KİTAP - Yusuf Altıntaş

(Fotoğraflar: Riella Varon)

Eğer otuzküsur seneyi aşmışsa MORİS LEVİ’yle yakınlığınız ve de son onküsur yıldır giderek helmelenmiş, yoğunlaşmış, katmertlenmişse ahbaplığınız, bir de geçmişseniz birlikte bencilliklerinizin öte yakasına, belli bir kıvama ermiştir birlikteliğiniz. Böyle olunca da; imkânı mümkünatı yok, siz de benim gibi vesile arar, bahane üretir, fırsat kollarsınız birlikte dostluk okyanusunda sohbet teknesinin yelkenlerini açmaya.
Merak etmeyin yelkenlerinizi şişirecek rüzgârdan yana hiç sıkıntınız olmaz. Moris’in her zaman ve her zemine uygun anlatabileceği öyküleri, fıkraları, anıları vardır ve de hiç sakınmaz, esirgemez anlatır sırası geldiğinde.
Kimi zaman sözün şehvetine kapılır, kıyıdan açıldıkça açılır, akıntıya uyar gidersiniz de; keyfiniz yerindeyken vakit dursun, zaman geçmesin istersiniz. Oysa yazık! Akreple yelkovanın birbirini kovalamasını durduramazsınız ki.
İşte öylesi bir sohbet beraberliğimizde biz sorduk O söyledi:

 

Haydaa… Niye mi yazıyorum? Yazıyorum işte. Çocukluğumdan beri öykünüp özenmişimdir yazmaya. O kadar çok kitap okumuştum ki, bir ara hemen her çocuk gibi kovboy korsan falan olmayı özlemlemiş, sonraları şövalye olmaya karar vermiştim büyüdüğümde; ama favori hayalim yazar olmaktı çocuk irisiyken; O gün bugün hala devam ediyor. Şimdilerde kendimi öykü yazarı olarak programlanmış gibi hissettiğimi söylesem…

Doğru söylemişler kimler söylemişse. Evet “yaşanmayan yazılamaz”. Öyle ama ben tarihi olayları ya da bizzat tanık olmadıklarımı yazarken onları bir kez daha, yazdıklarımı yayınlanabilir hale getirinceye kadar birkaç kez daha, yani defalarca yaşıyorum zaten. Biliyorum sen öyküleri -tırnak içinde söylüyorum- “kozmetize” ettiğimi söylersin hep, her ne demekse. Evet süslüyorum onları yazarken. Ama ben olayları değil anlatımlarını süslüyorum. Hayır olayları ya da öykülerini başkalaştırmıyorum. Ama yazdığım her bir öykünün bir biçimde beni başkalaştırdığını da laf arasında bir söylemiş olayım. Okuru başkalaştırıyor mu bilmiyorum. Dahası; belki inanılması pek kolay olmayacaktır ama kimi zaman öykülerin bana kendilerini yazdırdıklarını, kendilerini bana adeta dayattıklarını da fark etmiyor değilim. Garip değil mi...

Hayır, hayır. Yaratıcı falan değilim ben. Aktarıcı veya süslemeci falan da diyebilirsin benim için. Dedim ya; kolay okunur, kolay anlaşılır, okununca az ya da çok keyif veren ve pek iddialı olmamam gerekir ama nadir de olsa kimileri için ufuk açıcı da olabilen bazı şeyler yazıyorum işte. Laf aramızda bu işten en çok ben keyif alıyorum yazarken. Yazma sürecinin bana ne boyutta haz verdiğini imkânı yok anlatamam sana. Yazımı tamamlayıp da yayına gönderdiğimdeki hangi zevkin hangi doruğuna doğru yükseldiğimi tahmin edemezsin. Sonra ne oluyor biliyor musun? Unutuyorum yazdıklarımı. Yeni bir haftanın yeni bir yazısını düşünüp tasarlamam gerekiyor çünkü. Oyalanmaya vakit yok.



