Haber fotoğrafı: Can Özer

“Hep bir ablam olsun istedim. Benim ablam olur musun?”
Ocak ayında kaybettiğimiz Mario Levi ile dostluğumuzun temelleri, Ömercik filmlerindeki “Size baba diyebilir miyim?” cümlesini anımsatan bu sözleriyle atılmıştı galiba. Ona bunu her hatırlattığımda birlikte gülerdik. Zira kendisiyle, yazarlığıyla ve sırasında yaşamla bu kadar rahat dalga geçebilen bir başka insana zor rastlanırdı.
Mario’nun adını önce, “Bir Şehre Gidememek” başlıklı eseriyle Haldun Taner Öykü Ödülüne layık görüldüğünde duymuş, kendisini, müşterek dostumuz Yusuf Altıntaş’ın Şalom Gazetesi için yaptığı röportajlar sayesinde daha iyi tanımıştım. Hatırlamadığım bir vesileyle evine de konuk olmuştum. Beni o zamanki eşiyle karşılayan, top sakallı, gözlüklü, kıvırcık dağınık saçlı, ufak tefek genç adamda öncelikle dikkat çeken, anında sıcak bir iletişim kurma yeteneği ile gözlerindeki hüzünle karışık hafif ironiydi. Hemen kaynaştık. Zira Fransız ekolünden gelme, Jacques Brel’in şarkılarıyla opera dinlemeyi sevme, anne babadan ziyade anneannede yaşamayı ve tabii yazı yazmayı en büyük mutluluk sayma gibi önemli ortak noktalar keşfetmiştik. Otuz küsur yıl boyunca birbirimizle iş ve özel yaşamlarımızın çeşitli evrelerinde ailece görüştük, sohbet ettik, güldük, birbirimize çeşitli konularda danıştık, WhatsApp’tan kâh yemek tarifleri kâh mutlaka okunması gereken eser adları yolladık ve bazı etkinliklere birlikte katıldık… 1992 yılında Şalom Gazetesi’nin Fransızca ekine o güne dek yazmış olduğu eserler konulu, 1999 tarihinde de Virgül Dergisi için kült kitabı diyeceğiniz “İstanbul Bir Masaldı” başlıklı romanıyla ilgili birer röportaj gerçekleştirmiştim onunla. İTEF (İstanbul Tanpınar Edebiyat Festivali) tarafından düzenlenen panel ve konferanslara arka arkaya birkaç yıl konuşmacı olarak katıldık. Şalom’un düzenlediği Gila Kohen Öykü yarışmasında birlikte jüri üyeliği yaptık. O arada başarının ve ünün basamaklarını hızla tırmanan Mario hep aynı Mario olarak kaldı.
Gerçeği ifade etmek gerekirse, bu süreç boyunca ben ara sıra ona ablalık yaptıysam, o da bana bazı zamanlarda ağabeylik etti. Özellikle edebiyatta ilk adımlarımı attığımda…
Çünkü Mario tam anlamıyla bir yazar, edebiyatın büyüsüne kapılmış, yaşam tarzını ona göre şekillendirmiş ve mutluluğun yanı sıra acı dolu bu yolculuğa bilerek çıkmış biriydi. “Ben ‘doğru’ eserlerin ancak büyük acılar sonucunda gün ışığına çıktığına inanıyorum”1 demişti röportajımızda.



Eserlerinin hemen hepsini okudum, bazılarını çok, bazılarını daha az sevdim.
Yazarlığından söz ederken ilk aklıma gelen, eşi benzeri zor bulunur bir edebi alan oluşturan o, sarıp sarmalayıcı, büyüleyici, tutsak edici ve görkemli uzun, upuzun cümlelerinde ustalıkla işlenmiş kelimelerin dansıyla, duyguların en derinliklerdeki gezintisini ve hayatın karmaşıklığını sanata dönüştürüp bir araya getiren bir yazar olduğuydu.
Yazdıkları sadece kelimelerle değil, aynı zamanda yaşamın renkleriyle de örülüydü.
Yahudiliğini Türklüğünü ve hedeflediği evrensel yazar kimliğini harmanlayarak romanlarının ve öykülerinin hemen her sayfasında benzersiz bir renk paleti oluşturdu.
Sabırlı bir ruhla her kelimeyi titizlikle seçer, her cümleye özenle şekil verirdi. Zaman zaman mizah dolu yaklaşımıyla da yaşamın zorluklarına gülümseyip okurlarını hüzün ve neşe arasında sürüklerdi. Tıpkı gündelik yaşamında dostlarıyla yaptığı gibi. Hatta ölümcül bir hastalığa yakalandığını ve günlerinin sayılı olduğunu bildiğinde de yaptığı gibi…
Bu durumu çok önceden hissetmiş miydi acaba yirmi beş yıl önceki o aynı röportajımızda şu sözleri söylediğinde? “İçimdeki mizah bir kederi, bir hayatta kalma savaşımını barındırıyor. Aksi halde öfke ve kırgınlıklarımı taşıyamam.”2


