BİLİM - Tufan Güven
Son yüzyıl içerisinde, ışık teknolojilerinin gelişimi ve bu alandaki bilimsel keşifler, insan hayatında ve toplum yaşantısında birçok alanda büyük gelişmeleri de beraberinde getirmiştir. Yeryüzündeki canlıların temel enerji kaynağı olan ışığın biyoloji ile olan ilişkisini tam olarak kavrayabilmemiz için yolun daha henüz başlarındayız. Bu ilginç ve büyüleyici yolda, her geçen gün yeni gelişmelere tanık olmakla beraber, yakın geçmişteki önemli kilometre taşlarına kısaca bir göz atalım.
Modern tarihte ilk kez, Rus Fizikçi Alexander Gurwitsch, 1933 yılında, soğan bitkisi üzerinde yaptığı deneylerde hücrelerin ışık yaydığını bilimsel olarak tespit etmiştir. Fakat, o günkü bilim anlayışı içerisinde bu durum maalesef kabul görmemiştir. 1970 yılına gelindiğinde, Alman Fizikçi Prof. Dr. Fritz-Albert Popp, kesin ve bilimsel olarak, laboratuvar ortamında canlı hücrelerin ışık yaydığını ve ışık aracılığı ile iletişim kurduklarını kanıtlamıştır. Klasik bilim için kabul edilmesi imkânsıza yakın olan bu bilgilerin, laboratuvar ortamında net bir şekilde bilimsel olarak ispat edilmesi, bilim dünyasında deprem etkisi yaratmaya yeterli oldu.
Aslında bizler, sadece atomlardan ve moleküllerden oluşan varlıklar değiliz. Aynı zamanda ışıktan da oluşuyoruz. Yaşayan tüm canlıların (insanlar, hayvanlar, bitkiler) hücreleri (zayıf elektromanyetik dalga) ışık yaymaktadırlar. Yayılan bu ışığa da, biyoloji ve foton kelimelerinin birleşmesinden biofoton denmektedir.
Bedenlerimiz: ışık sinyallerinden oluşmuş ağ
Hücreler sadece ışık yaymakla kalmıyorlar, aynı zamanda birbirleri ile de ışık aracılığı ile iletişim kuruyorlar. Yani bedenimizi, ışık sinyallerinden oluşmuş bir sinyal ağı gibi düşünebiliriz. Nasıl ki, evlerimizde ya da iş yerlerimizde, bir modem (sinyal kaynağı) ve modemin etki ettiği bir alan var, vücudumuzda da her bir hücreyi bir modeme benzetebiliriz. Ve tüm modemlerden (hücrelerden) yayılan ışık (sinyal) da vücudumuzda bir ağ oluşturmaktadır. Teknik ve bilimsel olarak bu ağ bir ışık ağıdır. Eğer gözlerimiz, görsel spektrumun alt kademelerini de görebiliyor olsaydı, bu ağı rahatlıkla görebilirdik. Ama gözlerimiz bu ağı göremese de, foton ölçer cihazlarla bu ışık çok rahatlıkla ölçülebilmektedir.
İnsan vücudu ve ışık beden, kadim Mısır medeniyeti tarafından bilinen bir gerçekti. Mısır medeniyeti, insan vücudunun ışık bedenden oluştuğunu biliyordu. Geç de olsa, zor da olsa modern toplumun bu gerçeği bilimsel olarak teyit etmesi biyolojinin, insan sağlığının ve enerji bedenin anlaşılmasına şüphesiz katkıda bulunmuştur. Teknik ve bilimsel olarak hepimizin enerji varlıkları olduğumuzu da burada hatırlatmakta fayda görüyorum. Zira Einstein bu durumu meşhur E=MC² formülü ile açıklamıştır.
Işığın bir enerji formu olduğunu biliyoruz. Madde de, enerjinin lokalize olmuş halidir. Başka bir deyişle enerjinin maddeleşmiş bir halidir. Enerjinin nasıl madde haline dönüştüğü, fraktal alan bilimi kapsamında anlaşılmaktadır. Belki bu konuyu bir başka makalede inceleyebiliriz.
Biofoton salınım mekanizması
Biofoton salınım mekanizmasını incelediğimizde, hücrelerin çalışma sistemlerine bakmamız gerekir. Normalde her bir canlı hücre içerisinde, saniyede 100.000 adet kimyasal reaksiyon gerçekleşmektedir. Her bir kimyasal reaksiyonun farklı bir niteliği ve taşıdığı bir bilgi vardır. Hücre içerisinde gerçekleşen kimyasal reaksiyonlar ne kadar güçlü ve sağlıklı olursa, hücreden yayılan ışık da bir o kadar güçlü ve tutarlı olmaktadır. Kimyasal reaksiyonlar eğer güçsüz olur ise, hücrenin yaydığı ışık da güçsüz ve tutarsız olmaktadır (kanser hücrelerinde olduğu gibi). Yayılan ışığın kalitesi, hücrelerin birbirleri ile iletişimi sonucu birbirlerini de etkilemektedir. Bu etkileşim ışık aracılığı ile olduğu için, anında (ışık hızında) etki etmektedir.
Prof. Dr. Fritz-Albert Popp, 1970’de, canlı hücrelerin ışık yaydığını ve ışık aracılığı ile iletişim kurduklarını ispat ettikten sonra, bir dizi çalışma ile hücrelerin yaydıkları ışığın hangi koşullarda kalitesinin değişime uğradığını araştırmaya başladı. Bu süreçte birçok araştırmacı, farklı yollarla, dışarıdan etki etmek suretiyle, hücrelerin yaydıkları ışığın kalitesini değiştirmeyi başardılar.
