ONLINE - Erdoğan Mitrani


İstanbul Kültür Sanat Vakfı (İKSV) tarafından, her yıl Nisan ayı başlarında yapılan Uluslararası Sinema festivali, Covid-19 salgını nedeniyle ertelenmiş, bu yıl Film Ekimi ile birleştirilerek yapılacak olan 39. İstanbul Film Festivali’nin fiziki gösterim tarihleri 9-20 Ekim 2020 olarak belirlenmiştir.

Ancak, seyircisini bu kadar uzun bir süre sinemasız bırakmamak amacıyla İKSV, geçtiğimiz Mayıs ve Haziran aylarında Festival programından, Cannes, Venedik ve Berlin film festivallerinden seçilmiş 15 filmlik birer seçkiyi dijital ortamda izleyiciyle buluşturmuştu.

Bu yazımda, toplam 30 filmlik bu seçkiden en çok etkilenmiş olduklarıma ait izlenimlerimi sizlerle paylaşmak istiyorum. Hepsi de izlenmeyi hak eden çok düzeyli filmlerin arasından tamamen kişisel beğenime dayanarak seçtiğim bu filmlere değerlendirmemin yıldızlarını da ekledim.

Stéphanie Chuat ile Véronique Reymond’un Schwesterlein / Kız Kardeşim” filmi, ünlü tiyatro oyuncusu ikiz erkek kardeşi Sven’de agresif bir löseminin başlamasıyla, hastalık haberini aldığından beri yazamayan ünlü oyun yazarı kız kardeşi Lisa’nın, Sven’in düzelmesi için kanıyla, iliğiyle imkânsızı mümkün kılmaya çalışmasının öyküsüdür. Her an sulu bir melodrama kaçabilecek bir hikâyeyi, müthiş doğal ve gerçekçi bir tonlamayla, yalın ve sade bir sinema dili ve benzersiz bir samimiyetle aktaran bir başyapıt. Nina Hoss ile Lars Eidinger’in oyunculukları sinema okullarında ders olarak okutulacak düzeyde. (*****)



Luca Martinelli “Martin Eden”

Pietro Marcello’nun Jack London’un “Martin Eden” romanının sinemasal karşılığını, gerçek ile gerçeküstünün iç içe geçtiği yarı düşsel bir XX. yüzyıl Napoli’sinde aradığı son filmi, kanımca son dönemde sinemada yapılmış en başarılı edebiyat uyarlamalarından biri.

XIX. yüzyıl sonu romanlarının politik bilinçlenmeyle aşk öykülerini harmanlama eğilimine, günümüzün toplumsal akımlarını da katan, edebi tadını hiç kaybetmeyen, dört dörtlük müthiş etkileyici sinema duygusunu koruyan, anlatımı, oyunculukları ve sinema diliyle kusursuzu yakalamış bir çalışma. (*****)


Patrycja Planik “Lillian

Ünlü belgesel yönetmeni Andreas Horvath’ın ilk kurmaca filmi “Lillian” (2019) gerçek olaylardan esinlenerek, hayal ile gerçeği zekice harmanlayan, kurmacayla belgeselin kusursuzca iç içe geçtiği benzerine hiç rastlanmayacak bir film. Bir Orta Avrupalı göçmen kadının, New York’tan Rusya’ya doğru yürüyerek yaptığı inanılmaz yolculuğa odaklanan bu olağanüstü güzellikte mistik ve meditatif görsel şiirin, yaşlı bir ninenin torununa anlattığı balina masalıyla başlayan final sekansı, ömür boyu unutulamayacak bir sahne. (*****)




Sasha “Petite Fille”

Petite Fille / Küçük Kız, Sébastien Lifshitz’in, kendini hep bir kız olarak görmüş ve hissetmiş olan 8 yaşındaki Sasha’nın dilediği gibi olma ve özgürce yaşama mücadelesini, toplumun tepkilerini, ailesinin tüm fobik saldırılara karşı dirayetli duruşunu müthiş etkileyici bir sinema diliyle aktardığı, insanın içine işleyen bir belgesel. Sasha’nın sevenlerinin, etrafın kabullenilmeyişi dengelemek için ne kadar sevgi, ihtimam ve fedakârlık göstermeleri gerektiğini büyük bir içtenlik ve sevecenlikle aktaran, duyarlı bir izleyicinin hem beyni hem gönlüyle seveceği müthiş etkileyici bir çalışma. (*****)



Alberto Testone “Il Peccato”

Andrey Konchalovsky, “Il Peccato / Günah”da (2019) Rönesans’ın büyük dehası Michelangelo Buonarotti’nin psikolojik ve mesleki anlamda sıkıştığı bir döneme odaklanır. Alışılmış biyografilerin ötesinde, bir Rönesans efsanesinin sadece büyüklüğünü değil, tüm kusurlarıyla insani yönlerini de derinlemesine ortaya çıkaran bu gerçekçi portre, bildik bir dönem filmi etkisi bırakmaz. Seyirci, “görüntünün gerçeklik hissini verdiğini” belirtmiş olan yazar yönetmeninin bir zaman makinesine binerek XVI. yüzyıla gitmiş olduğu, ve orada tüm gerçekliğiyle, o zamanın insanları, o kentlerin tozlu sokakları ve o sokaklara dökülen oturaklarıyla gerçek bir Rönesans belgeseli çektiği izlenimine kapılır. 134 dakika boyunca kendini soluk soluğa seyrettiren, müthiş başarılı ve ayrıksı bir sanatçı portresi. (*****)