Bilinmeyen sevgiliye
Mario çapkın değildi ama aşka aşık, ideal aşkı hayal eden, iflah olmaz bir romantikti. Nitekim, “En Güzel Aşk Hikayemiz” başlıklı eserinden söz ederken, “Anlatıcı bilinmeyen, tanımlanmayan bir sevgiliye hitap etmekte; bu tasvir edilmeyen sevgilinin tabir-i caizse işlevi, hayatta ‘mükemmel’in, ideal bir kişinin var oluşuna inanma ihtiyacını karşılamaktır”3 diye bir açıklama getirmişti. Bu nedenle kısa sayılabilecek yaşamında, son kalıcı limanını bulana kadar pek çok ilişki yaşadı, hemen hepsi tutkulu, hepsi fırtınalı, çoğu acı içinde, hayal kırıklığıyla sonlanan… Aşk ve onun insan ruhunda bıraktığı derin izler, yaşamının olduğu kadar eserlerinin de en vazgeçilmez temalarından biri oldu. Kırık kalplerin acısını, tutkulu sevdaların coşkusunu ve insanın iç dünyasındaki karmaşıklığını kâğıda dökerek aşkı her haliyle işledi…



İstanbul Mario Levi’yi kaybetti
İstanbul, tarihi, karmaşıklığı ve çeşitliliği ile, onun için sadece bir şehir değil, aynı zamanda sokaklarında ideal aşkının peşine düştüğü bir tutku kaynağı, bir yaşam ve düşünce tarzıydı. Onu, eserlerine bazen kendi başına bir konu, bazen de diğer konulara bir arka plan oluşturan büyülü bir sahne dekoru gibi yansıttı. Tarihine ve kültürüne derinlemesine dalar, şehrin hemen her semtinin ruhunu yakalamasını bilirdi. Yaşadığı Yeldeğirmeni’nin tarihî yapısı, gizemli atmosferi, yüzyıllar boyunca taşıdığı hikâyelerle birlikte onun kaleminde yeniden canlandı. Çok renkli Galata ile Beyoğlu’nun kozmopolit geçmişiyle bugünkü bohem görüntüsü arasında köprüler kurup onları yarattığı karakterlerin maceralarına tanık etti. Bir zamanlar prenslerin ve suçluların sürgüne yollandığı Adaların sessiz sakinliğinde ruhunu dinlendirip hayallerinin yolculuk etmesine olanak sağladı. “İstanbul’unu” sadece yazıyla değil de görüntülü ve sesli olarak televizyon programlarında tanıttı. Galata, Beyoğlu, Üsküdar, Kuzguncuk, Kadıköy, Yeldeğirmeni, Haydarpaşa, Moda, Balat, Hasköy, Eyüp, Fener… Her bir semti ayrı bir tutkuyla, izleyicilere bir renk ve ses senfonisi eşliğinde anlatarak sundu. Ne mutlu ona ki, “kendi İstanbul’u” eserlerinde sonsuza dek yaşayacak.



Pandispanya’nın anlattıkları
Yemek pişirme ve yemek anlatma merakına gelince, o sadece ailevi değil kültürel mirasını, geçmişle bağlantısını da temsil ediyordu. O denli ki, anneanne tariflerini sıradan bir yemek kitabında değil de “Size Pandispanya Yaptım” başlıklı edebi bir eserde toplayıp sundu okura. Tarifler aracılığıyla da Yahudilik, Türklük, evrensellik, geçmiş ve şimdiki zaman arasında köprüler kurdu; zira hazırlanan, pişirilen ve yenen yemekler yoluyla pek çok şey anlatılabileceğine inanıyordu.
Eserleri yabancı dillere, yazarlık kariyerinin nispeten geç bir aşamasında çevrildi. Kendisine Yunus Nadi Roman Ödülünü kazandıran “İstanbul Bir Masaldı” adlı eserinin özellikle Fransızca ve İspanyolcaya çevrilmesini çok istemesine rağmen uzun zaman sabırla, sükûnetle ve güvenle bekledi. İsteği gerçekleştiğinde de onun için yeni ve heyecanlı bir macera başladı. Bu maceranın, adının yurt dışında duyulup takdirle anılması, bazı prestijli gazetelerin onunla röportaj yapmayı talep etmeleri, çeşitli Avrupa şehirlerinde panel ve konferanslara davet edilip adına imza günleri düzenlenmesi gibi çeşitli aşamalarında, mütevazılığını ve çevresiyle ilişkilerindeki istikrarı hep korudu. Kendine ve okur kitlesine sadık kaldı, tıpkı okurlarının kendisine sadık kaldığı gibi.
Aynı kuşaktan pek çok Yahudi misali Türkçe, Fransızca ve Ladino gibi üç dilde yetişen Mario Levi’nin, çoğu eserinde, özellikle de “İstanbul Bir Masaldı” başlıklı romanında karmaşıklığını ele aldığı kimlik sorunsallığına kişisel çözümü, bir Fransız gazeteciye tek cümlelik yanıtında saklı: “En derin vatanım, Türkçedir.”

Mario’nun eserlerinin, zamanın ötesinde bir iz bırakacağına, şimdikiler gibi gelecekteki okurlarını her daim heyecanlı, hüzünlü, coşkulu ve zaman zaman… düşündürücü yolculuklara çıkaracağına inanıyorum.

Dipnotlar:
1 Behmoaras, Virgül, Kasım 1999
2 A.g.e
3 Behmoaras, Şalom, 25 Eylül 1992, s.18