, ipleri aştı ve her deklanşörü saniyenin yaklaşık 1/2000’inde tetikledi. Stanford’un tahmin ettiği gibi, bu görüntüler, atın aynı anda dört ayağının da yerden kesildiğini doğruladı. Ancak sürpriz olan, bunun sadece, atın ayaklarını karnının altına soktuğunda gerçekleşmesiydi. Fotoğrafların hiçbiri, ön ve arka bacakları tamamen uzatılmış, resimsel estetikle dörtnala koşan bir atı göstermiyordu. Daha önceki yanlışlıklar, özellikle de “uçan dörtnala” at figürü, şimdi canlı bir şekilde gösterildi. Sanattaki birçok yerleşik geleneği alt üst eden bu imgelerin aniden ortaya çıkması her şeyi altüst etti. Muybridge, olgu ve gelenek arasındaki zorunlu karşıtlığın içerdiği sonuçların tamamen farkındaydı ve şöyle ifade ediyordu; “Sembol ve gerçek -ya da varsayılan gerçek- o kadar iç içe geçmiştir ki, akıl ve kişisel gözlem bize gerçek bir ilişkileri olmadığını öğretse bile, onları ayırmak son derece zordur. Geleneksel dörtnala koşan atta da öyledir; Onu sanatta görmeye o kadar alıştık ki, anlayışımıza belli belirsiz bir şekilde egemen oldu ve tüm önyargılı izlenimlerimizi bir kenara bırakıp gerçeği doğanın kendisinden bağımsız gözlemle arayana kadar temsilin dokunulmaz olduğunu düşündük.”

O güne dek hareketi tarif eden bulanık görüntüler hareket halindeki formların görünümünü verirken, hareket halinde sabitlenmiş imgeler hareketin oluş ve sürüş şeklini açıklıyordu.

Muybridge, doğru olanın her zaman görülemeyeceğini ve görülebilenin her zaman doğru olmadığını açıkça ortaya koydu.



Hızlandırılmış zaman tüm gerçeklerimizi de hızlandırdı
Muybridge’in bir kilometre taşı olarak görülebilecek ve ardından Thomas Eakins ve Étienne Jules Marey gibi çağdaşlarının geliştirerek yorumladığı bu yeni hareket, devimin ve hız fenomeni tüm gerçekleri endüstri çağının gerçekleri olarak yeniden yorumlatan bir hareket, hız ve zaman duygusu sunuyordu. Görüntüler, Charles Lyell’in Jeolojinin İlkeleri’nde ve Charles Darwin’in Türlerin Kökeni’nde ortaya koyduğu, dünyanın İncil’deki bir saat tarafından yönetilen statik bir ortam değil, bir zaman sürekliliği olduğu önermelerinde kanıt oluyordu. Fransız filozof Henri Bergson, Matter and Memory ile zamanın bireysel, ölçülebilir parçalardan oluşmadığını, sürekli ve bölünmez bir hareket olduğunu savunuyordu.



Marcel Proust ve James Joyce gibi yazarları da etkiledi. Edgar Degas’ın Dansçılar Frieze’si gibi eserler bu dinamizmi takip ediyordu. Durağan zamanın sonsuz bir hareket akışına yer değiştirmesi, Marcel Duchamp’ın Merdivenden İnen Çıplak adlı eserinde sanatçının zaman ve mekân yorumunu değiştiriyordu. İtalyan Fütürizminin gelişiminde rol oynayarak, Giacomo Balla’nın Tasmalı Bir Köpeğin Dinamizmi adlı eserine ilham oluyordu.

Gelişimi sonsuz kılan bu gösterişli hız ve hareket fenomeni dünyayı yeni bir güzellikle, hızın güzelliğiyle daha da zenginleştirmişti. Dünyanın canlılığını merceğinin önüne koyarak zamanının âdetlerine meydan okudu. Bilim ve sanatı birbirine daha fazla yaklaştıran ve sürekli katlanarak artan devinim hayvan ve insan anatomisinin kavramsal ve estetik bilgisini genişletirken makinelerin anatomisine de ilham oldu. Örneğin, kaportası nefes alan yılanlara benzeyen, galvanik egzoz borularıyla donatılmış bir yarış arabası, kısa zamanda bir arzu nesnesine dönüştü. İleriye doğru büyük bir adım atıldı ve etten kemikten oluşan varoluşlar yerine makineler yüceltilmeye başladı. Konumumuz değişmişti, dolayısıyla ahlakımız ve estetiğimiz de değişmeliydi. Hız, insanoğlunun hayatında değişmez bir olgu haline geldiğinde huzurlu, yumuşak yaşam sona erdi. Büyük icatlar, telefonlar, telgraflar, seyahat hızı ve nihayetinde devasa savaşlar belki de bilgi-gücün askeri güçle örtüşmesinin en belirgin göstergesiydi. Virilio’ya göre; “Hız Batının umududur; orduların moralini yüksek tutan savaşa kullanım kolaylığı getiren hızdır, taşımacılıktır. Her arazide giden zırhlı araba engelleri ortadan kaldırır. Bu arabayla birlikte artık toprak yoktur; her arazinin-araba yerine arazisiz araba diye adlandırılması uygun olan bu araç bayırları tırmanır, korulukları aşar, çamura bata çıka ilerler, geçerken çalıları, duvarları söker atar, kapıları yarar; karayolunun, demiryolunun eski çizgisel güzergahından kurtulur, hıza ve şiddete yepyeni bir geometri armağan eder.”


Marcel Duchamp, Merdivenden İnen Çıplak


Bugün artık hareketi kutsayan tüm görüntüler, küresel sömürge kültürünün temsil edildiği ve tanıtıldığı baskın ve belirleyici bir araç haline gelişinin zaferini de kutlayabilirler. Gerçekten de hız bu denli kutsanmasaydı yıkıcılık bu denli büyük olur muydu cevabı bilinmez sorulardan biri olarak kalacaktır. Tek bilinen şey ise bu hızlandırılmış zamanın tüm gerçeklerimizi de hızlandırmış olduğudur.