Tabii ki okur tepkileri çok önemli benim için. İster olumlu olsun ister olumsuz her birinden öğrendiğim edindiğim o kadar çok şey var ki... Övgüler elbette hoşuma gidiyor. Herkes sever beğenilmeyi onaylanmayı, bunlar insani duygular ama eleştirilerden de büyük ölçüde yararlanıyorum, bazı yanlışlarıma işaret eden okur mesajları aldığımda hemen kaynağa dönüyor ve gerekirse izleyen yazımda düzeltme yoluna da gidiyorum.

Evet, üç yüz altmış’a yaklaştı yayınladığım öykü sayısı. Biliyorsun, “Yetmiş Duvaklı Gelin”de elliküsurunu kitaplaştırdık bunların. Onlar daha ziyade Tevrat esinli yazılardı. Yıllarca önce Şalom gazetesinin açtığı yarışmaya gönderdiğim bazı öykülerim de kitaplaşmıştı. “Yetmiş Duvaklı Gelin” yeni dönem öykü yazımına tekrar başlamamın ürünü oldu.

Şimdilerde de 100 tarihî öyküyü seçip kitaplaştırdığımızı yayınladı Gözlem Yayınları: “Maymunlar Patatesler ve Berlin Opera Binası.” Umarım ilgi görür. Daha yayınlanmamış birçok öykü var biliyorsun. Bu serinin üçüncü kitabı olarak hem benim beğendiğim hem de gelen yankılardan okurların beğendiğini anladığım bir miktar öyküyü de kitaplaştıracağız ama bunun için kendime bir sene kadar mühlet vermeyi düşünüyorum. Sonrası ise; bakalım zaman bize ne gösterecek.

Tabii, tabii. Sormasan olmazdı zaten. Ben de ne zaman soracağını merak ediyordum. Neyse geç kalmış sayılmazsın. Bak şimdi; bu kitabın ismi başta “Yüz Tarihî Olay” ya da “Yüz Tarihî Kişi” gibi bir şey olacaktı, kapağı da buna uygun bir düzende olacaktı. Öyle düşünmüştük. Ama gel gör ki, oğlum da kızım da buna adeta muhalefet şerhi koydular. Neymiş efendim; ben yeni eğilimleri takip etmiyormuşum. Amerika’dan da Avrupa’dan da bir sürü örnek koydular önüme. Haklıydılar. Kitabın adını da kapağının çizimini de sil baştan yaptık senin anlayacağın.



Bir gece yarısı aklıma kışkırtıcı bir fikir geldi. Bir kitapsever ve kitap raflarının arasında vakit geçirmeyi keyif sayan biri olarak düşündüm ki beni en çok çeken kitap; ismiyle ve kapağıyla en çok dikkatimi çeken hatta beni şaşırtan kitaptır. Bundan sonra iş kolaylaştı diyebilirim. En çok beğendiğim, okuyucunun da çok sevdiği ve birbirini tamamladığını düşündüğüm toplumsal hafıza izlekli üç öykünün adını ardı ardına yazıverince çıkan bu oldu: “Maymunlar Patatesler ve Berlin Opera Binası.” Sana da kışkırtıcı gelmiyor mu?

Bak. Bana kalırsa kelimelerin, sözcüklerin de bir ruhu bir canı vardır, hatta sanki bir büyüleyici gücü de... Bu isme karar verirken şaklabanlık değildi yapmak istediğim. Sadece farklı bir görsel ve işitsel ahenk oluşturduğumu düşünüyorum. Karar okuyucunun tabii ki. Bana gelince, itiraf ederim ki bir yandan yeni kitabımın keyfini yaşarken bir yandan da utanıyorum mu desem. Pek öyle vitrine çıkmaya, spot ışıklarına konu olmaya karşıt bir duygu karmaşası içindeyim galiba. Ya da şu sıralarda bu iki duygum sık sık yer değiştiriyor mu desem.

