Aniden patlak veren ve hızla alevlenen bir tartışma, koğuşun ıssız koridorlarında yankılandı. Diğer hasta yakınları gibi şaşkın, açık oda kapısından dışarı, sesin geldiği yöne bakıp, ne olup bittiğini kestirmeye çalıştık. Az sonra, alı al moru mor, hışımla önümüzden geçen dalgalı sarı saçlı, gözlüklü doktor hanım, aniden durdu; kısa süreli bir kararsızlığın ardından, odamıza doğru yöneldi. Halinden anlayacak birileriyle konuşmaya ihtiyacı vardı besbelli… Aradığı teselliyi, henüz yirmili yaşlarında olan o günkü bende bulabildi mi bilmem; ama canım annem -bugün olduğu gibi o gün de- yüreği sıkışanın sığınabileceği güvenli bir limandı.

“Mesleki bilgime tecavüz ediyor!” diye söze girdi, kırklı yaşlarında diye anımsadığım doktor hanım. Lösemi hastası İpek bebeğin annesinden söz ediyordu… Londra’daki tedaviden henüz dönmüşler, İstanbul’un bu önde gelen üniversite hastanesinin lösemi biriminin takibine girmeye karar vermişlerdi. Bebeğe İstanbul’da verilmesi planlanan ilaç, Londra’da reçete edilenle aynı olmasına aynıydı; ancak burada uygun görülen doz, Londra’da verilenin tam iki katıydı. Tartışmanın konusu da, işte bu ilaç dozuydu. Yani, bir yanda bebeğini olası bir doz aşımından korumaya çalışan, kaygılı bir anne; diğer yanda, yetkinliği sorgulanan bir hekim… “Burayı beğenmiyorsa, Londra’da baktırsın!” diye söyleniyordu, tanıdığım birkaç gün zarfında bende nazik ve sakin bir insan izlenimi yaratmış olan doktor hanım. Tartışmanın başlangıcına şahit olmamıştım; belki hasta yakınını ikna etmeye çalışıp başarılı olamamış, belki de “Burada böyle; isterseniz!” diye kestirip atmıştı. Her durumda, hekim olarak soğukkanlılığını koruyamamış, dahası hasta yakını ile arasında geçenleri, üçüncü şahıslarla paylaşacak kadar kontrolünü kaybetmişti.


Koğuş kapısında duran gri renkli, ayağıma birkaç boy büyük kauçuk hastane galoşlarını takıp içeri adım atmamın üzerinden birkaç gün geçmişti. Kucağımda bebeğim, devasa galoşlarla yürümek bana ne zor gelmişti! Yaşım genç, anneliğim henüz çok tazeydi. Koğuşa giriş yapan bu yeni hastayı ve annesini tanımak için kapı önüne çıkan bir iki refakatçiye, hedefi belirsiz bir öfkeyle bakmıştım. Sanki galoş takma mecburiyetini onlar getirmişler ve hayatımı daha da güçleştirmek için, kasten büyük olanlarından seçmişlerdi! Ne bilirdim lösemi hastalarının düşük bağışıklığını; hastaların ve hasta yakınlarının meşakkatli mücadelelerini…

Umutla umutsuzluğun iç içe geçtiği hastane koridorları, nadiren de olsa, insanın içini ısıtan rastlaşmalara sahne olabiliyor. “Dışarıda” pek içli dışlı olmadığınız, tanışıklığınızın belki bir “merhaba”, belki de yalnızca baş selamı düzeyinde olduğu bir tanıdık, “içeride” hızla kadim dost mertebesine yükselebiliyor. İpek bebeğin, Bostancı’dan komşumuz olan babası Kemal** ve büyükbabası ile hastanede karşılaşmamız, tam da öyle olmuştu.  

