Kader yok edilemeyen bir baskı teşkil eder. Tanrılar bile ona boyun eğmek zorundadırlar.”

Yunan Mitolojisi 


1920 yılında, Bulgaristan’ın Sofya kentinde, ünlü yazar Elias Canetti’ye akraba bir Yahudi ailenin ortanca çocuğu olarak Régine Canetti adı altında dünyaya gelmiş, tüm varlıklı ailelerin kızları misali Notre Dame de Sion’un Sofya şubesinde okumuştu.

İkinci Dünya Savaşı başladığında Bulgar vatandaşı olmayan tüm dindaşları gibi doğduğu ülkeden sürüleceğini öğrendiğinde dünyası başına yıkılır… Ailece Filistin’e varabilme umuduyla, çok kötü durumda olan ‘Salvador’ (kurtarıcı) adlı küçük ve köhne bir gemiye binerler. Gemi İstanbul açıklarında batıp ailesinin bir kısmı gözü önünde boğulduğunda, henüz yirmi yaşında olan Régine, hayatta kalmak için kıyılarına çırılçıplak halde yüzdüğü yabancı bir yörede, kendine yepyeni bir yol çizmek zorunda kalır… Bunun bir sonucu da din değiştirmesi ve rahibe olmasıdır.

 

Ein-Karem’de Notre Dame de Sion’a ziyaret

Kimilerimiz elli yıldır görüşmemiş olan yirmi iki eski sınıf arkadaşı, aramızdaki tek erkek olan rehberimiz Momo Uzsinay ile birlikte bir haftadan beri İsrail’deyiz ve bugün okulumuz Notre Dame de Sion’un ana şubesi olan manastırı gezeceğiz. Manastır dediğimiz, Kudüs’e bağlı, Aziz Jean Baptiste’in doğduğu yer olarak bilinen şirin Ein-Karem kasabasında yer alıyor. Şimdilerde bir misafir evi, hatta turistik broşürlerde Kudüs’te kalınacak en hoş mekânlardan biri diye geçmekte. Ein-Karem vadisine bakan şahane bir bahçe içinde bir dizi tarihi taş binadan oluşuyor. Kilisesi aşırı sadeliği içinde son derece etkileyici; avlusunun tam ortasında büyük bir kuyu ve bazılarında İbranice yazıtlar kazılı mezar taşları yer almakta… Her yerde huzur ve dinginlik solunuyor.

Karşılayan görevli bizleri içeri aldıktan sonra, sade bahçe mobilyalarının yeşillikler içinde yer aldığı bir bölüme kadar eşlik edip biraz beklememizi rica ediyor:

“Buranın en yaşlı rahibesi Soeur[1] Régine, birazdan gelip size hem manastırı hem bahçeleri gezdirecek. Sonra da sizinle birlikte öğle yemeği yiyecek” diyor.

Bir kaçımız, “Aman bu kadar yaşlıysa fazla yormayalım kadıncağızı, etrafı gezdirmese de olur, birlikte bir öğle yemeği yiyelim, bize yeter!” gibi cümleler kurarken, binaların birinden çıkan ufak tefek zayıf bir kadın, bize doğru ilerliyor ve hafif muzip bir gülümsemeyle, “Şalom! Şalom” diye selamlıyor. Üstünde yeşil bir tişörtle çiçek baskılı bir Jean pantolon var ve kısa kesilmiş saçları sarıya boyalı…

İstanbul’da bir yıl süren hocalık

Fransızca, “Ben Régine” diye tanıtıyor kendini ve konuşma aynı dilde devam ediyor… Önce oturup, biraz soluklanıyoruz. Daha doğrusu çoğumuz oturuyor, o bir süre daha gidip geliyor, kendi sandalyesinden başka, ayakta kalan birkaçımıza sandalye taşımaya kalkışıyor. Biz sandalyeleri nerdeyse zorla elinden alıyor, dayanamayıp yaşını soruyoruz.

“97 yaşımı doldurdum,” diyor gururla.

