Haber fotoğrafı: La Traviata

Opera dediğimizde aklımıza bir çırpıda şahane sesleri ile baritonlar, sopranoların unutulmaz aryaları, ihtişamlı dekorlar, rengârenk kıyafetler, ışık oyunları ve daha neler neler gelir. İlk gittiğimiz operayı unutmaz iken, Carmen’in danslarını, Mme Butterfly’ın konusunu, La Traviata’nın librettosunu, Tosca operasının Mustafa Kemal Atatürk ile özdeşleşen hikâyelerini kafamızın bir köşesinde tutarız. Dans, dekor, kostüm, ışık, mimik jest, ses bir operanın bize yansıyan taraflarıdır. Ya sahne arkasına ne demeli; uzun provalar, ses açılması için yapılan egzersizler, koşuşturan terziler ve son dakikaya kadar bitmek bilmeyen ayrıntılar…

Gönülçelen Violetta (La Traviata), Çingene Kız Carmen, Geyşa Cio-Cio-San (Mme Butterfly)3 kadının da kaderlerinde aşk vardı… Aşkları onları sürükledi.
Ve üç besteci - Verdi, Bizet, Puccini… Notaları ile bu üç kadına hayat verdiler. Ölümsüzleştirdiler… Verdikleri mesajlarla tarihe geçtiler.
Ve, “Sanatsız kalan bir milletin hayat damarlarından biri kopmuş demektir” diyen sanatsever, ulu önder Mustafa Kemal Atatürk’ün defalarca söylettiği Tosca operası…
Tüm bunlar şimdi okuyacağınız yazının konusu.


La Traviata
La Traviata operasının ilk gösteriminde tarih 6 Mart 1853’ü gösterir. Yer, Venedik’tir. Sonraki 7 yıl boyunca bu eser İtalya’nın sınırlarını aşacak ve opera literatürünün kült eserleri arasına girecektir. Ünlü Fransız yazar Alexandre Dumas ile İtalyan besteci Giuseppe Verdi Paris’te karşılaşır. Verdi, konunun müzik dili ile sanat dünyasında etkili olacağını düşünür. La Traviata bir “Verdi-Dumas” birlikteliğidir. Operanın birinci perdesi tanışma ve aşkı, ikinci perdesi aşkı - ayrılığı, üçüncü perdesi umutsuz karşılaşma ve patlayışı, dördüncü perdesi anılar ve ölümdeki huzur motiflerini anlatır.

Günümüzün ünlü İngiliz müzik yazarı Wilfrid Mellers, La Traviata operası için kısaca şöyle demektedir: “… Bu eserin özü, ne bir kahramanlığa, ne de sahne üstünde müzikle okuyuşu süsleyen edebî bir konuşma türüne dayanmaktadır. Bu opera, aksine, insanoğlunun gerçek yaşantısı ile toplum görüşü arasındaki çelişkinin müziksel bir yorumu olma niteliğindedir. Burada, toplum kurallarına uymadığı için çevrece küçümsenen Violetta, dünyanın göz kamaştıran yaşantısına yeniden doğabilmenin çabasındadır ve bu kadın, her istediği yere zahmetsiz konup kalkmasını rahatça başarabildiği içindir ki, hayata anlam veren gerçek aşktan tamamen yoksun kalmıştır…”

La Traviata operası hakkında birçok yorum yapıldı. Usta sanatçı Verdi, toplum psikolojisini opera sahnesi ile birlikte inceleyerek kimsenin cesaret edemediği konulara el attı. Bu durum devrimsel bir düşüncedir ve operada bir ilktir.


Carmen
Carmen operası gerçekçilik akımı ile özdeşleşen türünün ilk örneklerinden biridir. Hayatın içinde sıradan insanların yaşantısını konu alır. Fransız yazar Prosper Mérimée’nin bir hikâyesinden yola çıkarak Henri Meilhac ve Ludovic Halévy tarafından opera metni şeklinde düzenlenir. Romantik dönem bestecilerinin en önemlilerinden biri olan Georges Bizet tarafından 1874 yılında bestelenir. Günümüzde en fazla sahnelenen, birçok ülkede defalarca prömiyeri yapılan, sadece müzikleri ile değil dekoru ve kostümleri ile de gönüllere taht kuran Carmen operası ülkemizde ilk olarak 1943 yılında Ankara’da, Türkçe olarak sahneye konur.

Eser ilk olarak 1875’de sahnelendiğinde, opera kriterlerine aykırı bulundu. Ahlak anlayışı ile de olumsuz tepkiler alınca, eser kötü eleştirilerin kurbanı oldu. Bizet çok genç yaşta yaşamını yitirdi. Birkaç yıl daha yaşasaydı operasının kazandığı muhteşem zaferi, sahnelerde fırtına gibi nasıl estiğini de görecekti. Tüm tartışmalara, önyargılara rağmen eserin esas konusunun “özgürlük anlayışı olması” tüm dünyada ilgi toplamasının da sebebidir. Bizet’nin kahrından ölmesine neden olan eserde konu, sokaktaki insanlardır ve özellikle bir çingenenin opera sahnesinde baş rolde olmasının, “aristokrat” gençlere kötü örnek olacağı düşüncesi yaygındır.