80’li yılların başlarında, tekrar yazlığa gitmeye karar verdiklerinde, bizimkiler adaları hiç düşünmemişler, henüz sayfiye niteliğini koruyan Bostancı’da karar kılmışlardı. Kiraladığımız daire, günümüzde var olmayan, hatta yıllar içinde sahil şeridinin geçirdiği köklü değişiklikler sonucu, yerini dahi belirleyip de eşime gösteremediğim Taçspor Deniz Sporları Kulübü’nün yolundaki bir binanın giriş katıydı. Bu sevimli dairede geçirdiğimiz birkaç yazı ve ev sahibemiz Madam Berkün’ün benzersiz karpuz reçelini, bugün hâlâ sevgiyle hatırlarım. Bir de, karın tokluğuna bütün yaz bekçiliğimizi yapan, mahallenin en bıçkın kedisi Pusuto’yu… İsmini, zannediyorum babamın hoyrat bir sürücüye kızdığı zaman, “Olacak altında 64 model Desoto…” deyişinden yola çıkarak, tam kafiyeyle “Pusuto” takmıştık. Bırakın 64 model Desoto’yu, damperli kamyonun kedi familyasındaki karşılığıydı Pusuto! Toprak seviyesindeki evimize, kapıdan ziyade terastan girmeyi tercih eden ziyaretçilerimiz, her türlü canlıya posta koyabilecek güçteki Pusuto’nun onayına tâbi olurlardı. Bir ziyaretçimizin, evimize giriş vizesi alamadığını hatırlarım: zaman gösterdi ki, kedicik aynı zamanda insan sarrafıydı! Üst katımızda oturan, toplumumuzdan yaşlıca iki erkek kardeş ve eşleri, kimi akşam çilingir sofrası kurarlar, kardeşlerden biri demlenmenin ölçüsünü azıcık kaçırınca, yan binanın bir üst katında oturan Kemal’in babası tatlı tatlı laf atardı: “Dikkat et komşum, aşşşaaa düşme!!” 

Yatışımızın üzerinden geçen bir iki gün içinde, refakatçilere uygulanan, bugün hâlâ maksadını açıklamakta zorlandığım kimi dayatmaya mecburen uyum sağlamıştım. Parlak kumaştan takım elbiseleri ile hafızama yer etmiş medyatik bölüm başkanının öncülüğündeki günlük doktor vizitleri öncesinde, odaların hasta ve refakatçi dışında göze hiçbir şey çarpmayacak şekilde toparlanması gerekiyordu. İçlerinden biri olduğum pötikare önlüklü anneler, vizit esnasında odadaki iskemlenin de göz önünde olmaması gerektiği için, hasta yatağının yanı başında, ayakta beklemeliydiler. Haftalardır, belki aylardır uykusuz kalmış anneler… 

Kimi refakatçiyle kısa süreli sohbetlerim oluyordu. Bitap düşmüş bir anne, “Bizim az kaldı; son evredeyiz…” demişti. Sesinden, bezginliğin yanında sanki bir rahatlama sezmiş, açıkçası o günkü aklımla yadırgamıştım. Anne yüreği, ömrü tükenmekte olan evlâdı için hiç mi yanmazdı! Oysa kimi zaman yıllardır tekrar eden uzun süreli hastane yatışları, bazı durumlarda yalnızca hastanın değil tüm ailenin yaşamını sekteye uğratıyor, ev yemeksiz, diğer çocuklar bakımsız kalıyor, bütün aile perişan oluyordu. Zaman içinde, her yaşamın kendine özgü olduğunu idrak ettim. Esas olan, yargılamamaktı…          

Ben bir lokma ekmeği midemde tutmakta zorlanırken, komşu odadaki, kısa süreli sohbetlerimizden yola çıkarak, geniş yürekli olarak tanımlayabileceğim genç anne, içi tıka basa dolu yarım ekmeği iştahla mideye indiriyordu. Kimi darbe birini delip geçerken, bir diğerini hafifçe sarsabiliyordu. Yaradılışımız gereği, benzer deneyimlerden farklı şekillerde etkilendiğimizi, bunun da doğal olduğunu öğrendim.

Hastaneden ayrıldığımız gün, bir hasta yakını, “Nasılsa buralarda yine rastlaşırız. Aynı yolun yolcusuyuz…” demişti. Değildik oysa... O günden sonra ne yazlık komşumuz Kemal’e rastladım; ne de ailesinin diğer üyelerine. Zaman zaman o günlere geri döndüğümde, İpek bebeğin bu badireyi, anneciğini çok fazla yıpratmadan, hızla atlattığını hayal ederim. Eğer öyleyse, bugün tam 34 yaşında genç bir kadındır. Belki kendi çocukları vardır. Belki hekim olmuş, başka dertlere derman oluyordur. Dilerim öyle olmuştur…      

* İlk göz ağrım Galit’in (1989-1995) değerli anısına
** Komşumun gerçek ismini kullanmadım