1964 yılında İstanbul’daki Notre Dame de Sion okulunda ‘Soeur Claude Albert’ rahibe adıyla, bir ders yılı boyunca ‘orta iki’de sınıf hocalığı yapmış olduğunu söylüyor bize. Sonra…

“Sonra da… Kovuldum” diyor bu kez buruk bir gülümsemeyle. “Sınıfımdakilere, rahibelerin görevleri arasında evlilik dışı çocuk doğuranlara ve fahişelere de yardım eli uzatmak olduğunu söylemiştim, bilmem artık hangi vesileyle. Öğrencinin biri bu dediklerimi her halde bağlamından çıkarıp ailesine aktarmış. Besbelli güç sahibi olan aile, okul yönetimine şikâyet etmiş. Bense, önce bir süreliğine tecrit edildim, öğrencilerimle görüşmem yasaklandı, sonra da sınır dışı edildim” diye anlatıyor ve “Ancak bu, İstanbul’a ilk gelişim değildi. İlki çok çok daha… maceralıydı diyelim!” diye ekliyor hızlıca.[2]

Ardından hem manastır hem misafir evi Notre Dame de Sion’da yaşamın nasıl akıp gittiğini anlatıyor. Rahibeler iki gruba ayrılıyormuş. Birinci grup ‘contemplatives’ yani dini tefekküre dalmış diye tanımlanan, dış dünya ile ilişkisini koparmış olup sadece ibadet ve bahçe işleriyle meşgul rahibelerden; kendisinin de dâhil olduğu ikinci grup ise sıradan insanlar gibi giyinip yaşayanlardan oluşuyormuş. Burada rahibeler Sukot’ta çadır kurup Pesah’ta Matza yiyip, Yahudi bayramlarını da kutluyorlarmış, içlerinde kendisi de olmak üzere bazıları İbranice konuşuyorlarmış; ancak hepsi için ortak dil artık İngilizceymiş, zira manastıra birkaç yıldan bu yana Avrupa’dan değil de Güney Amerika’dan ve Afrika’dan rahip ve rahibeler geliyormuş. Kendisi de İngilizceyi ileri bir yaşta öğrenmiş. ‘Misafirler’ ise daha çok şair, yazar ve ressam türünden sanatçılarmış… Yoga, Feng-Shui dersleri verilip meditasyon da yapılıyormuş…

Soeur Régine, çok alçak nerdeyse duyulması zor bir sesle ama tane tane, en ufak bir duraksamada bulunmaksızın, gayet net, açık seçik ve kendinden emin bir şekilde konuşuyor. Fransızcası pürüzsüz ise de aksanı bir Fransız’ınki değil. Nereli olduğunu sorduğumuzda, “Bulgaristan’da doğdum ama Bulgar değilim,” diye cevap veriyor. On küsur yılın çoğu röportajlarla geçen gazetecilik dönemimden kalan deneyimle, bu tür bir cevabın, “Bana daha çok soru sorun, anlatacak bir hikâyem var” anlamına geldiğini hissediyor, nezaketi bir yana bırakıp üsteliyorum:

“Peki, o halde nesiniz?”

“Hem Fransız hem de İsrail pasaportum var” diye yine yandan bir cevap geliyor Soeur Régine’den… Ancak az sonra manastırı gezmek için ayağa kalktığımızda yanıma geliyor ve usulca soruyor:

“Peki, siz nesiniz? Yahudi mi?”

“Evet” dediğimde,

“Benim İstanbul’da kuzenlerim var!” diye bildiriyor, “Belki tanırsınız. Soyadları Dana.”

Tanıyorum. Sadece ben değilim aileyi tanıyan; arkadaşlarımızdan Nida Arguner’in kızı o ailenin bir ferdiyle evli… Derhal Nida’yı yanımıza çağırıyorum. Onunla birlikte Soeur Régine’in etrafını epey kalabalık bir grup sarıyor. Sorular yağıyor ve o artık onları tereddütsüzce cevaplıyor.

İşte, o gün bölük pörçük anlattıklarıyla hayatının kaleme alındığı bir kitapta yazılanları birleştirdikten sonra, ortaya çıkan Régine Canetti, nam-ı diğer Soeur Claude Albert’in hikâyesi.