Welket Bungué “Berlin Alexanderplatz”

Afgan kökenli Alman yönetmen Burhan Qurbani’nin, Alfred Dublin'in 1929’da yayınlanan başyapıtından esinlenerek çektiği “Berlin Alexanderplatz”, aşırı sağın yükselerek yönetime girebildiği, ırkçılığın, kaçak işçi sisteminin, cinsel sömürünün, uyuşturucunun, kadına karşı bedensel ve ruhsal şiddetin normalleştiği günümüzü, Nazizmin iğrenç yükselişini haberleyen 1929’ların çarpık bir aynada yansıması olarak ele almasıyla çok başarılı. Bu ürkünç toplumsal freski aşırıya kaçmaksızın irdelerken, önceliği insan ilişkilerine, aşka ve ölüme vermeleri çok etkileyici. Keşke Qurbani filmini, anlatısının ruhuna epey ters düşen o sonsözle bitirmeseydi. (****1/2)



Mustafa Shehata & Talal Afifi “Tu mourras à 20 ans”

Sudanlı yönetmen Amjad Abu Alala, aktivist muhalif romancı Hammour Ziada’nın “Tu mourras à 20 ans / 20 Yaşında Öleceksin”, romanını, olağanüstü bir görsellik, müthiş ustalıklı bir sinema dili, yalın, duru ve etkileyici bir anlatımla, nefis bir şiirsel ve felsefi mesel olarak aktarır. Film, saçma bir kehanetin bir çocuğun gençliğini tüketmesi üzerinden, cehaleti, bağnaz inançları, sorgulamadan kabullenilen “olmazsa olmazları” eleştiren, otuz yıllık bir baskı rejiminin ardından nihayet nefes almaya başlayan bir halkın, bilginin, eğitimin, kültürün, özgürlüğün önemini vurgulayan çığlığıdır. Bir ilk filmden beklenmeyecek olgunlukta sinema diliyle geleceğin önemli bir sinemacısını müjdeleyen, aldığı tüm ödülleri fazlasıyla hak eden çok iyi bir film. (****1/2)


“Kestane Ormanından Hikâyeler”

Gregor Božič, düşsel ve masalsı bir ormanda geçen ilk uzun metrajı “Kestane Ormanından Hikâyeler”i, Anton Çehov’un kısa hikâyelerinden esinlenerek oluşturmuş.
Rüyaların, karabasanların ve sanrıların gerçekten yaşanmış anılara karıştığı, her öykünden bir Matruşka dizisi gibi farklı bir öyküye geçildiği, yarı hatırlananların belki gerçek olduğu, belki de sadece düşlendiği, rüyalar kadar dokunaklı, kırılgan ve hayal gücünün verdiği buruk umutlarla dolu bu şiirsel yolculuk, ormanın ihtişamını ve iç mekânların aydınlık karanlığını başarıyla aksettiren nefis 35 mm. çekimleriyle görsel olarak da müthiş etkileyici. (****1/2)


Düğün fotoğrafçısı Pedro’nun XX. yüzyılın başlarında, soğuğun elle tutulurcasına hissedildiği, Güney Amerika’nın dünyanın öbür ucundaki Tierra del Fuego bölgesine gelişiyle başlayan, Théo Court’un ikinci uzun metrajı Blanco en Blanco / Beyaz Üstüne Beyaz”, ilk sekanslarından itibaren, karlı, ıssız ve çıplak doğasının görkemiyle izleyicinin nefesini keser. Sömürgeci hırsın ve sistematik istismarın sürdüğü, gelinin küçük bir kız oluşuyla tacizin neredeyse yasallaştığı bu hoşgörüsüz dünyada yerel kültür de bir soykırım şiddetiyle yok edilmektedir. Finalde Selknam kabilesinin gaddarca katledilişinden sonraki toplu hâtıra resmi çekiminin, antik fotoğraf makinesinin içinden tek bir uzun plan olarak gösterildiği, içsel gerçekliğiyle tedirgin edici ve kan dondurucu müthiş sekans unutulur gibi değil. İzlenmesi kimi zaman zorlayıcı ama farklı ve aykırı bakışıyla sinemasal olarak müthiş doyurucu, çetin ceviz bir çalışma. (****1/2)


1984 Berlin doğumlu İlker Çatak’ın “Söz Senettir” adıyla gösterilen ikinci uzun metrajı “Es gilt das gesprochene Wort” kırk yaşlarındaki başarılı ve özgür Alman kaptan pilot Marion’un Marmaris’te Alman turistlere jigololuk yapan 23 yaşındaki Baran’la hatır evliliğinin öyküsü. Her şeyin ayırdığı iki insanın beklenmedik bir anlaşma zemini bulmasını her türlü klişeden uzak, yalın, inandırıcı ve olgun bir sinema diliyle anlatan film, her iki karakteri için de umutlu bir açık kapı bırakarak sona erer. (****)