Evet doğru. Benim vatanım kullandığım ve kendimi ifade ettiğim dildir. Sanırım Mario Levi’den duymuştum: “Benim vatanım Türkçedir” diyordu. Ben de öyle düşünüyorum bu bağlamda. Olabilir, katılabilirim belki bir yazarın aslında “Entelektüel teşhirci” olduğu yolundaki kimi görüşlere. Laf aramızda kendi yazdıklarımı okumaktan basbayağı keyif alıyorum, hele bir müddet zaman geçtikten sonra.

Yok hayır. Hiç de öyle değil. Tamam, ben ailemin zengin olduğundan söz ettim ama bu sözünü ettiğim maddi zenginlik değildi ki. Evet yoksul bir aile de değildik, sıradan orta halli ailelerden biri. Hiçbir eksiği olmayan ama fazlası da olmayan bir aile. Benim sözünü ettiğim kültürel bakımdan çeşitlilik ve çok renklilikti. Herkes Yahudilerin hepsinin zengin olduğunu, hepsinin aynı görüşe sahip olduğunu vesaire… yani hepimizin tornadan veya bir kalıptan çıkmışız gibi bir kolaycı genelleme yapma eğilimindeler sanki. Bizimki, deyim yerindeyse çift kutuplu bir aileydi. Bir tarafta geleneksel Batı kültürü ve görgüsüyle büyüyen annem, diğer tarafta evet aydın, okumuş bir edebiyatsever ama basbayağı halk çocuğu olan babam. Kimse beni kendi tarafına çekiştirmiş değildi ama ben kimi örnek alacağım konusunda epeyce bocaladım diyebilirim. Bunun bana pek çok şey katıp kazandırdığını fark edebilmek için Moris Levi olmam gerekti, ya da beni Moris Levi yapanın bu olduğunun farkına vardığımda yaşım epeyce ilerlemişti.

Sen de fark ettin demek ki. Evet özel yaşamımı anlatırken babamı çok sık anıyorum. Hayır… Bu bir baba hayranlığı değil bence. Ama şurası bir gerçek ki, benliğime -tırnak içinde söylüyorum- “öykücü”lük tohumlarını serpen de babamdan başkası değildi. Bakma şimdiki göbeğime, küçükken yemek konusunda basbayağı kaprisli ya da huysuz olan bana, sabırla her seferinde kimini okuduğu kimini de o anda uydurduğu hikâyelerle oyalayıp ağzıma lokmaları tıkıştırıveren de hep babam olmuştu. Sonraları belki de vaktinden evvel Rus klasiklerini, Fransız klasiklerini ve daha birçok benzer serileri kucağıma koyuveren de oydu. Şimdi düşünüyorum da, ilginç bir adamdı rahmetli.

Ha evet, doğru tabii. Şimdiye kadar epeyce şeyler yazdım öyküleştirip ailem hakkında… İnanır mısın okuyucular bunları daha çok beğeniyor daha çok ilgi duyuyor. Gösterdikleri tepkilerden, yazdıkları mesajlardan anlıyorum bunu. Hatta tarihî olayları bir tarafa bırakmamı, yaşanmışlıklarımı yazıp anlatmamı isteyen okur mesajları hiç de az değil. Ben de öyle yapıyorum fark ettiğin gibi. Dahası öğrenim çağında, iş hayatımda, cemaat çalışmalarım sırasında, kısacası günlük yaşamımda olanları öyküleştiriyorum. Aslında yaşandığı sırada pek bir ayırdına varılmıyor ama güzel bir sanat eserini seyrederken olduğu gibi araya mesafe koyunca daha bir güzel değerlendiriyor insan. Bazı olayları bir kenara not etmiştim. İyi ki de öyle yapmışım. Tabii aile içi konuları genele yaymanın da epeyce sakıncaları olabilirdi. Bunun için, olayın kahramanlarının bu gezegendeki varlıklarının son bulmasını beklemem gerekti.

Yalnızlık mı, yok canım ne alaka? Ben hem hiç yalnız kalmam, hem de kendimle baş başayım hep.