VADİDEKİ CENNET: VALPARAISO
Şili’nin başkenti Santiago’ya 112 km uzaklıkta bulunan Valparaiso şehri, Panama Kanalı’nın açılışından önce, Horn Burnu’nu dolaşan gemilerin ulaştığı ilk büyük liman. Bu yüzden 19. yüzyılda Güney Pasifik’in en önemli limanlarından biri olmuş ve halen bu önemini koruyor. Kelime anlamı olarak ‘vadideki cennet’ anlamına geliyor. Gerçekten bohem havası, harika manzaraları, duvarları mural ve grafiti dolu kolonyal mimari ile yapılmış evleri ile, cennet gibi. Valparaiso, dünyanın en güzel şehirlerinden biri olarak kabul ediliyor ve ülkenin kültürel başkenti olarak geçiyor. Şehrin, kolonyal dönemden kalma mimariye sahip olan tarihî merkezi, 2003 yılında UNESCO tarafından Dünya Kültür Mirası olarak ilan edilmiş.
Valparaiso birçok felaket atlatmış. 1822 ve 1851 yıllarında depremlerden zarar görmüş. 1866 yılında şehir, İspanya-Güney Amerika savaşı sırasında İspanyol filosu tarafından bombalanmış ve önemli ölçüde tahrip olmuş. 16 Ağustos 1906 yılında yaşanan şiddetli deprem ve sonrasında oluşan tsunami şehri yeniden vurmuş. Bugün sahil kenarında bulunan binaların nerdeyse tamamı yeni yapılmış. 1973 yılında Şili’de gerçekleşen askeri darbenin başlangıç noktası da Valparaiso Limanı olmuş. Başkanlık sarayında intihar eden Başkan Salvador Allende’nin cesedi, ilk başta gizlice burada toprağa verilmiş. Pinochet dikta rejiminin sona ermesiyle, Şili Kongresi bu şehre getirilmiş.
Grafiti şehri
Yaklaşık bir, bir buçuk saat süren yolculuğun sonunda Valparaiso’ya geliyoruz. Aracımızı limanda park ettikten sonra şehrin kalabalık meydanından bir an önce kurtulmak istiyoruz. Yaklaşık 278.000 kişinin yaşadığı şehrin nüfusu, ilçe ve banliyöler ile beraber 900.000’i aşıyor. Valparaiso’nun meşhur Alegre ve Concepcion Tepeleri’ne ulaşmak için yolu kolaylaştırmak adına bir asansör, daha doğrusu füniküler kullanılıyor: “Ascensor Artilleria”. Ancak biz sokakları dolaşarak yukarıya çıkmayı tercih ediyoruz. Güneşin bir başka yaktığı bu şehirde, merdivenleri tırmanıp ara ve dar sokaklara girmek çok güzel bir deneyim. Her sokakta, ayrı bir keyif karşılıyor insanı; renk renk evler, çeşit çeşit duvar resimleri... Şehrin Cerro Alegre adı verilen tarihî kesiminde, daha çok sanatçılar yaşıyor. Renkli sokaklarıyla ünlenmiş olan şehir, duvar resimleri ile süslü; başka bir deyişle burası tam bir grafiti şehri.