Bir yaşama yön veren trajedi

Régine Canetti Sofya’da 1920 yılında ünlü yazar Elias Canetti’nin kuzeni olan Albert Canetti’nin ortanca kızı olarak dünyaya gelir. Daha önce babanın işi dolayısıyla Türkiye ve Yunanistan’da bulunmuş olan aile, oldukça varlıklı, laik ve liberaldir. Bir ablası, bir de erkek kardeşi olan Régine küçük yaşından itibaren Notre Dame de Sion lisesinin Sofya şubesine yatılı olarak verilir. 19 yaşında mezun olduğunda, ailesinin o sırada bulunduğu Burgaz’a döner; hala, kendisini mutluluk dolu rahat bir yaşamın beklediğini sanmaktadır. Oysa İkinci Dünya Savaşı’na Almanların yanında giren Bulgarlar, vatandaşlık sahibi olmayan Yahudileri ülkeden uzaklaştırma kararını almış ve uygulamaya başlamıştır bile. Birgün Canetti ailesinin kapısı polisler tarafından çalınır ve en geç bir ay içinde Bulgaristan’ı terk etmeleri gerektiği söylenir. Anne, baba, Régine ve Maurice’ten ibaret aile, kocası dolayısıyla Bulgar vatandaşı olmuş abla Denise ile vedalaştıktan sonra Varna’ya geçer ve orada onları Filistin topraklarına götürecek bir gemi arayışına girer. Sonunda, aynı durumda olan yüzlerce sürgün ile birlikte 5 Aralık 1940 yılında, eski adı ‘Tsar Kroum’ olan, daha sonra ‘Salvador’ (kurtarıcı) diye değiştirilen ve ‘gençlik yıllarında’ kömür taşımacılığı için kullanılan köhne bir yelkenliye biner Canetti’ler. Geminin motoru yoktur. Can yelekleri çok az sayıdadır, filika ise sadece bir tane. Aslında sadece 100 yolcu alacak kapasitedeyken, yanlarına alelacele tahta bölmeler inşa edildikten sonra 250 kişiyi alacak duruma getirilir. Ne var ki, kurtulmayı uman fazladan 100 kişi kadar binecektir ‘Salvador’a.

Sözü Régine Canetti’ye bırakalım:

“Yolculuk korkunç şartlarda seyrediyordu, hayvanlar gibi üst üstte yığılıydık. Ama yine de umutla yola çıkmıştık. Denize açıldığımızda hava güzeldi, gemiyi bir römorkör çekiyordu. Biz vatansızlarla birlikte Filistin’e göç etmek isteyen ‘Beitar’ ve ‘Maccabi’ üyesi Siyonist gençler, güvertede sürekli dans edip şarkılar söyleyerek bizlere neşe ve güç aşılıyordu. Ancak Varna çıkışı römorkördeki ekip, İstanbul’a rüzgâr ve yelkenler sayesinde varacağımızı ileri sürüp bizi terk etmeye yeltendi. Neyse ki, Siyonist gençler silah zoruyla bunu engellediler. Bir başka römorkör bizi İstanbul limanından itibaren çekip Çanakkale’yi geçirtecek, Ege denizine kadar götürecekti. Oradan da açık denizde yelken açıp Hayfa limanına varmayı umuyorduk. Ancak, İstanbul’a vardığımızda o römorkör yoktu. Limanda iniş iznimiz olmaksızın beş gün kadar feci şartlar altında kaldık, zira iniş iznimiz yoktu. Şükür, Yahudi Cemaati bize su ve yiyecek takviyesi yaptı.

Biz vatansızlarla birlikte Filistin’e göç etmek isteyen “Beitar” ve “Maccabi” üyesi Siyonist gençler güvertede sürekli dans edip şarkılar söyleyerek bizlere neşe ve güç aşılıyordu.

