GEZİ – Oya Aytemiz Seymen


Kendilerine özgü kokuları ile bilinen kentler gibi, Almanya’nın Köln kenti de adını, taşıdığı kolonyasının ve buraya özgü birasının kokularıyla ünlü. Bunlara, kışın –özellikle Noel zamanlarında– sunulan sıcak şarabın ve tarçınlı kurabiyelerin kokusu da ekleniyor. Neredeyse muhteşem katedralini gölgede bırakacaklar… Ama katedral de öyle bir ihtişamla yükseliyor ki kent silueti üzerinde; birbirlerini tamamlıyorlar.

Apollinaire’nin dizeleri iyi bir başlangıç olabilir, kentin ruhunu anlamak için:
KÖLN
Büyük bir caddesinde Köln’ün
Bir gider bir gelirdi akşam vakti
Herkese cömert, şirin, cana yakın
Bitince kaldırım gider içerdi
Basık meyhanelerde yorgun argın

Kentin ışıklı caddelerinde ve soğuğa rağmen sokakları dolduran insan kalabalığı içinde bir berduşu arıyor gözlerimiz, boşuna… Belki de kentin bilemediğimiz bir köşesinde ya da bir meyhanesindedir; nerede karşımıza çıkar, kim bilir…


Bir pazar öğleden sonrasında varıyoruz Köln’e… Otele yerleşir yerleşmez kendimizi sokaklara atıyoruz. Katedral Meydanı’na vardığımızda yağmur başlıyor. Önce sevimli gezi tırtılına binip, yağmur altında, tarihî evlerin arasına dağılmış meydancıkları ve daracık sokakları ile Eski Kent’i turluyoruz. Ardından Cafe Reichard’da mola. Özel bir çay servisi ve meyveli turtalarıyla katedral manzaralı bu şık ve güngörmüş kafe çok güzel... Geçmişi 1855’e uzanıyor; lezzetli pastaları, kahvaltı büfesi ve mutfağıyla tam bir kent klasiği.

Köln’ün vazgeçilmezi “kölsch”ü (bira) ve geleneksel mutfağını tatmak için adresimiz Peter’s Brahaus. Neşeli bir garson, incecik bardaklarda Peters Kölsch sunuyor. Alman mutfağından örnekler denediğimiz lezzetli tabaklardan herkes memnun. Sadece Köln ve çevresinde üretilen kölsch, hafif içimli, düşük alkollü, lezzetli ve Alman mutfağıyla uyumlu… Öyleyse, kentteki binaların avlularında, mahzenlerde ve dar geçitlerdeki “kneipe”lerde, örtüsüz masalarda, mavi önlüklü, kalın deriden para keseleri asılı garsonlardan, özel delikli tepsilerde; ya da bir “brauhaus”ta “kölsch” içilmeli ve Apollinaire’ye kadeh kaldırmalı.

Kente adını veren kolonyası “Eau de Cologne”
Aslında, çiçek özünü alkolle karıştırma düşüncesi ilk kez İtalyanlardan gelmiş ve ilk üretilen kolonya, her hastalığa deva “sihirli su” olarak sunulmuş. 1810’da Napolyon kenti alınca, ilaç statüsünden çıkartılıp bakım ürünü olmuş. Kendine özgü yeşil şişelerde, ferahlatıcı kokusuyla güzel bir Köln hatırası…

Işıklar içindeki Katedralin muhteşem siluetini hayranlıkla izliyoruz; adını verdiği meydanı öyle bir dolduruyor ki. İlk gecemizi keyifli adımlarla sonlandırarak otelimize varıyoruz. Geceleyin gezi günlüğümü yazarken, Köln’ü iki güne nasıl sığdırabileceğimizi; ruhunu bu kadar kısa sürede nasıl yakalayabileceğimizi düşünüyorum. Aslında ilk günden anlattı bize: Katedralinin gölgesinde özel bir nehir – kentin varlığını; bütün kadim kentlerdeki gibi sonsuz bir devingenliği gizlediğini; sanatçılara ilham verdiğini; yaşam kaynağı Ren Nehri’nin yol arkadaşlığını… Yarın daha çok şey dinleyeceğiz ondan.

