Haber fotoğrafı: Aslıhan K. Özdaş, Çınarcık, Karacaali

Ada sahillerinde bekliyorum
Her zaman yollarını gözlüyorum
Seni senden güzelim istiyorum
Beni şad et Şadiye başın için

İstanbul’un Süreyya, Florya, Caddebostan, Tarabya ve daha nice güzel plajlarının temiz ve nezih devrine yetişemedim. Büyükbabam Refik Halid Karay’ın yazılarında anlattığı, ıstakozlu sandviçler yenilen İstanbul plajlarını da göremedim. Halbuki annemin halaları gibi, gece mehtapta arkadaşlarımla denize girmeye gitmeyi ya da rahmetli Ercüment Hocam’ın Anadolu Hisarı’nda yalı kiralayan ve denize yalının ikinci katından atlamayı seven anneannesine eşlik etmeyi, annesi Şadiye Hanım gibi, yalının önünden geçen balıkçılardan bir liraya kılıç balığı almayı ne çok isterdim! İstanbul kıyılarında sefaya yetişemesem de, birkaç kulaç ötesinin ve Marmara Denizi’nin henüz tertemiz, şıkır şıkır olduğu zamana yetiştim ve yüzmeyi Boğaz’da öğrendim. Marmara’nın artık müsilajdı, ağır metaldi diye yiyemediğimiz nefis midyesinden, istiridyesinden bol bol yedim.

Önceleri Tarabya’da duran teknemiz ile Büyükliman ve Poyrazköy’e giderdik. Büyükliman, adına tezat küçücük bir koydu. Altın rengi kumu, pırıl pırıl suyu ve denize dik inen kayaları sevmeyi burada öğrendim. Poyrazköy açıklarının derin lacivert sularında denize sevdalandım. Sonraları Fenerbahçe’de duran, adını benim koyduğum “Balıkçı” teknemiz ile Adalar’a giderdik. Çam ağaçlarının denize değdiği, her köşesinin nice tablolarda, güftelerde yaşamaya devam ettiği, İstanbul’un inci kolyesi Adalar’a. Büyükbabam da Adalar’a sıklıkla gidermiş, babam da ve ben de… Başka bir yazı konusu olacak kadar keyifli, zevkli, renkli zamanlar…

Benim İstanbul’un küçükken en sevdiğim sayfiyelerinden biri Bayramoğlu idi. Pek çok aile dostumuzun ve akrabamızın bu yeşil mavi yarımadada evleri vardı. Evlerin iskeleleri sakin ve berrak denize uzanırdı. Sokakları dolaşmak botanik kitabı sayfaları arasında gezinmek gibiydi: Nar, Kiraz, Palmiye, Dut, Gül, İğde, Ihlamur….

Peki ya Tuzla? Jön Türklerden Mahir Sait’in kızı, babaannemin kız kardeşi Jale Teyze’min art deco tarzda yapılmış evlerinin ve bahçelerinin güzelliği… Sanırım çocukluğumun en hoş evler ve bahçeler başkenti Tuzla’ydı. Çeşit çeşit güller, hanımeli, çarkıfelek, mercan köşk, akşam sefası, nergislerin süslediği bahçeler…. Mercan Yuvası’nın zarif ahalisi, bronz tenli şık hanımları ve beyefendileri…


Atatürk’ün Çınarcık ziyaretleri

Çınarcık
Marmara Denizli’nin çocukluğumda en güzide sayfiyelerinden biri kuşkusuz Çınarcık’tı. Atatürk’ün de sevdiği ve iki kere ziyaret ettiği, köklü tarihiyle güzel Çınarcık.

Anneannemlerin Mühürdar’da oturduğu apartmandaki komşuları zevkleri, görgüleri birbirlerine benzer insanlardı. O kadar iyi anlaşırlardı ki, yaz tatiline de apartmanca çıkarlar, Çınarcık’a giderlerdi.

 

Aile işletmesi bir pansiyonda birbirlerine bitişik, içlerinde minyatür mutfakları olan odalar tutarlardı. Pansiyonun arka bahçesinde tavuklar ve horozlar vardı. Dedem muzip, neşeli bir insandı. Sabah folluktan topladığı yumurtalardan birini pantolonunun paçasından çıkarıp bana, ‘Bak yumurtladım’ derdi. Ne çok gülerdim.

