Haber fotoğrafı: İngiliz fotoğrafçı George Rodger


İngiliz fotoğrafçı George Rodger Nazi toplama ve imha kamplarının felaketine tanık olmuş ve akıldan çıkmayacak fotoğraflarla kayıt altına almıştır. Bu acılı deneyim tüm profesyonel kariyerini etkilemiş ve bir daha hiç savaş fotoğrafı çekmemiştir. 1939’dan o güne dek Life dergisinin savaş muhabiri olarak çalışmıştır. Mart 1945’in başlarında, İngiliz birlikleriyle Almanya’ya girmiş, 26 Mart’ta Churchill Ren Nehri’ni geçtiğinde tanıklık etmiş ve 28 ile 31 Mart arasında, sınır dışı edilip müttefikler tarafından kontrol edilen yolları kullanmaya başlayan insanlarla birlikte bu bölgeden geçmiştir. Daha sonra Life tarafından Paris’e gönderilmiştir. İngiliz birliklerinin 15 Nisan’da Bergen-Belsen’i kurtardığı gün Almanya’ya geri dönmüş ve sonraki günlerde orada çalışmaya devam etmiştir.

Rodger ilk olarak kampın açık kapısından girdiği anda, daha sonra anılarında da yazacağı gibi gördüklerine dair bir kaybolmuştuk hissiyle baş etmeye çalışır. Kampta birkaç saat geçirdikten sonra, çoğu zaman ağaçların ve binaların arasında yatan ceset yığınlarının grafiksel olarak hoş kompozisyonlarını aradığını fark ettiği için ise nasıl dehşete kapıldığını bir daha asla aklından çıkaramaz. Bu travmatik deneyim Rodger’ın artık savaş muhabiri olarak çalışamayacağı sonucuna varmasına yol açan hissi açığa çıkarır. “Hayal gücünün çok ötesindeydi” sözleriyle tarif edecektir duyumsadıklarını.

Kurbanlarla dolu bir manzaraya bakmak düşüncesiyle uzlaşamaz. Ancak tüm o hissettiklerine karşılık yıllarca unutmayı tercih ettiği bu fotoğraflar, Nazi kamplarındaki gaz odalarında meydana gelen toplu katliamların görsel bir temsilini oluşturmaya yardımcı olurlar.

Rodger, ancak 1994 yılında bu fotoğraflara geri dönerek, kariyerinin retrospektif kitabı “Humanity and Inhumanity”de yayınlanmasına izin verir. Bunca yıldan sonra, fotoğrafçılar Bruce Bernard ve Peter Marlow’un, Rodger’ın kitabını düzenlerken ve fotoğrafçının uzun kariyerini betimlerken özellikle Nazi toplama kampındaki fotoğrafları bir eksen olarak kullanmaları dikkat çekicidir.



İzleyiciyi delip geçen fotoğrafı
Bu fotoğraflar içerisinde özellikle biri vardır ki, karşılaşılan ilk andan itibaren izleyiciyi delip geçen fotoğraflardan biri olarak tarihe kazınmıştır. Bugün fotoğrafı internette aradığımızda ve “toplama kampı”, “çocuk”, anahtar kelimelerini girdiğimizde hemen ilk sırada görünür olan fotoğraflardan biridir.

Rodger, İngiliz birlikleri tarafından kurtarıldıktan beş gün sonra, 20 Nisan 1945’te çekmiştir bu fotoğrafı. Söz konusu fotoğrafta bir manzaranın içinden geçen bir çocuk vardır ancak ne bu manzara umut, neşe ve heyecanı ifade etmektedir, ne de fotoğraftaki çocuk. Bu fotoğraf, kampın kurtarılmasından sonra bile dehşetin devam ettiğini göstermektedir. Fotoğraftaki çocuk, yüzlerce cesedin yanından geçerek bir yolda tek başına yürümektedir; onlardan tarafa bakmaz ve yüzü fotoğrafçıya dönüktür. Fotoğraftaki ana odak noktası odur ve bu dehşet verici olay yeri Bergen-Belsen’e bir giriş yolu olduğu kadar bir çıkış yolu da sunar. Ona bakmak, yol kenarındaki cesetlerle yüzleşmekten bizi kısa süre de olsa alıkoyan bir yanılsamaya çağırır.

Fotoğrafta özellikle bir ayrıntı cezbedici gözükür. Sadece varlığının bile fotoğrafı okumayı değiştirebildiği, gözlerimizde daha yüksek bir değerle işaretlenmiş yeni bir fotoğrafa baktığımızı hissettirebilir. Bu ayrıntıyı Fransız felsefeci Roland Barthes “punctum” olarak adlandırır. Punctum, fotoğrafta beklenmedik bir tepkiyi tetikleyen, “küçük bir şok” uyandıran şeydir.