1977 yılında, Alman Fizikçi Dr. Franz Morell, sağlıklı elektromanyetik sinyali, sağlıksız (hastalıklı) sinyalden ayıran elektrik filtresini geliştirdi. Bu süreçle beraber biofeedback ve biorezonans çalışmaları gelişmeye başladı.
2000’li yıllarda, Dr. Johan Bozwinkel, fiber-optik teknolojisinin erişilebilirliği ile beraber biofoton terapi cihazları arasında devrimsel bir ivme yarattı. Geliştirdiği Biyontoloji (Biontology®) yaklaşımıyla kişinin kendi vücudundan yayılan ışığı kullanarak ve harmonize ederek hücrelerin ışık salınımını güçlendirmeyi başardı (www.biontology.com). Diğer çalışmalardan farkı, bunu yaparken elektrik ya da bakır kablo ve aparatlar kullanmak yerine direkt ışık aracılığı ile (fiber-optik kablolar ve kuvars kristal) bu bilgi transferini yapmayı başardı.
Fiberoptikler
Fiberoptikler, silika ve plastikten üretilen çok ince, esnek ve transparan maddelerdir. Saç teli kadar ince olabilen fiberler, uçları birbirlerine bağlandığında, uzun mesafeler arasındaki ışık sinyallerini bir uçtan diğerine kolaylıkla taşıyabilirler.
Tel kablolardan farklı olarak fiberoptikler, uzun mesafeli veri transferleri, yüksek bant genişliğinde gerçekleştirebilmekteler. Yani çok daha geniş frekans aralığındaki bilgiyi taşıyabilmektedirler. Fiberoptiklerin metal kablolara tercih edilmesinin diğer sebepleri; sinyallerin çok daha az kayıp ile transfer edilmesi ve elektromanyetik engellerden etkilenmemesidir.
Sağlık alanında fiberoptikler
Fiber-optiklerin sağlık alanında, biofoton salınımını güçlendirmede kullanılması, ışık teknolojisinin hedeflediği bilgi mekanizmasının kapsadığı çok yüksek frekans barındıran oktavları da etkiler. Bu sayede güçlü bir biofoton terapisinin etkileri, sübtil seviyelerden fiziksel seviyelere kadar harmonizasyon yapar.
Vücudumuzdaki biofotonların kalitesini nasıl güçlendiririz
Vücudumuzdaki biofotonların kalitesini farklı şekillerde de güçlendirmek mümkündür. Bunlardan bazılarına örnek vermek gerekirse, doğru beslenmek (endüstriyel olmayan ve organik olan), temiz hava solumak, doğa ile temas etmek (topraklanmak), meditasyon yapmak bunlardan bazılarıdır. Doğa, fraktal alanlar içerisinde bioaktif alan yaratan (biyolojiyi destekleyen) en kaliteli ortamı sunmaktadır. Sadece doğa içerisinde yaşamak, tüm destekleyici araçlar içerisindeki en güçlü etkiyi sunmaktadır ve bedavadır.
Düşüncelerimiz, hormonel sistemimizi, sağlığımızı ve dolayısıyla ışık salınımımızı doğrudan etkilemektedir. Tabi ki, düşüncelerimizde ve hareketlerimizde ne kadar tutarlı ve disiplinli olursak, ışık salınımımızı güçlendirmede de o derece etkili oluruz.
Her geçen gün, bilim insanları, ışık ve biyoloji arasında yeni bağlantılar keşfetmekteler. İnsan bilinci de bunlara bir örnek. Bilim insanları, bilincimizin doğrudan biofotonlar ile olan bağlantısına işaret eden bir keşifte bulundular. Ayrıca DNA’mız da biofotonları, hem bilgiyi saklamak için hem de iletişim kurmak için kullanmaktadır.
Birleşmiş Milletler, 2015 yılını Uluslararası Işık ve Işık Temelli Teknolojiler Yılı olarak ilan etmişti. Çünkü ışık, teknolojinin artık en ileri halidir. Evinizde kullandığınız internet bile artık son teknolojide, fiberoptik kablolarla yani ışık aracılığı ile size ulaşmaktadır.
Evrende her şeyin bir enerjiden kaynaklandığını düşünecek olursak, kendi sağlığımızı da güçlendirmek için enerji seviyesinden hareket etmenin daha az efor ile daha çok başarı sağlayacağı kanısındayım. Enerjinin en saf hali olan tutarlı ışığın önemi bu sebeple daha da belirginleşmektedir.
Odaklandığımız konulara da aynı hassasiyetle dikkat etmemiz gerekmektedir. Çünkü beyin bir infrared (kızılötesi ışın) üreticisidir. Phil Callahan bunu ölçümledi. Enerji her zaman gidebileceği en mükemmel baskı alanını takip eder. Kendi enerjimiz de odaklandığımız konulara gitmektedir. Çünkü odaklandığımız alanlarda baskı alanı oluşturmuş oluruz. Uygun baskı alanları da mükemmel enerji dağılımını tetikledikleri için nereye odaklanırsak o alanı canlandırırız. Bu sebeple ışığımızı da (enerjimizi) boşa harcamamaya dikkat etmeliyiz.
Biofotonlar, şüphesiz modern dünyanın en önemli keşiflerinden biridir. Biofotonlar ile ilgili bugüne kadar keşfedilen bilgilerin, gelecekte keşfedeceğimiz potansiyel bilgilere oranının %10 civarında olduğunu çok rahatlıkla öngörebileceğimizi düşünüyorum. Bu %10’luk seviyede bile, bu bilimin ve geliştirilen sağlık teknolojilerinin insan sağlığı üzerindeki faydaları düşünülecek olursa, gelecekte tam potansiyelli bir biofoton teknolojisinin faydalarını hayal etmemizin kolay olmayacağını düşünüyorum.
Kaynak:
www.fraktalalan.com