Pansiyonun o küçücük mutfağında anneannem eşsiz lezzette yemekler yapardı, puf börekleri dillere destandı. Akşamları uzun masalarda tüm komşular bir araya gelir, bol kahkahalı sohbetler gece yarısına kadar uzardı. Dedeciğim, benim şimdiki hâlim gibi kalabalık sevmez, ‘ben biraz başımı dinleyeyim,’ diye İstanbul’a inerdi. O yaşlarda anlam veremediğim, bu ‘başını dinleme meselesi’ni, daha ileriki senelerde gayet iyi anlayacak, biraz da müptelası olacaktım. Mühürdar’dan komşumuz Nihat Bey -kekeme olduğu için dedemin ona taktığı isimle Ni-Nihat Bey- Erol Flynn gibi bir adamdı ve eşi Meral Hanım da Lauren Becall’a benzerdi. Onlarla odalarımız daima bitişik olurdu. Ni-Nihat Amca’nın hobisi saat tamirciliği idi. Bir gece küçücük boğazıma kocaman bir kılçık kaçtığı zaman, onun mercekleri çok işe yaramıştı. Afacan bir çocuk olduğum için bir seferinde iki balkonu birbirinden ayıran demir parmaklıklarda asılı kalmıştım. Bir başka gün, dedemin öksürük şurubunu götürürken koştuğum için, mermer eşiğe takılıp, elimden düşen Perebron şişesinin kırıklarının üstüne kapaklanmıştım. Anneannemin üzüntüsünün hatırasını dizimde taşımaya devam ederim.

Ah Çınarcık’ta ne balıklar yerdik! Ben ezelden beri sabahçıyım. O kadar ki, dört yaşında olmama rağmen hatırlıyorum, bir sabah anneannem uyanmış, odada beni bulamamış. Heyecan ve endişeden deliye dönmüş. Kapı kapı beni aramaya başlamış. Pansiyonun bir alt katında kalan sahiplerinin kapısını da çalmış. Bir de bakmış, ben oradayım. Pansiyon sahipleri, ‘Aslıhan sabah kapımızı çaldı, müsaitseniz kahveye geldim, dedi. İçeriye aldık’ demişler. Herkes çok gülmüştü. O zaman da bir âlemmişim, demek ki bu hâlim yeni değil!

İşte bu erkenciliğim sayesinde anneannem ile gün ışırken iskeleye gider, seferden dönen balıkçıların çektiği ağlardan tekirler, barbunyalar alırdık; o balıkların lezzetini bir daha hiçbir yerde bulamadım. Dönüşte pastaneye uğrar, sıcacık açmaları, poğaçaları, çatalları dikkatlice yerleştirirdik filemize. Sonra, anneannemin yaptığı reçellerle nefis bir kahvaltıya gelirdi sıra... Kireç kaymağına yatırdığı kayısıların içine badem koyar, için için ışıldayan amberler gibi kayısı reçelleri yapardı. Sahile inmeden önce, deniz sonrası beni banyoda yıkayacak suyun ılıması için leğeni güneşin altına yerleştirirdi. Ve bir torbaya buzlu meyvalar hazırladı.

Çınarcık denizi çakıl taşlarının arasında dans eden güneş ışıklarıyla tertemiz, sahil her zaman tenha idi. Öğleyin yemek için pansiyona dönülür, yıkandıktan sonra yemek yenilir, öğle uykusuna yatılırdı. Akşam üstleri herkes tertemiz giyinir, kır gazinosuna giderdi. Ben gazoz içerdim. Ruhumun her türlü kaygıdan habersiz olduğu, baştan aşağı mutlu ve güvende hissettiğim, hayatımın en güzel günleridir Çınarcık günleri…


Karacaali Köyü

Karacaali Köyü
Çınarcık’tan sonra fıstık çamları ve zeytin ağaçlarının denizle buluştuğu, Gemlik yakınında Karacaali Köyü’nde amcam Ender Karay’ın tavsiyesi ile bir daire aldı ailem.