Sabahleyin keşfe çıktığımız Köln, ülkenin dördüncü büyük kenti. Yaklaşık bir milyon yirmi beş bin kişi yaşıyor burada. Ama büyüklüğü ezmiyor insanı; derli toplu, temiz, tarihî dokusunu korumuş bir kentteyiz… Almanya’nın en eski kentlerinden biri ve bunu her adımda hissettiriyor insana. Günümüzde “fuar kenti” olmasının yanında; “kültür ve sanat kenti” kimliğini de koruyor. Öyle ki, Köln’de 30 müze ve 120 sanat galerisinin olduğunu öğrenmek şaşırtmıyor.


“Batının Yollar Kavşağı”
Köln, yalnızca Almanya’nın değil, tüm Avrupa’nın merkezinde, kara ve demiryollarının kesişiminde ve Ren Nehri’nin en işlek bölgesinde bulunuyor. Nehir, kenti, tarihî yapıların yoğun olduğu sol, ve modern kentin yer aldığı sağ olmak üzere, iki yakaya ayırıyor. Köln’ü anlatan tüm eserlerde nehir ve Katedral başrolde.

Serin ama güneşli bir pazartesi, Katedrale selam verip nehre doğru ilerliyoruz. Birbirlerine yaslanmış, sivri çatılı, pastel renkli eski binaların çoğu bugün otel ya da restoran… Ağaçlarla çevrili bu yeşil ve uzun şerit ile nehir arasında güzel bir yürüyüş yolu var. Kıyıda biraz yürüdüğümüzde, eskiden keşişlerin balık sattığı Balık Pazarı’na (Fisch Markt) çıkıyoruz. Ara sokaklarda, çok sevimli bira evleri var. Kentliler ve turistler bira, kahve ve seyir keyfi yapıyorlar.

Köln Katedrali
Yönümüzü tekrar Katedral’e çeviriyoruz: O, adeta bir mihenk taşı; kentte her yer ona çıkıyor. Yapımına 1248’de başlanan ve 632 yılda tamamlanan Gotik bir başyapıt… İlk mimarı Gerhard Usta, Fransa’daki Gotik Amiens’in planını örnek alarak başlamış. 1880’de Zwirner’in tamamladığı; 142 metre uzunluğunda ve 43 metre yüksekliğindeki ikiz kuleleriyle Almanya’nın en büyük ve dünyanın en yüksek katedrali… 400 yıllık eski bir bazilikanın yıkıntıları üzerine yapılmış; zamansız bir eser ve bütün Alman kiliselerinin kraliçesi ve “anası” sayılıyor.


İçeri giriyoruz. 14. Yüzyıla ait Gotik vitray pencereler göz alıcı. 1311 yapımı masif sıraları, ülkenin en büyük kilise sıraları. İkinci Dünya Savaşı’nda kent yerle bir olurken dimdik ayakta kaldığı için, meleklerin koruduğuna inanılıyor. İki yanında havariler bulunan ve Bakire Meryem’in taç giymesini betimleyen Gotik Başaltar Masası’nı, Köln’ün koruyucu azizleri Üç Müneccim Kral’a adanmış 1445 yapımı Müneccim Krallar Altarı’nı ve içindeki o eskimeyen ruhani havayı geride bırakıp, büyülenmiş gibi çıkıyoruz dışarı.

Roncelli Meydanı’nı geçip trafiğe kapalı kentin en işlek alışveriş yeri Hohe Strasse’ye ulaşıyoruz. İnsan burada gezerken kendisini Roma döneminde hissediyor. 1980’lerde yenilenen ve 12 Havariye adanmış St. Aposteln, 14. yüzyıl yapımı St. Gereon, bir Roma tapınağının üzerine kurulmuş St. Maria kiliseleri, ziyaretçilerini bekleyen kadim eserler.

Dev fıçıların kenarındaki yüksek taburelere tüneyip içtiğimiz, portakallı, karanfilli Glühwein (sıcak şarap) ve ona eşlik eden tarçınlı kurabiyeler… Nehre bakıp, fotoğraf karelerinde ölümsüzleştirdiğimiz güzel bir gece...