İgort olarak bilinen ünlü İtalyan çizgi roman yazarı Igor Tuveri’nin başyapıtı olarak bilinen aynı adlı eserinden uyarlayarak yönettiği ilk filmi, “5 è il numero perfetto / 5 Kusursuz Sayıdır”, klasik “fumetti” öykülerini, kapkaranlık, ama çok zeki bir kara mizahla ören, absürt tadı ve hınzır gizli mizahıyla müthiş keyifli bir çalışma. Olağanüstü mizanseni ve görsel stilizasyonu, müthiş oyunculuklarıyla, İgort’un aslında birbiriyle pek bağdaşmayan iki türü, çizgi romanla sinemayı çok başarılı bir sentezle birbirine mal eden filmini, azaltılmış saçı ve koca bir kambur ilâve edilmiş burnuyla, tetikçilik mesleğini ahlaken çarpık ve meşakkatli bir iş olarak gören yaşlı kiralık katili olağanüstü inandırıcılıkla canlandıran Toni Servillo benzersiz kılar. (****)




“Happy Times”

“Happy Times / Mutlu Günler”, bir cuma akşamı, Amerika’da yaşayan İsrailli-Yahudi iş adamı Yossi’nin Los Angeles’daki havalı evinde, geleneksel bir Şabat yemeği için toplanmış insanların masaya oturdukları gecenin hangi uçlara kadar gidebileceğini çılgın ve kanlı bir güldürü olarak anlatır. Tabuları olmayan İsrailli yazar yönetmen Michael Mayer, bu içerdiği tüm şiddete karşın müthiş komik filminde, kutsama duasıyla başlayan ve Kadiş’le sonlanan gerilimi, kapkara ve karanlık bir mizahla ustaca bağdaştırmakla kalmaz, tüm insani, cinsel, duygusal ve ekonomik ilişkilere de tokat gibi sert ve hınzır bir eleştiri getirir. (****)


İtalyan yönetmen Filippo Meneghetti’nin ilk kurmaca uzun metrajı “Deux / İkimiz” sinemada değinilmemiş bir konuya, önceki yıllarda erkek partnerleri de olmuş olan 70 yaşlarında iki kadının arasındaki çok özel ve benzersiz aşkı ele alır. İki kadının birbirine olan sevgisine ve son yıllarında yaşamlarını birleştirmeye karar vermelerine odaklanırken, en yakınımızdakilerin bile davranışlarımızı, olduğumuz gibi değil, olduğumuzu sandıkları gibi algılayarak irdelemelerini incelikli bir sinema diliyle anlatır. (****)




“Pacificado”

Rio de Janeiro’nun tepelerine tüneyen, fakirlerin ve düşük gelirli işçilerin yaşadığı “favelalar” muhteşem manzaralarına karşın kentten ve kentin simgelediği refahtan çok uzak, yoksulluğun simgesi mahallelerdir. Cürmün üremesine elverişli, polisin arada bir göründüğü favelalar, yöresel çetelerin kendine has kuralları ve düzenleriyle yönetilirler. Uzunca bir dönem Brezilya’da yaşayan Teksaslı foto muhabiri, yazar, yönetmen Paxton Winters’ın ikinci filmi “Pacificado / Sütliman”, Rio de Janeiro’nun “Morro dos Prazeres Favelası” sakinleriyle yedi yıl boyunca sürdürdüğü yaratıcı işbirliği sonucunda ortaya çıkan, duygusal ya da aksiyon ağırlıklı olmayan, yalın, sakin, müthiş etkileyici ve çarpıcı çok başarılı bir çalışma. (****)



“Vrba / Söğüt”

New York’ta yaşayan, fotoğrafları ve sanat çalışmaları çeşitli sergilerde yer almış Makedon yönetmen, fotografçı, yazar ve performans sanatçısı Milcho Manchevski’nin köklerine dönerek yazıp yönettiği son filmi “Vrba / Söğüt”, geleneklere ve koşullara karşın çocuk sahibi olma mücadelesi veren üç kadının geçmişten günümüze üç ayrı öykü üzerinden çok başarılı oyunculuklar ve müthiş bir görsellikle anlatılar. Manchevski, hem bereketin sembolü söğüt ve kısırlığın sembolü taş ile bütün öyküleri birbirine bağlar, hem de farklı zaman ve durumlarda bile olsalar, çektikleri çilelerle sanki bu kadınları, birbirinin kaderini tamamlayan tek bir kişiymiş gibi algılamamızı ister. Duyguların devamlı açığa çıktığı öykülerini, hiç abartmadan, kontrollü bir hassasiyet ve müthiş bir doğallıkla anlatan yazar yönetmen, ustalıkla kotardığı finalde filmi kendi üzerine kapanan bir fasit daire olarak sona erdirir. (****) 

Hepinize sağlıklı seyirler dilerim…