Haber Fotoğrafı: Moris Levi, 1974


Chicago’nun bahçeli evlerle dolu bir banliyösüne taşındığımızda dört yaşındaydım. Yaz tatiliydi ve mahallenin bütün çocukları bahçelerde oynuyorlardı. Ama ben ne zaman çocukların yanlarına yanaşsam benimle alay ediyor beni itip kakıyorlardı. Sonunda bahçeye çıkmamaya başladım.

Bir süredir evde odamda bir başıma mutsuz oturduğumu gören annem beni önceleri sokağa çıkmam için ikna etmeye çalıştı. Direndim durdum. Sonunda bir gün önümde diz çöktü, omuzlarımdan tuttu, gözlerimin içine sert sert bakarak yüksek bir sesle;
- Bana bak, bu evde korkaklara yer yok, dedi ve sokağa itip kapıyı arkamdan kapadı.
Çaresiz, oynayan çocuklara doğru yürüdüm. Çocuklar beni gördüklerinde şaşırmışlardı. Aynı şekilde beni rahatsız etmeye çalıştılar, ama bu kez direndim. Bir süre sürdürdüler karşılık verdim. Sonunda beni aralarına aldılar.
Annem, yıllar sonra, o gün beni pencereden endişeyle izlediğini söyledi bana…
Hillary Clinton

 ——————

Geçenlerde okuduğum Clinton’un bu anısı beni 50 yıl geriye götürdü.
1974 yazı yaklaşırken olağanüstü heyecanlıydım. O haziranda 18 yaşımı dolduracaktım. “Ne olmuş yani?” dediğinizi duyar gibiyim ama sanki o yaşlarda insan bir anda her şeyi nüfus kâğıdındaki o sayıya bağlar hale geliyor.
Ben iki yıl hazırlığı olan bir lisenin mezunuyum. Okul değiştirdiğim için bir yıl da kaybetmiştim. Yani o yıl yaşıtlarım üniversiteye girmiş ya da girmek üzereyken ben daha lisedeydim ve bunu çok fazla kafama takmıştım. Artık çocuk muamelesi görmek istemiyordum.

Avrupa’yı gezecektim
Son bir iki yıldır bir amacım vardı. 18 yaşını doldurduktan hemen sonra sırt çantasıyla otostop yaparak Avrupa’yı gezecektim. Bu seyahati de hiçbir planla gölgelemeyecektim. Bugün cep telefonlarının olduğu, banka kartlarının çalıştığı bir devirde bile o yaşta bir delikanlı için alışılmadık ve tehlikeli olduğu düşünülen bir seyahati o günün koşullarında bir hayal edin.
Üstelik ben böyle bir seyahat için gereken asgari bilgiye de sahip değildim. Gidiyordum ama neyi ve nereyi görmek istediğimi bilmiyordum. Nerede kalacağımı bilmiyordum. Döviz kurları vs. hakkında bilgim yoktu. Gitmeyi planladığım ülkelerde kimseyi tanımıyorduk ve ben isim adres vs. araştırmamıştım. Açıkçası kendime bakmayı da bilmiyordum. Garip gelecek size ama uzun bir seyahatte çamaşır yıkamam gerekecekti ve bununla ilgili merkezler olduğunu biliyordum ama neyi neyle birlikte nasıl hangi ısıda yıkamam gerektiğini bilmiyordum. Bu bilgisizliğimi özellikle yazdım çünkü epey sıkıntı çekmeme neden oldu.
Önce, bir arkadaşım benimle birlikte geleceğini söyledi ama son hafta vazgeçti. Ve ben bir başıma, eski bir asker çantasının kendimce gizli bir yerinde babamın benim için yıllarca taksitlerini ödediği 18 yaşında da tahsil ettiğimiz sigorta parası (750 Mark kadar) ve 18 yaşın azmi ile birlikte Sirkeci’den kalkan Viyana trenine bilet aldım. Annem babam hiçbir şey söylemeden beni istasyona bıraktılar bir anda dünya benim olmuş gibi hissettim.
İki günlük uzun sıkıcı bir Bulgaristan, Yugoslavya geçişinden sonra Viyana’ya vardık. İstasyonlarda pencereden baktığımda, o zamanlar sosyalist olan o ülkelerdeki orak çekiç işaretlerinin, eski bakımsız binalarla bağdaşmayan dev heykellerin ve özellikle kadınların çok ilgimi çektiğini hatırlıyorum. Oldukça kısa etekler giyiyorlardı ama hiçbiri bacaklarını tıraş etmiyordu. “Bu kadar dikkatle bakacak başka şey bulamadın mı?” diye soranlarınız olabilir, henüz 18 yaşında olduğumu hatırlatırım.