Otelde günlüğümü yazarken, Köln’ü düşünüyorum: M.Ö. 50 yılında Roma İmparatoru Claudius’un Cermen Kabileleri’nin saldırılarından korumak için bir koloni şeklinde kurduğu; 1388’de üniversite ile dini, entelektüel ve sanatsal zenginliğe kavuşmuş; geçmişte Paris ve Konstantinapolis’ten sonraki üçüncü büyük kent olmuş; bir dönemin seramik, deri ve cam işçiliğiyle ünlenen, 1288’de bağımsızlık kazanan bu kadim kentin tarihini… Roma döneminin, kentin her noktasında, özellikle surlarda, kale burçlarında ve kapılarında hissedilen etkisini…


Bir yandan da kente damgasını vuran büyük bir aşk var: Roma İmparatoru Claudius, Köln’lü karısı Agrippina’ya öyle âşıkmış ki kentin adını Colonia Claudia Ara Agripinensium koymuş ve ona kent hukuku imtiyazı bahşetmiş. CCAA kısaltması, kuzey kapısındaki Roma arkının üzerinde gelenleri selamlıyor.

Sabahleyin Köln Garı’nda vedalaştığımız katedralkent, yapamadıklarımıza hayıflanarak bakıyor ardımızdan: Kapalı olduklarından gezemediğimiz Klee, Dali, Magritte vb. sanatçıların eserlerinin sergilendiği Ludwig Müzesi; Roma İmparatorluğu mirasını barındıran, 2. yüzyıl yapımı ve bir milyon seramik ve camdan oluşan Dionysos Mozaiği ile Roma-Alman Müzesi; Ortaçağdan Rönesans’a uzanan duvar resimleri, barok dönem Flemenk eserleri ve 19. yüzyıl Fransız ve Alman yağlıboya tablolarının bulunduğu Wallraf-Richartz Müzesi; önünde durup bakakaldığımız Çikolata Müzesi ve Beatles Müzesi için… Eisen Markt, Heu Markt, Alter Markt gibi birçok kent pazarı… Ve nehrin karşı kıyısı için: “Claudius Termal Kaplıcası”, Demir Köprünün karşısında modern Köln’ü simgeleyen Fuar ve Kongre Alanı, Telekomünikasyon Kulesi, botanik ve hayvanat bahçeleri, CINEDOM medya parkı…

Tekrar gelmeli Köln’e… Ve gelmek isteyenlere de fısıldamalı: Katedral günün farklı saatlerinde gezilmeli; etrafındaki daracık sokaklara girmeli, Am Hof ve Trangasse’de yürümeli; tahta masalarda “kölsch” yudumlayıp “kölsch kaviar” keyfi yaşanmalı; Minoritan Strasse’deki Cafe Piano’da kahve sandviçle yorgunluk atmalı; Ren üzerindeki üç köprünün de –Zoobrücke, Hohenzollerbrücke ve Deutzerbrücke– üstünden geçmeli… Kente hakkını vermek için dört-beş gün ayırmalı.

Gar’da trenimizin kalkmasını beklerken, buradan kimlerin gelip geçtiğini düşünüyorum. Apollinaire’nin “Katledilen Şair” kitabının, bir Noel arifesinde bizim gibi yolu buraya düşen kahramanını anımsıyorum: “…Noel arifesinde, tren tam saatinde muazzam Köln garına girdi. Croniamantal, elinde küçük valiziyle, üçüncü sınıf vagondan inen son kişiydi. Onun treninin bulunduğu yolun paralelindeki peronda bulunan gar şefinin kırmızı kasketi, polis memurlarının tepeleri süslü kaskları ve ileri gelenlerin silindir şapkaları, bir sonraki trenle gelecek önemli bir kişinin beklenmekte olduğunu gösteriyordu…”

Kaynakça:
Apollinare, Guillaume (2021), Katledilen Şair, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Apollinaire (2021), Alkoller, Ayrıntı Yayınları.
Borchert, Wolfgang (2018), Bütün Nesirleri, Hece Yayınları.
Borovalı, Ali (1998), “Köln –Cologne”, SKYLIFE, Kasım 1998: 26-34.
Böll, Heinrich (2021), Nehir Kıyısı Kadınları, Can Modern.
Uzuner, Buket (1999), “Roma Esanslı Cologne: Köln”, Gezi Traveler, Mayıs 1999: 68-76.
Füruzan, Ev Sahipleri, Yapı Kredi Yayınları, 4. Basım.
Seghers, Anna (2017), Ölüler Genç Kalır, Yordam Edebiyat.