“11 Aralık akşamı gemiye Türk hükümeti tarafından limandan uzaklaşma emri geldi. Ama hava güzel olduğundan biz hala umutluyduk. Gençler hala dans edip şarkılar söylüyor, ‘Düşlerimizin gerçekleşmesine üç dört gün kaldı’ diyorlardı. Ancak gece yarısından sonra müthiş bir fırtına koptu. Köhne gemi çatırdamaya ve her yanından su almaya başladı. İnsanlar itiş kakış güverteye koştular. Çığlıkları, imdat çağrıları hala kulaklarımda… ‘Salvador’ giderek parçalanıyordu. Önce direkler düşüp birkaç kişiyi ölümcül yaraladılar, sonra tekne bütünüyle dağıldı, dehşet içinde parçalarının suyun üstünde yüzdüğünü gördük… Sabahın beşine doğru babam bizlere denize atlayıp kıyıya yüzmeye çalışmaktan başka çare kalmadığını söyledi.”

Sonra… Régine giysilerinden kurtulup buz gibi suda, yüksek dalgaları aşarak yüzdü, yüzdü, yüzdü ve nihayet dalgalar tarafından çırılçıplak ve yarı baygın halde Silivri plajına adeta fırlatıldı. Kendine geldiğinde biraz uzağında babasını gördü aynı şekilde atılmış olan. Annesi ve kardeşi kıyıya varamamışlardı. Yüzden fazlası çocuk olan iki yüz otuz sekiz göçmen boğulmuştu. Cesetleri tespit edilebilenler Silivri yakınlarında gömüldüler ve oraya, ‘Yahudilerin Koyu’ gibi korkunç bir ad verildi.

Bir süre İstanbul’da kalan Régine hala kendine gelememiş, zaten Filistin’e giriş izni bulunmayan babasını İstanbul’da bırakıp Yahudi Cemaati’nin ve ‘Agence Juive’in yardımıyla Filistin’e yolcu edildi.

“1940 yılının Aralık ayında Burgaz’dan dört kişilik bir aile olarak ayrılmıştık: Annem Rachel, babam Albert, kardeşim Maurice ve ben. Filistin’e ise tek başıma vardım.”

 

“1940 yılının Aralık ayında Burgaz’dan dört kişilik bir aile olarak ayrılmıştık: Annem Rachel, babam Albert, kardeşim Maurice ve ben. Filistin’e ise tek başıma vardım.”

 

Filistin, ‘Eretz İsrail’ yılları…

Yaşadığı trajedi sonrasında, genç Régine kendini yepyeni bir ortamda bulur. Tanımadığı insanların, bir tek kelimesini anlamadığı bir dilde yapmasını söylediği ve patates ekme, inek sağma, kilolarca sebze ve meyve ayıklama gibi, hayatında yapmamış olduğu işleri yapmakla yükümlüdür… İsteyerek, her zorluğa hazırlıklı olarak Filistin’e göç etmiş gençlerinkinden çok farklıdır Régine’in durumu. Filistin onun için bir tercih değil bir zorunluluktur. Elinden geldiği kadar görevlerini yerine getirmeye çalışsa da sürekli ağlar ve her giriştiği işte başarısız olur. Babasının nihayet Filistin’e yasal olarak giriş yapması bile onu bu derin ruhsal çöküntüden kurtaramaz. Zaten yaşadıkları trajedi baba kızı yakınlaştıracağına nedense birbirlerinden uzak düşürmüştür.

Tam da bu haleti ruhiye içindeyken Régine’in imdadına Notre Dame de Sion rahibeleri yetişecektir. Kendisini Sofya’daki okul yıllarından tanıyan bir rahibe, ‘Salvador’ felaketini yaşamış olanlar arasında adının geçtiğini görür, izini sürer ve Filistin’de, Kudüs’ün eski şehrinde Sion rahibelerinin Ecce Uomo adındaki manastırına davet edilmesini sağlar.

Bu davet, Régine için adeta tünelin ucundaki gün ışığıdır. Önce, izin günlerinde gidip geldiği, sonra da her defasında biraz daha uzayan süreler için misafir olarak kaldığı Ecce Uomo’da, mutlu ve tasasız öğrencilik yıllarını anımsar. Boş durmamak için İngilizce kurslarına yazılır. Alışık olduğu yazı çizi ile ilgili işler üstlenir. Rahibelerin anlayış ve şefkat dolu yaklaşımları, onunla ana dili saydığı Fransızca konuşmaları, ortamın huzuru, dinginliği sayesinde, eski gücüne, cesaretine, çalışkanlığına yavaşça yeniden kavuşur. “Kendimi, evime dönmüş gibi hissediyordum” der.