Şehir 41 tepe üzerine kurulmuş; tepeler arasındaki ulaşımı füniküler ile sağlıyorlar ve her birine çıkan merdivenler rengârenk boyanmış. Her girdiğimiz sokakta ayrı bir manzara çıkıyor karşımıza. Burada, öfkeli duvar resimlerine ‘grafiti’, sanatsal duvar resimlerine ise ‘mural’ adını veriyorlar. Ama bana göre hepsi birer sanat eseri. Grafitiyi duvarlara yazılmış karmaşık yazılar ve resimler olarak düşünmeyin. Her biri, içinde ince bir espri taşıyan resim, karikatür ve yazıdan oluşuyor. Buna çok güzel bir örnek gördüm. İki duvarı kaplayan bir grafiti, Şili’nin kısa tarihini resmederek hicvetmiş. Sanki Mexico City’de gezdiğimiz sarayın duvarlarında yer alan, büyük ressam Diego Rivera’nın Meksika tarihini anlatan resimleri gibi, burada da Şili’nin kısa tarihini yansıtmışlar. En başta İspanyolların istilası ve yerlilerin yok edilişleri anlatılıyor. İspanyol askerleri yerlileri katlederken elinde İncil’i sallayarak kendi inancını dayatan papazlar var. Daha sonraki karelerde Şili’nin hiç bitmeyen sıkıntılı yılları. Cunta, kadına şiddet, emeklilerin ve öğrencilerin sorunları, sağlık ve eğitim sorunları derken son karede, bir önceki kadın başkanları (sanırım bu grafiti onun döneminde yapılmış buraya) elinde iç çamaşırını sallayarak dans ediyor.
Ve bu sırada gökten paraşütüyle Trump iniyor! Tam da Şili’de yaşanan öğrenci eylemlerinin zirve döneminde ülkeyi ziyaret ettiğimiz için, başkentte yaşananlara tüm çıplaklığıyla şahit olmuştuk. Anlaşılan geçmişten günümüze ülkede değişen pek bir şey olmamış. Grafiti sanatçılarının sloganlarına da bayıldım: “We are not hippi. We are happie”.
Pablo Neruda’nın evi
Bu güzel şehre gelmişken, Nazım Hikmet’in yakın dostu Pablo Neruda’nın evini de gezmeden dönmek olmaz. Pablo Neruda’nın İtalya’da yaşadığı sürgün hayatından bir kesit sunan ve hepimizin aklının bir köşesinde yer edinen “Postacı” filmi tekrar gözümde canlanıyor. Şehrin renkli sokaklarında dolaşarak, günümüzde müze haline getirilmiş olan eve ulaşıyoruz. Bu evin bir adı ve öyküsü var. Evin adı ‘La Sebastiana’ ve bu isim, evin ilk mimarından geliyor. Mimar Sebastian Collado, kendi için bu evi inşa etmeye başlıyor ancak tamamlamaya ömrü vefa etmiyor. Bu durumu hüzünlü bulan duygusal şair Pablo Neruda, evi satın aldıktan sonra eve mimarın adını veriyor ve üstelik onun için bir de şiir yazıyor. Neruda’nın evine dışından baktığımda gemi şekilde tasarlandığını görüyorum. İçeride ise gezdiği yerlerden topladıkları eşyalar çok ince bir zevkle yerleştirilmiş. Yatak odasının manzarası muhteşem; şair her sabah uyandığında gözlerini okyanus manzarasına açıyor. Ancak aklıma takılan bir nokta var.
Denizden korktuğu söylenen şairin her iki evi de neden deniz konsepti üzerine kurulu?
Girişte verilen audio guide ile ilerlemeye çalışıyoruz. Neredeyse her odanın, her eşyanın bir öyküsü var. Cerro Bellavista bölgesinde bulunan müze-ev ziyaretinden sonra diğer şehre gitme vaktimiz geliyor. Valparaiso için bir gün ayırmanız yeterli olacaktır, girdiğiniz her sokakta renk renk evler, çeşit çeşit sokak sanatı ve mural çalışmalarıyla karşılaştığınız, dolaşmaktan keyif alacağınız bir bölge. Valparaiso’nun en turistik meydanı Plaza Martiz’i, meydanda bulunan Iglesia anıtını ziyaret ederek turumuzu tamamlıyoruz ve meydandan ayrılıp Viña Del Mar’a doğru yola çıkıyoruz.