Osmanlı zamanlarında Donanmaya yılda beş bin kürek yapmak ile görevli, 1530 yılı tahrir defterinde Hafsa Hanım’ın vakfı olarak bahsedilen, Kurtuluş Savaşı’nda bir Yunan gemisinden atılan bombanın izini köyündeki çam ağacında taşıyan, savaş sırasında köyü boşaltıp kaçmayan halkı ve kahraman, gözü pek denizcisi Karaca Ali’den adını alan, girişine konulan yedi tabelaya rağmen zorlukla bulunan, yenilikçi, renkli muhtarı televizyon programlarına konuk olan çocukluk arkadaşımız köyün kasabının oğlu Göksel Noca ile, hiç bozulmamış bir cennetti Gemlik, Karacaali Köyü. Belki de Orhan Veli burada, “Gemlik’e doğru denizi göreceksin, sakın şaşırma” diye yazmıştı.

Ben bu köyün yazlık sinemasında ilk defa meşhur “Jaws” filmini, unutulmaz “Hababam Sınıfı”nı izledim. Orada, bahçelerden incir, böğürtlen, mısır topladım. Kürek çekmeyi öğrendim. İlk defa süt nasıl sağılıyor gördüm, sütün sıcaklığını hissettim. İlk senelerden sonra, annemlerin Londra’dan getirdiği mayolarla defile yapma sevdamdan vazgeçip, sabahtan akşama kadar mayomu değiştirmeden denize girdim; fıstık çamları bir yanımda, zeytin ağaçları altında kır kahvelerinde akşamları gitar çaldım. Sainte Pulcherie’yi kazandığımı yine bu köyde öğrendim. On iki yaşında idim, amcam sınav neticemi kutlamak için bana ufak bir cin tonik ikram etmişti. Çok haşarı bir çocuk olduğum için herhangi bir sınavı kazanacak gibi görünmüyor olmalıydım ki, gözlerde şaşkın bir sevinç vardı.


16 baca numaralı ahşap gövdeli 'Büyükada Vapuru'

Çocukluğumun Marmara Denizi kıyıları
Çocukluğumun Marmara Denizi kıyılarında geçen tüm senelerinde anneanne ve dedem ile olurdum. Okulların kapandığı gün anneannemi arar, çocukluk dilimle “Annane, gel beni al” derdim. Anneannem vapura biner, beni alır, ertesi gün yazlığımıza dönerdik. Anneannem gibi alafranga ve alaturka eşit derecede iyi yemek yapan az insan tanıdım. Hele anneannem kadar lezzetli sahan köfte yapan biriyle bir daha asla tanışmadım.

Ah çocukluk yazları! Radyoda sabah tiyatrosu, paşa çayı, sütlü kahve, tarçınlı cevizli kek, tekir tava, bir yudum bira, öğle uykusu… Birkaç sene sonra Reşat Nuri’ler, Yakup Kadri’ler, Şolohov’lar ve Yüz Yıllık Yalnızlık

Çok özlüyorum. Marmara Denizli’nin eşsiz mavisini, serinliğini, berraklığını, bereketini… Çok özlüyorum insanların naif, terbiyeli, zarif, sessiz olduğu sayfiyeleri… Satın alınacak fazla bir şeyin olmadığı, paylaşılanların çok olduğu zamanları.

Bir zamanlar her sayfiyesinde Marmara’nın bir kır kahvesi vardı; benim bildiklerim ya ulu bir çınar ya da çam altındaydı. Bu satırları yazarken, o kahvelerde kemirerek dolaştım durdum; bana gülümseyen insanlara baktım. Tanıdık, tanımadık herkes bana el salladı. Tertemiz mavi suları Marmara’nın ufacık ayaklarımı ıslattı.

Aklımda Yahya Kemal dizeleri:
Adalardan yaza ettik de veda 
Sızlıyor bağrımız üstündeki dağ,
Seni hatırlıyoruz Viranbağ!

Marmara sayfiyelerinin zarafeti, aynı yakın tarihimiz gibi öyle bugündü, öyle uzaktı…