Ve olanlar olur…

Bundan böyle on beş yıl boyunca görüşmeyeceği ailesinden geriye kalan ablası ve babasını karşısına alıp din değiştirir ve Soeur Claude Albert adı altında rahibe olur.

“1942’nin Haziran ayında Sion Rahibeleri Tarikatı’nın bir rahibesi olarak, bugüne kadar izlediğim yeni bir yaşam güzergâhı edindim. İsteyerek mi yoksa kaderin zoruyla mıydı? Kim bilebilir? Belki de Salvador felaketini yaşamasaydım, hayatım çok farklı olurdu.”

 

“1942’nin Haziran ayında Sion Rahibeleri Tarikatının bir rahibesi olarak, bugüne kadar izlediğim yeni bir yaşam güzergâhı edindim. İsteyerek mi yoksa kadarın zoruyla mıydı? Kim bilebilir?

Belki de Salvador felaketini yaşamasaydım, hayatım çok farklı olurdu.”

 

Eğitime adanmış bir yeni yaşam

Ondan sonrası kâh İsrail’de kâh Fransa, Mısır, Tunus, Türkiye gibi farklı ülkelerde kendi tabiriyle, “Sion tarikatının yorulmaz bir askeri olarak” genç kızların eğitimine adanmış bir yaşamdır Régine’inki. Sadece onları eğitmekle kalmayıp kendini de geliştirir. Kırkından sonra nihayet İbranice öğrenir, Londra’da bir yıl geçirip İngilizcesini daha da geliştirir… Rahibelerin yaşam şartları Papa’nın emriyle değiştiğinde üniformasını üstünden atan ilkler arasındadır. Ailesinden geriye kalan kuzen ve yeğenlerle yeniden bağlantı kurar, Pesah ve Roş Aşana’da onlara katılır, Kipur’da da oruç tutar. Uzun bir süreliğine Tel-Aviv’de çalışma hayatına bile atılır ve ancak altmış yaşında emekli olduktan sonra önce Ecce Uomo’ya, sonra Ein-Karem’e döner. Arada savaşlar yaşamış, yeniden pek çok korkulu an geçirmiştir. Ama herhalde felaketin en dibine vurmuş olduğu için onlara her defasında göğüs germeyi başarır.

“İnsanın başına en fecisi gelince artık hiçbir şeyden korkmaz olur!” der, konuşmamız noktalanınca…

Ve vasiyet…

“Şimdi ise yolun sonuna gelmişken, vasiyetim şöyledir,” diye devam eder o muzip gülümseyişiyle…

“Tabii ki, burada İsrail topraklarında son nefesimi vermek istiyorum. Günü gelince beni Ein-Karem manastırının mezarlığına, arkadaşlarım, kız kardeşlerim diğer Sion rahibelerinin yanına, Yahudi geleneğine uyarak tabutsuz olarak ve İbranice okunan bir Katolik cenaze ayiniyle gömsünler.”

Kader insana insan da kaderine uyum sağlar.

Marcus Aurelius

 

Kaynakça

Régine Canetti ile 26 Ekim 2017’de Ein-Karem Manastırı’nda yapılan söyleşi.

Régine Canetti’nin Ruth Danon ile birlikte kitaplaştırdığı “Soeur de Sion” başlıklı anıları.

Dipnot

[1] Soeur: Hemşire, kardeş. Bazı Hıristiyan tarikatlara ait rahibelere hitap tarzıdır. Ayrıca rahibe olduklarında isimlerini değiştirirler.

[2] Regine Canetti, belki yaşlılıktan, belki de anısı yine çok acı olduğundan, İstanbul’a bir üçüncü gelişini belirtmeyi unutmuş. 2004 yılında Salvador faciasından daha başka kurtulanlarla yaşadıklarını bir belgesel kapsamında anlatmak üzere geldiğini İsrail dönüşü öğrendim. Bu vesileyle Şalom’a da röportaj vermiş.