Carmen operasının aryalarından birinin sözlerine göz atalım:
Aşk vahşi bir kuşa benzer
Ehlileştirmeyi deneyen
Pişman olur
Çağırman boşuna
Eğer istemiyorsa gelmez
Bir şey istenemez tehdit veya ricayla
Ne tatlı sözler yardım eder, ne de hışım
Kalan her şey boştur
O sussa bile
Ben iyiyim…
Aşk bir çingeneye benzer
Kural tanımaz
Sen beni sevmesen bile
Ben seni severim
Ve seni seviyorum.


Mme Butterfly
Amerikalı yazar Luther Long’un 1898 yılında yazdığı Madame Butterfly adlı kısa öykü, daha sonra oyun yazarı David Belasco tarafından tiyatro sahnesine uyarlanır. Londra’da sahnelendiği sırada Giacomo Puccini seyirciler arasındadır. Oyundan etkilenir ve Mme Butterfly operasını besteler. Bu hikâyenin zaman zaman kurgu, zaman zaman da gerçek olduğu hakkında söylentiler çıksa da 1931 yılında yapılan bir röportaj ile Mme Butterfly’ın gerçekliği tasdik edilir.

Üç perdelik opera dokunaklı bir hikâyeden yola çıkılarak hayat bulur. Amerikalı bir subay 1891 yılında geldiği Nagazaki kentinde henüz 15 yaşında olan Cio-Cio-San ile tanışır. Subayın vaatlerine kapılan güzel geyşa kendini bu aşka o denli kaptırır ki, dinini bile değiştirir. Ancak subay ülkesine dönecek, Cio-Cio-San nam-ı diğer Madame Butterfly oğlu ile aşkını bekleyecektir. Amerika’da evlenen subay ise oğlunun varlığını öğrenir öğrenmez Mme Butterly’dan geri almaya çalışacaktır. Sevgilisinin bu davranışından çok etkilenen kahramanımız çocuğunu babasına teslim edecek ve ailesinden kalma hançer ile intihar edecektir.

Puccini, Batı insanının Doğu insanına pek de insancıl olmayan bakış açısını ortaya koyarken, kadın-erkek eşitsizliğinin de bir örneğini sunuyor. Özellikle son bölümdeki arya insanın çığlığı gibidir. Acı doludur. Kadın karakter âşık, fedakâr, korunmaya muhtaç olarak gösterilir. Bu boyut oryantalizm ile birleşerek bir trajedi haline gelir. Doğulu kadının itaatkâr, narin ve cinsel obje prototipi, Mme Butterfly’ın hikâyesinde Puccini’nin notaları ile hayat bulur. Bu operada subay asla sorgulanmazken Cio-Cio-San’ın finaldeki tutumu seyirciyi düşüncelere sürükler.

OPERA BİNALARI
Opera binaları basit yapılar değildir. Estetik güzellikleri şüphe götürmeyen bu yapıların, dışı kadar içinin güzelliği de en belirgin özelliklerinden biridir. İşte, günümüzün en ünlü opera binaları…


Palais Garnier

Paris’teki Palais Garnier’in yapımı 13 yıldan fazla sürdü. 1875 yılında inşaatına başlanan bina dönemin Barok tarzının en belirgin örneklerinden biridir. İmparator 3. Napolyon’a yapılan bir suikast girişiminin ardından, binanın tasarımı için 200’den fazla başvuru yapıldı. Bu tasarımların birer slogan ile özetlenmesi istenirken, mimar Charles Garnier tasarımı için, İtalyan şair Torquato Tasso’nun “fazlasını arzula, azı için umutlan” şeklinde çevrilebilecek dizesini kendine seçti. Operadaki Hayalet’in geçtiği yer de Paris’in bu ünlü opera binasıdır. Gösterişli dış mekânın yanı sıra iç mekândaki Büyük Merdiven ve Büyük Fuayenin üzerini kapsayan mozaik Marc Chagall imzasını taşır.

Müzik ve sanatın anayurdu gibi düşünülen Viyana’da, Viyana Devlet Operası bir başka sanat eseri... Hem kulağa hem de göze hitap eden opera binası, Çek mimar Josef Hlávka tarafından Neo-Rönesans tarzında tasarlandı. 25 Mayıs 1869’daki açılış gecesinde Mozart’ın Don Giovanni’si sahnelendi. 2. Dünya Savaşı’nda ağır hasar gören ve 10 yıl içerisinde yeniden inşa edilerek, çağın teknolojik imkânlarının da eklendiği bina, 5 Kasım 1955’te Beethoven’ın Fidelio’su ile bir kez daha açıldı. Operanın iç mekânında yer alan, yedi sanatı konu alan yedi heykelden söz etmeden binanın özelliklerini tanımlamak mümkün değil.