Bu ayrıntı çocuğun şık kıyafetidir ve bir anda, onca dehşetin ortasında tamamen yersiz görünür. Fotoğrafta şok eden bu yön, o dönemin kodlarını taşıyan, ancak hiçbir savaşın gerçekliğine uymayan bir kılıkta giyinmiş bu çocuğun o gerçekliğin içine getirilip bırakılmış gibi görünmesidir. Bu şortlu çocuğun, bir bahar gününde yürüyüşe çıkan ve yüzünde yansıyan güneşin berraklığıyla geleceğin umutlarını barındıran bir çocuk olması düşüncesiyle yüzleşebiliriz. Ancak bu fotoğraftaki durumda, kıyafeti, etrafında olup bitenle açıkça tezat oluşturur, varlığı kafamızı karıştırabilir ve tedirgin edebilir. Sıradan, nispeten varlıklı, iyi giyimli ve masum görünen Almanlar ile açlıktan ölen, işkence gören ve katledilen kurbanları arasındaki uçurumun bir alegorisi haline getirebiliriz bu fotoğrafı. Bu şekilde bakıldığında, fotoğraftaki, görünüşte sağlıklı çocuk, bazı izleyicilere sempati duymaya değer biri olarak değil, farkındalıktan yoksun bir tanık olarak görünebilir. Diğer yandan onun bir çocuk olduğunu düşünerek tek seçenekmişçesine empati duymak da aynı spekülasyonu barındırır. Her şeyden önce spekülasyon yapmak bir fotoğrafı okumak değildir. Bu kadar katmanlı ve etkileyici bir fotoğraf karşısında büyük bir duygu yoğunluğu yaşamak olağan sayılsa da bu fotoğraf kendini kaptırışın sonucu olan okumalardan fazlasını hakkeder.

Fotoğrafı okumak için İsrailli fotoğraf kuramcısı Ariella Azoulay’ın da tanımladığı gibi, medeni bir sözleşme yapmamız gerekir. Bu da ancak onu bir referans noktası kabul ederek, ona sorular sorarak mümkün olur…

Yaşam ve ölüm arasındaki karşıtlık
Bir toplama kampında tek başına dolaşan bu iyi giyimli çocuk kimdir? O neden oradadır? Annesi nerededir? Babası? Sonra ona ne olmuştur? Yaşamakta mıdır?

Daha yakından incelendiğinde, çocuk iyi giyimli görünebilir, ancak kıyafetleri üzerine çok büyüktür ve yüzüne yansıyan güneşin fotografik bir etkisi olabilecek sağlıklı görünen yüzüne odaklanmak, dağınık saçları ve kemikli bacakları ile karşılaşmamızı geciktirebilir. Ve en önemlisi de fotoğraftaki çocuğun Alman olduğuna dair hiçbir kanıtın olmayışıdır.

Böylece, sadece yaşam ve ölüm arasındaki karşıtlığın bile fotoğrafla gerçek iletişimimizi zedeleyecek kadar güçlü bir karşıtlık olduğunun farkına varabiliriz bu fotoğrafa bakarken.

Aslında bu fotoğraftaki çocuğun, Amsterdamlı bir Yahudi olan Sieg Maandag olduğunu, bunun bilinmesini istemediği için çok geç denebilecek bir tarihte, 1995 yılında ilk kez Hollanda gazetesi De Telegraaf’a verdiği bir röportajda öğreniriz. 2013 yılına kadar yaşayan Sieg’ın paylaştığı ayrıntılardan, travmalarıyla geç de olsa yüzleşmeye çalışmış olduğunu dinleriz anlatılarından. Dolayısıyla biraz çabayla ulaştığımız fotoğrafın bilgisi bizi daha gerçekçi bir konuma taşır.

Burada bizler için önemli olan ise fotoğrafların işlevini keşfetme konusunda gösterebileceğimiz çabadır. Fotoğraflar tarihin büyük tanıklığını taşıdıkları için özenli bakışımızı hakkederler. Amerikalı felsefeci Susan Sontag’ın belirttiği gibi, şok olmuş bir bakışa maruz kalan fotoğraflar onları anlamak konusunda bizleri başarısızlığa uğratabilirler. Oysa bir fotoğrafın belirsizlikleri, onu kadrajının dışındaki bir dünyaya bağlayarak keşfin başlangıç noktası yapabilir. Böylece yine Azoulay’ın ifade ettiği gibi “bir sürecin parçası olurlar – bir diyaloğun ve bir araştırmanın başlangıcı”.

George Rodger’ın “Bergen-Belsen’in dehşetine bakabildiğimi ve sadece güzel bir fotoğraf kompozisyonu düşünebildiğimi keşfettiğimde, bana bir şey olduğunu ve bunun durması gerektiğini biliyordum. Kampı yöneten insanlar gibi olduğumu hissettim, hiçbir şey ifade etmiyordu” sözleriyle ifade ettiği duygular her şeye rağmen onu bu fotoğrafları belgeleme sorumluluğundan vazgeçirmemiştir. Her ne kadar bakmak ve okumak güç de olsa “Bir Daha Asla” olmasına izin vermemek adına, bizleri de onları anlama sorumluluğundan vazgeçirmeyecektir.