Sonunda Viyana’da indim
Bütün gün oradan oraya şehrin değişik yerlerindeki hostelleri dolaşarak çantamı bırakacağım ve geceyi geçireceğim bir yer aramaya başladım. Hava sıcak, çanta ağırdı ve ben uykusuzdum. Zar zor yürüye yürüye bulduğum her hostel doluydu ve ben daha hayalimin tatili başladıktan 5-6 saat sonra bitkin, bezgin evime dönmek istiyordum. Gün batarken Viyana tren istasyonuna geri döndüm ve bir banka oturup ne yapacağımı düşünmeye başladım. Danışabileceğim kimse yoktu. İstasyonun gece tekin olmayacağı belliydi. Ve ben ümitsiz, bıkkındım. Sonunda istasyonun postanesine gittim ve eve telefon ettim. Telefona çıkan anneme de şunları söylediğimi hatırlıyorum;
- Anne olmayacak, kalacak yer bulmak imkânsız. Ben geriye döneceğim, istediğin bir şey varsa alayım.
O benim yumuşacık annem telefonda bir an sessiz durdu ve sonra kararlı bir sesle;
- Olur mu oğlum? Bu senin hayalindi! Dönmemelisin! Bir çare bulursun muhakkak, dedi ve telefon kesildi.

——————

Seyahatin devamını özetlemeden önce okuyucuya sorayım; “Hanginiz annemin yaptığını yapardınız?”
Bu soruyu kendi kendime sormuyorum çünkü sığınacak bir nedenim var. Eşim zaten o devirde bizim çocuklardan biri böyle bir şeye kalksaydı öyle bir isyan ederdi ki, benim “Ne yapacağız?” diye düşünmeme gerek kalmazdı.

Sonra ne mi oldu?
İstasyondaki bir başka otostopçunun tavsiyesine uyarak Salzburg’a trenle gittim, bulduğum bir hostelde 2 gün kaldım ve orada tanıdığım tecrübeli kişilerle birlikte dersimi çalıştım. Sonrasında otostopla önce Brüksel’e ve 2 gün sonra da muhakkak gitmek istediğim Londra’ya vardım. Artık, gittiğim şehirlerde ne göreceğimi, ne arayacağımı da öğrenmiştim. Londra’da kaldığım hostelde temizlikçi aranıyordu hemen başvurdum. Kimsenin tercih etmediği ilk vardiyayı seçiyor, erken kalkıp kalanlara kahvaltı hazırlıyor sonra da saatimi doldurunca geziyordum. İngiliz, Afrikalı, Rus, Arap ve İsrailli arkadaşlarım oldu. İkisi de benden 8-10 yaş büyük bir komünist İtalyan, bir de İrlandalı Katolik kız arkadaşlarım oldu. Sindirim sistemim kötü bozuldu, Nijeryalı bir arkadaşımın hazırladığı kocakarı ilaçlarıyla ayağa kalktım. “Bana içinde ne olduğunu sormayacaksın!” diye tembih etmişti. Kim bilir ne içmiştim? Arada pasaportumu kaybettim, sonra buldum. Tamirde olan bir arabayı almak için bir Fransız’la Fransa’ya ta Nantes’a kadar gittim, büyük maceralarla dolu bir gezi sonrası araba tekrar bozuldu ve yolda bıraktık sonra da Londra’ya dönüş biletlerinin saatini paramız yokken kaçırdık. Tekrar hastalanma pahasına, bedava olduğu için hostelde yalnızca reçel-tereyağı-ekmek ile beslenip para biriktirdim ve biriktirdiğim parayla iki buçuk ay sonra uçakla Barselona’ya gittim. Orada Akdeniz’i dolaşan bir Türk gemisine binip sonunda eve döndüm. Üstelik gemide yer de yoktu. Acente ile anlaşıp 2. Sınıf bilet parası verip personel yatakhanesinde 6 gün bunaltıcı sıcakta uyudum. O gemi seyahatinden de aklımda, yolcuların uzamış sakalıma rağmen yemek sırasında doğalmış gibi önüme geçmeyi bir hak olarak görmeleri kaldı. Onlara göre çocuktum çünkü. Ama artık aldırmıyordum çünkü -sanırım annemin düşünüp planladığı gibi- kendimi o seyahatin sonunda o yolcuların pek çoğundan daha becerikli, hazımlı ve olgun hissediyordum. Ama bir yandan da seyahatin bitmiş olduğu benim için anlaşılmıştı.
Akdeniz’de uğranılan limanlarda o yolcular telaşla iniyor, valizler dolusu ıvır zıvır satın alıp gemiye gerisin geri taşıyorlardı. Anlaşılan “Seyahat” o yıllarda bu anlama geliyordu. Ben ise inip amaçsız dolaşıyordum, çünkü cebimde bir kuruş param kalmamıştı.

- Sen daha önce hiçbir şey almadın mı? diye soranlarınız olabilir.
Evet aldım. Kendime aşağıda resmi görünen ve halen sakladığım satranç takımını satın aldım. Ve her yaşımda yaptığım gibi bol bol öykü biriktirdim.

 

O gün, Viyana'da annemle yapmış olduğum o çok kısa telefon konuşmasını hiç unutmadım. Bütün ömrüm boyunca kafama koyduğumu hep eninde sonunda yaptım. Geçenlerde de, annemle o telefon konuşmasından hiçbir zaman bahsetmemiş olduğumuzu anımsadım. Sanırım babama bile söylememişti.