Sidney Opera Binası

Sidney Opera Binası
’nın ünlü mimarı Jorn Utzon eseri ile 2003 Pritzker Mimarlık Ödülünü kazandı. Bina daha sonra UNESCO tarafından 2007 yılında Dünya Mirasları Listesine eklendi. 20. Yüzyılın en ünlü yapılarından biri olan Sidney Opera Binası dünyanın dört bir yanından gelen sanatçılara ev sahipliği yapmakta. Görkemli opera binası için İsveç’ten getirtilen beyaz seramikler yapıya derinlik kazandırıyor. Tüm bu özellikleri ile Sidney Opera Binası daha uzun yıllar kendinden söz ettireceğe benziyor.

Atatürk Kültür Merkezi - İstanbul’un simgesi
Cumhuriyet tarihinin özel yapılarından biri olan Atatürk Kültür Merkezi bir sanat ‘mabedi’ olmanın ötesinde İstanbul için bir simgedir. 1956 yılında mimar Hayati Tabanlıoğlu’nun önderliğinde inşasına başlanan binanın 1969 yılındaki açılışında, Ferit Tüzün’ün Çeşmebaşı balesi ile Verdi’nin Aida operası sahnelendi. Tarih 27 Kasım 1970’i gösterdiğinde, Arthur Miller’in Cadı Kazanı adlı oyunu sırasında, sebebi hiçbir zaman bilinmeyen büyük bir yangın çıktı. Can kaybı olmasa da bina büyük hasar gördü ve 4. Murat oyunu için Topkapı Sarayı’ndan getirtilen değerli aksesuarların tamamı yandı. Mimar Hayati Tabanlıoğlu ikinci kez devreye girdi ve 2000’li yıllara kadar sayısız opera, operet, bale ve konsere ev sahipliği yapacak olan Atatürk Kültür Merkezi tekrar açıldı. Daha sonra bina, yenilenmek üzere yıkıldı. Bu kez Şubat 2019’da temeli atılan yeni kompleksin yapımına başlandı. Bu yapının mimarı ise, Hayati Tabanlıoğlu’nun oğlu Murat Tabanlıoğlu oldu. Yeni AKM, 29 Ekim 2021 tarihinde Cumhurbaşkanı Recep Tayyip Erdoğan’ın katılımıyla Sinan Operası performansıyla açıldı.

Atatürk ve Müzik
Selanik’te başlayan, Dolmabahçe Sarayı’nda sona eren bir hayattan çok daha fazlasıdır, O’nun yaşadıkları. Vatana adanmış bir hayattır. Savaşın değil kurtarıcı olmanın hayatıdır. Ve kurduğu Cumhuriyetten öte “medeni devletler” seviyesine ulaştırmaktır çabası.


Mustafa Kemal Atatürk
’ün Cumhuriyet’in kuruluş döneminde sanata, özellikle de tiyatro, opera ve çok sesli müziğe duyduğu ilgi ile bu dalda yaptığı atılımlar saymakla bitmez. Ekim 1925’de İzmir Kız Öğretmen Okulu’nu ziyaret etmiş ve bir öğrencinin “Hayatta müzik gerekli mi?” sorusuna şu cevabı vermiştir: “Hayatta müzik gerekli değildir, çünkü hayat müziktir. Müzikle ilişkisi olmayan canlılar insan değildir. Eğer söz konusu olan insan hayatı ise, müzik mutlaka vardır. Müziksiz hayat zaten var olamaz. Yal
nız, müziğin şekli düşünceye göre değişir.”

Atatürk’ün müzik alanında yaptığı çalışmaların başında, Ankara’da müzik öğretmeni yetiştirmek üzere Musiki Muallim Mektebi’nin, İstanbul Belediye Konservatuarı’nın, Ankara Devlet Konservatuarı’nın, Gazi Terbiye Enstitüsü Müzik Bölümü’nün, Ankara’da Askeri Müzik Okulu’nun açılmasını sayabiliriz.

Mustafa Kemal, Sofya’da görev yaptığı sırada operaya giderdi. O dönemde Tosca operasını çok beğendi. Yıllarca Tosca operasının parçalarını dinler hüzünlenirdi. Birçok müzisyen Atatürk’ün davetli olduğu etkinlikler için, özellikle bu operadan aryalar çalmayı ve söylemeyi öğrenmişlerdi.

Kaynakça:
https://www.3nokta.com
https://www.sözcü.com.tr
https://söylentidergi.com
https://www.zorlupsm.com
https://www.leblebitozu.com
https://metropera.org
https://www.britanica.com
https://operavision.eu
https://www.nationalturk.com
https://operable.gov.tr
https://www.fortuneturkey.com
https://akmistanbul.gov.tr