DENİZDEKİ BAĞ: VIÑA DEL MAR
Viña del Mar, Şili’nin orta kesiminde, küçük bir tatil beldesi gibi. Pasifik kıyısında tam bir sayfiye yeri ve ülkenin dördüncü büyük şehri. Kelime ‘denizdeki bağ’ anlamına geliyor. Şehrin kuruluşu, 1840 yılında Portekizli bir göçmen olan Francisco Alvarez tarafından satın alınan topraklar üzerinde şarap bağları ve şarap fabrikasının kurulması ile başlamış. 19. Yüzyılda açılan tren yolu sayesinde bölgenin değeri ve önemi bir kat daha artmış. 1906 yılında Valparaiso’da yaşanan büyük bir depremin ardından zengin aileler evlerini Viña del Mar’a taşımış. 20. Yüzyılda yavaş yavaş plajları dolduran sosyo-ekonomik durumu yüksek olan kesimin gelmesi ile, burası turistik bir cazibe merkezi haline gelmiş. 1930 yılına gelindiğinde şehirde nüfus hızla artmış, şehir merkezi binalarla dolmuş; büyük konaklar, kaleler ve kuleler inşa edilmiş. Mimari açıdan Viña del Mar, şehrin sömürge mimarisini koruyor. Ve günümüzde, ulusal ve uluslararası jet sosyetenin toplandığı mükemmel bir turizm merkezi. Şilili gençler buraya parti yapmak, yüzmek veya sörf yapmak için geliyorlar. Buradan söz ederken “Şili’de yaşamak için en iyi şehir” deniliyor. Yaşayan nüfusun büyük çoğunluğunu Şili vatandaşlarından çok, Arjantinli zenginler oluşturuyor. 1920’li yıllarda açılan Casino’nun yanı sıra Cerro Castillo Başkanlık Sarayı ve Belediye Tiyatrosu da inşa edilmiş. Yine o yıllarda yapılan en önemli binalardan biri de Hotel O’Higgins olmuş.
Yerel lezzetler
Sokakları gezmeye başlamadan önce yemek yememiz gerekiyor; çok acıktık. Bize önerilen iki restorandan birini tercih etmemiz gerekiyor. Seçeneklerden birinin üst katındaki okyanus manzarasına bayıldık ve hemen burayı seçtik. Bize servis yapmaya gelen garson Türk olduğumuzu öğrenince mutlu oldu, o da Lübnanlıymış. Şili’de Güney Amerika mutfağının yanı sıra Asya ve Avrupa mutfağından da farklı lezzetler bulabilirsiniz. Aldığı göç nedeniyle çok farklı seçenekler sunuyor. Ancak biz yerel lezzetler denemek istiyoruz. Burada en yöresel tat ‘empana’, bizim çiğ böreğe oldukça benziyor. Giriş olarak önden empana siparişi veriyoruz.
Balık ve salata ile siparişimizi tamamladıktan sonra restoranın sahibi de bizi ziyarete geliyor. Burada Türkleri çok seviyorlar, sırf Türk olduğumuzu öğrendiği için masamıza gelip sohbetimize katılıyor.
Keyifli bir yemek molasından sonra araba ile caddelerde geziyoruz. Valparaiso orta gelirli bohemlerin, Viña del Mar ise zenginlerin tercih ettiği bir yermiş. Gerçekten Valparaiso’ya bayılmıştık, burada ise denize girmenin dışında yapacak pek bir şey olmadığını görüyoruz. Okyanus boyunca ilerleyen yolda araba ile tur attıktan sonra, okyanus kenarında bir kafede durup manzara karşısında kahvelerimizi içiyoruz. Yolun kenarında insanların balık tuttuğu köprünün üzerine çıkıp manzarayı izliyoruz. Köprüden gördüğümüz, dev otel binalarının önünde altın sarısı renginde muhteşem bir kumsal ve masmavi sularıyla Pasifik Okyanusu uzanıyor. Biraz Cancun havası var; ancak kesinlikle şehir oradan çok daha güzel. Deniz tatili ya da balayı yapmayı planlayanlar için iyi bir seçenek.